Korku politikaları
İktidarların en büyük başarısı, nevrotik korkuları gerçek korkularmış gibi sunarak insanları inandırmalarıdır. Bu ülkede “dış güçler” ve “içimizdeki hainler” masalı, her zaman işleyen bir korkudur.
Doğumun “travmatik bir olay” olduğunu her anne bilir. Doğum, anne ve çocuğun birlikte yaşadığı ve ortak çabayla mümkün olan bir süreçtir. Yetişkin bir kadın olan anne için bu kadar zor bir olayın, bebek için de travmatik olabileceğini Otto Rank yazmıştı. Doğum sonrası, genelde anne için bir rahatlama olurken, bebek için doğumun ardından yeryüzünde yaşamanın zorluğu, yeniliği ve garipliği ortaya çıkar.
Yeryüzünde yaşam bebek için tamamen yenidir: nefes almak, acıkmak, çiş yapmak… Her biri farklı ve anlaşılmaz birer durumdur. Bebeğin hayatında, çevresinde bir şeyler olur ama bebek bunların hiçbirini anlamaz. İlk kez görür ve gördüklerinin ne olduğunu bilmez. Yani yeryüzünde yaşamak onun için korkutucudur. Bebek, bu yaşadığı duygunun korku olduğunu bile bilmeden korkar. Korku, hayatta kalmamız için gereklidir. Korkunun bir alarm işlevi vardır ve bu alarm, bizim önlem almamızı sağlar. Ancak işlevi olmayan korkular da psikolojiktir. Örneğin, fareden korkmanın bir alarm işlevi yoktur. Karanlık kimseyi yemez ya da ısırmaz, ama bazı insanlar karanlıktan korkar. Bazı korkular ise işe yaramaz ve insana yük olur.
Anne, güven ve güvencedir. Bebeği bağrına basarak, kucağına alarak, anne sıcaklığıyla bebeğe korkmaması gerektiğini gösterir. Doğumdan önce, bebeğin gereksinimleri göbek bağı aracılığıyla anne tarafından karşılanırken, doğum sonrası bebek acıkır. Anne, bebeği doyurarak açlıktan korkmaması gerektiğini, üşüdüğünde onu sararak soğuktan korkmaması gerektiğini bebeğe gösterir. Bebek, bir sorun olduğunda bu sorunu gideren annesine güvenmeye başlar, dünyaya geldiğine sevinir ve hayattan keyif almaya başlar. Anneye güvenmek, bebek için dünyaya güvenmek demektir; bu güven duygusunu içselleştirir. Psikanalizde, E. Erikson’un “Temel Güven Duygusu” olarak adlandırdığı durum budur.
Ancak temel güven duygusu, dünyanın tamamen korkusuz bir yer olduğu anlamına gelmez. Anneye rağmen, dünyada korkulması gereken bazı şeyler vardır. Ayrıca annenin de korkuları vardır. Çocuğuna güvence sunan anne, bütünüyle korkusuz değildir. Anneyle özdeşleşen bebek, annenin korkularını da kendi içine alır. Bu korkular, belki anne için bir anlam taşıyan ve haklı bir yanı olan, ama bebek için somut olmayan, işlevsiz korkulardır. Asıl korkulardan biri de çocuğun hayatla baş etme donanımının olmaması ve annesiz var olamama endişesidir. Bu varoluşsal korku, çocuk büyüyüp annesinden bağımsız hale gelene kadar sürer. Yani temel güven duygusu oluşmuş olsa da anne yeterince güvence verse bile çocuğun tamamen korkusuz olması imkansızdır.
Korku, çok güçlü bir duygu olup kişinin düşüncelerini, davranışlarını, fantezilerini ve arzularını derinden etkiler. Korku, oldukça etkili ve yoğun bir şekilde yaşanabilen bir duygudur. Anne-baba, din ve devlet gibi otoriteler, bu duyguyu insanları kontrol etmek ve yönlendirmek için sıkça kullanır. Anne, çocuğu itaate zorlamak için onu korku veren şeylerle korkutur. Korkan çocuk, güvence aramak için anneye sığınırken, anne de bu sığınmaya karşılık kendi isteklerini dayatır ve çocuğu itaate zorlar. Din ve devlet de aynı şekilde, korku üzerinden insanları itaate zorlar. Dinler ve devletler, korku politikasıyla toplumu yönetir.
Rainer Mausfeld, Korku ve İktidar (Angst und Macht) adlı kitabında, korkunun nasıl kullanıldığını anlatır. Bu yazıda, onun bazı tezlerinin bizim toplumumuzda nasıl işlediğine değineceğim...
En korkusuz dönem
Soğuktan, sıcaktan, hastalıktan... Doğa olaylarının tanrıların işi olduğunu sananlar, tanrılarını olumlu etkilemek ve onların gazabından korunmak için kurbanlar verirlerdi. İnsanlar doğal afetlerden çok korkardı ve bu korkuların ardında tanrı korkusu yatar. Bu duruma bakınca, aslında günümüzde insanlar en tehlikesiz çağda yaşıyorlar. Tıptaki ve teknolojideki ilerlemeler, dünyanın anlaşılabilir hale gelmesi ve doğa olaylarının açıklanabilir olması bu durumu sağlıyor. Buna rağmen, günümüz kültürünü bir “korku kültürü” olarak adlandırmak da mümkün.
Günümüz korkuları daha çok kimliğe, geleceğe, iş güvencesinin kaybına, yoksulluk ve statü kaybına dair. Geçmişte korku daha çok dışarıdan gelen meselelerdi (sel, fırtına, deprem gibi), ancak günümüzde korkularımız içsel hale geldi: başarısızlık ve rezil olma korkusu. İktidarların en büyük başarısı, nevrotik korkuları gerçek korkularmış gibi sunarak insanları inandırmalarıdır. Bu ülkede “dış güçler” ve “içimizdeki hainler” masalı, her zaman işleyen bir korkudur.
Pandemi döneminde, birkaç gün içinde hepimizin sokaklarda öleceğimize inanmıştık. Avrupa’daki veba salgınlarının korkunç çağrışımları, zihinlerimizde yeniden canlanıyordu. İşlevselci kültür kuramcıları (örneğin Malinowski), dinin işlevinin korkuyu azaltmak olduğunu söylerler. Ancak dinin korkuyu azaltabilmesi için önce korkuyu üretmesi ve insanları korkutması gerekir. İktidarlar da benzer şekilde, önce bir korkuyu yayar, sonra da bu korkuya karşı halkı koruyacaklarını vaat ederler. “Dış güçler” gibi tehditler önce uydurulur, halk korkutulur ve halk, güçlü olduğunu düşündüğü, kendisini koruyacağına inandığı lidere sığınır; tıpkı korkan bir çocuğun annesine sığınması gibi. Erdoğan hikayesi, Saddam hikayesi, Trump, Orban... Hepsi aynı hikâyenin anlatıcılarıdır ve halk, sahte kurtarıcılara inanır. Erdoğan’ın kabadayılıkları ve naraları, güçlü adam imajı için gereklidir. “Dış güçler” yalanının sahibi de Erdoğan’dır.
Korku, nefrete kolayca evrilebilen bir duygudur. Eğer iktidar, kimden korkmamız gerektiğini bize öğretiyorsa, aynı zamanda kimin düşmanımız olduğunu ve kimden nefret etmemiz gerektiğini de öğretir. “Dış güçler” uzaklardadır. Yani, Amerika veya Almanya ile doğrudan mücadele etme ya da mehter takımlarıyla onlara gözdağı verme şansı yoktur. Dış güçler anlatısı, bu güçleri yenmek için değil, ülkedeki olağanüstü durumları gerekçelendirmek ve halk tarafından sorgulanmadan kabul ettirmek için faydalıdır. Ayrıca, her ülkede dış güçlerin işbirlikçileri vardır. Muhalifler, bu dış güçlerin işbirlikçisi ve vatan hainleri olarak gösterilir, bu hainlere keyfi zulümler yapılırken halk da bunu alkışlar. Halk, bu tavrıyla kendisini “vatanın sahibi ve kurtarıcısı” olarak görür.
Berkin Elvan’ı yuhalamak, bir insan olma sorunu değil de bir “demokratik tavır koyma ve direnme” olarak algılanır. Bu nedenle, Kavala işbirlikçi, Demirtaş hain ilan edilir. Yani, bu zulmü “direnme” ve “vatan savunması” olarak gören bir kitle vardır. Bu, çok bilinen ama her seferinde işleyen bir hikayedir. Tekrarlar monotonlaştırabilir ve can sıkıcı olabilir, ancak belirsizlik içermeyen, güvenli bir alan yaratır. Aynı yolu tekrar tekrar giden birinin yolunu kaybetme ihtimali yoktur. Bu, bir tür düven öküzü gibi hep aynı şeyleri tekrar ederek ilerlediğini sanma halidir.
Bu sistemde yaşayanlar, kendilerini çok politik olarak gören apolitiklerdir. Yani, aslında bir politikaları yoktur. İtaat etmeyi, birilerine kuyruk olmayı ve kitlenin bir parçası olmayı politikleştirmek sanırlar.
İnsan yalana alışkın. İnsan yalanı seviyor. Masallar, filmler... Yalanı seviyoruz çünkü yalan yaşadığımız gerçekliğe tahammül edebilmemizi sağlıyor. Mesele yalanda değil yalanın kalitesinde. Mantıklı yalanlar söylemek... Nazi’lerden bu yana mantıksız, saçma yalanlara bile insanın sürekli kararalı, inandırıcı ve ısrarlı söylendiğinde inanacağını biliyoruz... Artık akıllı yalanlar değil yalancı yalanlar bile işe yarıyor. Bu kadar palavra nasıl olur da kabul görür? Mausfeld, yanlış enformasyon ile dezenformasyon arasında bir ayrım yapar. Otoriter sistemler yalnızca yanlış enformasyon vermekle kalmaz, aynı zamanda daha fazla yanıltıcı enformasyon sağlarlar. Yanlış ve yanıltıcı enformasyonlar, bir süre sonra o ülkedeki tüm bilgileri güvenilmez hale getirir. Yani insanlar hiçbir bilgiye güvenmez hale gelir. İşte bu bilgi kirliliği ortamında insanlar, kurumlara—yani enformasyonu kirletenlere—inanmak zorunda kalırlar. Korkanın kendisini korkutana sarılması gibi, yalancı ve sahtekarlardan doğru bilgiye ulaşmaya çalışırlar. Bu durum, aslında paranoyak bir ortam yaratır: hiç kimse, hiç kimseye güvenemez. Bu durumda bir kanaat oluşturmak istiyorsunuz ve elinizde güvenilir hiçbir veri yok. Siz bu kaostan ve belirsizlikten ötürü güvenilir veriye de kuşkuyla yaklaşıyorsunuz... Kurt dumanlı havayı sever...
Bu güvensizlik, komplo teorilerinin ve “dış güçler” söyleminin kolayca kabul görmesini sağlar. Bu duruma hizmet eden en güçlü senaryo ise terör korkusudur. Terör korkusu, bir korku kültürü yaratmada çok etkili olup, insan haklarını sınırlamakta kabul gören bir anlatıdır. 11 Eylül saldırıları sonrasında Batı’daki değişim buna en iyi örnektir. ‘Fetö’ terör anlatısı da aynı zamanda sınırsız bir zalimlik hakkı veriyor ve kimse bu insanlara yapılanları sorgulamıyor.
Okul, eğitim sistemi, hukuk... Bu kurumlar ve sistemler de iktidarın korku aparatlarıdır. İktidarlar, demokrasiden çok demokrasinin varmış gibi gösterildiği bir sistemi sürdürürler. Yani iktidar, bir tür demokrasi menajerliği yapar ve korkuyu, kurumlar aracılığıyla demokrasi retoriği ile demokrasi gerçekliği arasındaki farkı gizlemek için kullanır. Kapitalizmin en büyüleyici yanı, imkânsız sayılabilecek “hayali üretme gücüne” sahip olmasıdır. Demokrasi retoriğinde de bu hayal sürekli olarak yeniden üretilir. Her birkaç yılda bir çağ atladığımıza inanmanın büyüsü biraz da buradan gelir. Demokrasinin en etkili silahı, insanı eşit olabileceğine/olduğuna inandırabilmesidir. Yani benim Erdoğan, Demirören, Mark Zuckerberg ve Elon Musk eşitiz. Seçimler de bu eşitliğin ispatı olarak lanse edilir. Herkesin bir oyu vardır ve sayısal olarak herkes eşittir. Ayrıca halk, yöneticisini gerçekten kendisinin seçtiğine inanır. Bazen halkın öfkesi sandığa protesto olarak yansır, ama seçilenler de adaptasyon sürecinden sonra iktidarın sistemine eklemlenirler.
Mausfeld, günümüz kapitalizminin belirli alanlarda feodalizmi yeniden inşa ettiğini (Refeodalisierung) yazar. Basında yazılan ve devletle sembiyotik ilişkileri olan “beşli çetenin” sahip olduğu olanaklar ya da Erdoğan’ın yetkileri, tarihteki feodal ağalarda bile yoktu. SİT alanlarının kamulaştırılması, maden aramalarına verilen özel izinler, tarikatlara tanınan özgürlükler, feodal sistemdeki ayrıcalıklara benzer çünkü bunların rasyonel, halkın yararına ya da ülkenin geleceği için kabul edilebilir bir gerekçesi yoktur; yalnızca kâr amaçlı ve ağalara hizmet etmek için yapılır.
Demokrasinin insanda uyandırdığı inanç, yöneticilerin halkın yararına işler yapacağına dair bir kanıdır ve bu inanç, iktidarın sorgulanmasını zorlaştırır. İslam’da kutsal ile yöneticinin iç içeliği ve gücün kutsala dayanması, eleştiri imkânını ortadan kaldırır. Yani İslam’ın yöneticileri, aynı zamanda kutsalı temsil edenlerdir: halifeler. Halkın yöneticiye itirazı, kutsala ve güce itiraz anlamına gelir. Devletin, iktidarın ve yöneticinin dokunulmazlığı vardır. İktidar değişimi, genellikle iktidar mücadelesi veren gruplar arasında olur. Halkın isyanı ve muhalefet geleneği ise çok yaygın değildir.
Güç ve korku
Güç/iktidar, genel olarak, bir kişinin kendi isteklerini karşısındakine kabul ettirmesi ve onu boyun eğdirmesi olarak tanımlanır. Eğer biri gücünü dayatıyor ve güçlülük duygusu yaşıyorsa, diğer tarafın yaşadığı şey acizliktir. İşte bu acizlik, acze düşme tehlikesi, korkuya neden olur çünkü kimse isteyerek aciz olmak istemez. İktidar sahipleri de insanlara hükmetmek için bu korkuyu kullanırlar. Bunun bir başka anlamı da şudur: yönetebilmek için korkutmak ve korkular üretmek gerekir. Korkunun politikası...
“Komünizm gelecek”, “Askeri darbe olacak”, “Şeriat gelecek”, “Dış güçler”, “Suriyeliler vatanı alacak”, “Milliyetimiz yok olacak”... Onlarca, yüzlerce korku... Çocuklar korktuklarında anneye sığındıkları gibi, kendilerini korkutan da anne olduğunda yine ona sığınırlar. Bu, garip bir durumdur. İnsan, kendisini korkutan dine ve devlete sığınarak korunmayı dener. Korku ile gücün görünmez ama güçlü iş birliği böyle işler.
Bir politik sistemi anlamanın en iyi yollarından biri, o sistemde yaşanan korkuları incelemektir. Özellikle otoriter sistemlerin en temel özelliği, korku üzerine kurulu olmalarıdır. Korkunun amacı da hükmetmektir. Sadece otoriter sistemler değil, batı tipi demokrasiler ve neoliberal sistemler de Mausfeld’e göre, korku imparatorlukları yaratmak zorundadır. Çünkü demokrasi ve kapitalizmin uyumlu olması imkânsızdır. Örneğin, demokrasilerin vaat ettiği bazı sözlerin imkânsızlığı göz önündedir. İnsanlar, nasıl yönetileceklerine kendileri karar verdiklerini sanırlar. Ancak, ekonomik gücü olanların partilere finansal destek vermeleri, basını ellerinde tutmaları ve küçük bir kasabadaki memurun kendisinin nasıl yönetileceğine demokrasi adına inanması günümüzde adeta bir komediye dönüşmüştür.
Başka bir iddia da kişilerin kendi aralarındaki ya da devletle olan sorunlarını barışçıl yollarla çözebileceklerine inanılmasıdır. Oysa kapitalizmdeki en temel sorun, gelir dağılımı ve sınıflar arası ilişkilerde yatar ve bu sorunların demokrasiler tarafından çözülebileceğine inanmak oldukça zordur.
Neoliberalizmi tam olarak bilmiyorum. Ancak, Mausfeld’in toplumdaki ruh halinin oluşmasına dair ileri sürdüğü gerekçeleri oldukça gerçekçi buluyorum. Yani, neoliberal politikalar yarattıkları illüzyonları yerine getiremezler ve bu durum halkta büyük kızgınlıklar yaratır. Bu kızgınlıkları kontrol edebilmek için de devletler otoriterleşmek zorundadır. Günümüzde yaşanılan otoriterleşme neoliberal politikaların sonucu olan kaçınılamazlıktır.
Saçmalık ve korku
Bebek ağladığında annenin kendisine geldiğini deneyimliyor. Bu onun içselleştirdiği bir konsept ve bu konsept de bir alt yapı (Strüktür) oluyor. Daha sonra ağlamadan önce ağladığında annenin geleceğini öngörebiliyor. Ağlamak ‘anne seni istiyorum’ anlamına geliyor. İşte bu öngörü onun korkularını azaltıyor anneye/dünyaya güvenmesini sağlıyor. Devletin, iktidarın asli görevi güven vermek, plan yapmayı kolaylaştırmaktır. Bu anlamda devlet annenin/babanın işlevini kurumları üzerinden üstlenir. Ama yaşanan ekonomik, psikolojik, politik, sosyal belirsizlikler korkuyu çoğaltıyor. Regresif bir korku. Bu tür regresif korku gerçeklikle çok ilişkiliyse bu derin psikolojik bir kriz demek. Popüler ırkçı politikacılar işte bu öngörülemezliği korku politikalarının merkezine taşıyorlar. Erdoğan’ın söyledikleri sıkça o kadar saçma ki. Bu kadar saçma ve birbirine zıt şeyleri aynı konuşmada kullanması bu politikayla ilgili. Saçmanın zirve yapması ve bu saçmalığın öngörmeyi imkansızlaştırması. Erdoğan’ın hangi gün hangi saçmayı söyleyeceğini bilmiyoruz. Devlet, devletin geleneği falan dedikleri de zaten bu öngörmeye ve bu öngörü diline dair. Trump, Orban, Erdoğan ne kadar saçmalarsa ülke/dünya tedirgin oluyor. M. Weber moderne’yi anlatırken planlanabilir ve öngörülebilir olmasını temel koşul olarak yazmıştı. Moderne bina yapmak, telefonla televizyon yayınına katılmak, botoks kullanmak değil yani...
Korkmak insana ait bir duygu. Korkunun alarm fonksiyonu var. Öngörmek ve sonucun negatifliğini görmek ve bunun korkunçluğu insanı önlem almaya, kendini korumaya, güvenceye almaya yönlendiriyor. Korkmak, korktuğunu göstermek zayıflık, zaaf olarak da görülebiliyor. Aziz Nesin anlatmıştı... Kahramanlık korkunun olduğu durumda ortaya çıkar. Kahramanlık korkuya rağmen bir yolun yürünmesi, bir fikrin savunulmasıdır. İnsanoğlu korkar. Korkusuzluk tanrısal bir özellik. Özellikle tek tanrılı dinlerin tanrısı korkusuzdur.
Son söz şairin. Salih Bolat demiş: ‘bir gün ölürüm ben/…/ ama ölmekten korka korka ölürüm/yaşamayı sevdiğim için’.