Erol Köroğlu
Kötülükle yüzleşme sanatını ustalardan öğrenmek II
A’nın saçları kısa kesilmiş. Büyük ağzı, aşırı boyalı gözleri, pembe kazağı altından göğüslerini gülünç sivrilikte gösteren sutyeni, her şeyiyle ilk bakışta belli ediyor ne olduğunu. Cikleti ağzını gereğinden fazla oynatarak çiğniyor, kalabalığı yarmak için elinde tuttuğu çantadan da yararlanıyor. Omzuyla erkeklere çarpıyor, sonra da kendisini çimdikleyenlere, sanki onları kışkırtmış olan kendisi değilmişçesine üst perdeden sövüyor: “Hadi ordan, götlek!”
A’nın da her insan gibi bir anne ve babası var. Fakat bir ailesi yok. Bu iki kişiyle görüşmüyor. Hayatında, vücudunu sattığı erkekler dışında kimse yok. Annesi aslında A’nın ana-ablası. Sorulduğunda bunu önce “anam bir, ablam bir” diye açıklıyor. Karşısındaki bunu da anlayamayınca, duruma açıklık getiriyor: “Hiç ne olacak… Babam ablama saldırmış, ben piç olmuşum…”
Acar gazeteciliğe boş verip, oldu olacak, A’nın adını da söyleyeyim size: Aysel. Kadının adı var ama soyadını bilmiyoruz. Söylemiyor. Daha doğrusu yazarı, biz okurlara bu bilgiyi vermiyor.
Evet, rahatlayabilirsiniz, Aysel bir roman kahramanı, gerçek hayatta yaşamıyor. Kâğıttan bir varlık o. Yazının ilk paragrafı tamamıyla ve ondan sonraki paragraf da benim ufak müdahalelerimle Aysel’in yer aldığı romandan geliyor. Türkçe edebiyatın iyi bilinen metinlerinden biri bu: Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanı. Soysal’ın ilk olarak 1973’te yayımladığı, 1974’te Orhan Kemal Roman Ödülü’ne layık görülmüş, siyasal ve toplumsal gerçekliği çok etkileyici biçimde temsil eden bir roman. Soysal, bu romanda, 1970’ler Ankara’sının Yenişehir semtinde bir öğle vakti bir apartmanın önünde duran çürümüş kavağın çökmekte oluş anı etrafında, pek çok karakterin zihinlerine girerek, o günün Türkiye’sindeki sınıfsal konumları temsil eden hikâyeler kuruyor. Aysel’inki bunlardan biri.
Bu yazıda Soysal’ın bir modern klasik haline gelmiş bu romanından ve özellikle Aysel karakterinden söz edeceğim ama, bu kâğıttan karakterin babasının kendi öz kızına tecavüzü ve hamile bırakması sonucu dünyaya gelmiş olması, sırf kurmaca olduğu için sizi rahatlatmış olmasın.
“Böyle şeyler romanlarda olur işte. Ne sağlıksız hayal güçleri var bu yazarların. Özellikle solcu olanların. Belki de ülkelerini ve o ülkeyi mümkün kılan kutsal aile kurumunu sevmemeleri, bir türlü sevememeleri, aksine nefret edip bunları yıkmaya, yok etmeye çalışmaları böyle sapkın ve sapıkça romanlara, roman bile demeyelim hezeyanlara yol açıyor. Olur mu öyle şey, ana-abla imiş de, daha daha da neler imiş!”
Böyle düşünmeyi tercih ediyorsanız yanılıyorsunuz. Durum bundan daha da kötü. Türkiye’deki ensestin boyutlarını anlamak için Büşra Sanay’ın 2018’de Doğan Kitap’tan çıkan ve ensest mağdurlarıyla söyleşileri içeren kitabı Kardeşini Doğurmak’a bakabilirsiniz. Kitaba adını veren söyleşide bir doktor Sanay’a, babasından beş altı kere doğum yapan kadınlardan söz ediyor.
Türkiye’de ensestin varlığı % 40 olarak ifade ediliyor. Yani 10 kişiden 4’ü ensest faili ya da mağduru. Türk ailelerinde kadınlar babaları, amcaları, dayıları, dedeleri, ağabeyleri, küçük kardeşleri ya da kuzenlerinin cinsel tacizine, istismarına ve tecavüzüne uğruyor. Ve bu kadar büyük bir sorun gündem olamıyor. Halı altına süpürülüyor. Herhalde ensest dışı kalan % 60’ın pamuklara sarılarak korunması gereken kutsal Türk İslam ailesini sürdürmeye yeterli olduğu düşünülüyor. Hatta ensest yokmuş gibi davranılırsa, kutsal ailenin dayanağı % 99’lara filan ulaştırılabilir ve kalan miniskül eksik de, LGBTİ+ gibi sapıklıklarla mücadele edilerek, eşcinsellerin yasal evliliklerinin önüne geçilerek, farklı cinsel yönelimler ve toplumsal cinsiyetler ezim ezim ezilerek kapatılabilir. O zaman gayret bizden, takdir ve tevfik Allah’tan. Her ilde kutsal aile nümayişlerine devam. Biiznillahi teala dış mihrakların sapıklık lobileri bunlar sayesinde yerle yeksan kılınır iken, kudsî aile müessesi de ilelebet payidar olacaktır.
Öyle değil tabii. Bunlar bomboş ezberler ve fantezi pompalaması. Devekuşunun başını toprağa başka nedenlerle gömdüğü ortaya çıktı ama Türkiye’de ve dünyada “kutsal aile lobisi” herkese tam olarak bunu yaptırmaya çalışıyor. “Nerede ensest? Görmüyorum ki! Olmaz zaten öyle bir şey. Hiç insan kendi kızına, ablasına, torununa tecavüz eder mi?” Olmaz ve de olabilemez! Mesela Sevgi Soysal gibi sapkın solcu yazarlar, bu olabilirmiş gibi kafa karıştırırlar ama bakın mesela ilk Türkçe roman olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’a. İlk romanı yazdığı için edebi kahramanımız olan Şemsettin Sami’nin (ve aynı zamanda ne hikmetse, Arnavut milliyetçiliği açısından da Latin temelli alfabeyi geliştirdiği için milli kahraman olan Sami Fraşeri’nin) gösterdiği üzere, çeşitli şanssızlıklar sonucu, kızı olduğunu bilmeden Fitnat’la nikahlanan Ali Bey, eski karısına pek benzediği için âşık olduğu ama karşılık bulamadığı Fitnat uyurken, kendini tutamayıp onu öpmeye kalkıştığı her an bir ilahi güç ona engel olur. Yani takdir-i ilahi de enseste razı değildir. Yani en azından bu romanda. Ama tabii, roman işte. Neyse…
Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanı gerçekten de bir kurmacadır. Son derece özenle inşa edilmiş bir anlatı evrenine sahiptir. Her karakter ince ince oluşturulmuş ve birbirleriyle de son derece iyi düşünülmüş biçimlerde bağlantılandırılmışlardır. Gerçekten de bu metnin anlatısal çözümlemesi için 20 sayfa, 30 sayfa rahatlıkla yazılabilir. Nitekim bu romanın anlamı ve toplumla ilgili incelikli sosyopolitik mesajı, anlatı tekniği göz ardı edilerek ortaya koyulamaz. Buradaki toplum ve dönem temsiline karşı da çıkacaksanız, destek de verecekseniz, metnin karmaşık anlatı tekniğine dikkat etmek zorundasınız.
Ne var ki, kurmaca metinlerin ağza alınamazın konuşulmasına ve kötülükle yüzleşmeye dönük katkıları tam da kurmacalıklarının, bir yerde “uydurulmuş” olmalarının yoğunluğuyla doğru orantılı olacaktır. Yazar anlatısını ince ince kurarak, okurda pek çok kurmaca dışı metnin açıklamalarının ötesine geçen bir “anlayışı” derin ve çok boyutlu biçimde oluşturur.
Mesela Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin anlatı tekniğinin başlıca yönlerini düşünelim: Kolaylıkla karakterlerinin zihnine girebilen ve onların sadece o anda düşündükleri ve hissettiklerini değil, geçmişlerini anımsayışlarını da görüp okura aktarabilen üçüncü tekil şahıs, öyküde bir kahraman olmayan bir tanrısal anlatıcı vardır. Bu anlatıcı, zihnine girdiği karakterlerin hafızalarına ulaşırken, şimdiki zamandan geçmişe de gider ve kısalı uzunlu geçmiş hikâyeleri anlatır. Gerçek hayatta da geçmişimizi şimdiyle ilişkilendirerek bir kişilik geliştirmiyor muyuz?
Anlatı sesi ve geçmişe dönüşler dışında, romanın anlatı tekniğinin en önemli özelliği karakterizasyon ya da kişileştirme dediğimiz tekniktir. Bu konu genelde karakter, tip, kahraman, anlatı kişisi gibi kavramlarla tartışılır. Böyle yapmaya eğilimliyizdir, çünkü gerçek okurlarla yürütülen deneysel çalışmalar, kurmaca karakterlerini gerçek kişiler gibi gördüğümüzü göstermiştir. Hayal gücü ürünü bir kurmaca okuduğumuzu bilsek bile, o sayfalardaki karakterleri gerçek kişiler gibi düşünürüz. Zaten aynı araştırmalar, okurların gerçek hayatta karşılaştıkları insanları kurmaca metin kişileri üzerinden de değerlendirebildiğini gösteriyor. Gerçek hayata bakışımızı bile kurmaca metinler belirliyor diyebiliriz belki, bu son noktadan yola çıkarak.
Halbuki kurmaca karakterler, yazarları tarafından bir kişileştirme süreci sonunda ortaya çıkartılırlar. Aslında böyle bir metindeki özellikle önemli bir rol oynamakta olan her kahraman, metnin başından sonuna kadar sürekli kişileştirilir. Zaten psikoloji, gerçek hayattaki insanların kişiliklerinin de sabit bir kutu olmadığını, sürekli değiştiğini, dönüştüğünü söylüyor. Kurmaca anlatılarda ise, kişileştirme bazen anlatıcının karakterle ilgili verdiği açık ya da örtük bilgiler, bazen diğer karakterlerin bu karakter hakkında söyledikleri, bazen karakterin kendisi ya da başka karakterler hakkında söyledikleri aracılığıyla ilerletilir. Metni okurken sürekli yeni bilgi ya da enformasyonla karşılaşır ve yoruma giden süreci yenileye yenileye ilerleriz.
O zaman, bu kadar ince ince, belki de sinsi sinsi anlatı tekniğini yoğuran yazarlar, bu usta uydurukçular nasıl bize hakikatle ilgili inanılacak bir şey söyleyebilirler ki? Bu kadar oyun oynayan edebiyatçıların, kurmaca metinleri üzerinden gerçek hayatla ilgili verdikleri mesaja nasıl inanabiliriz? İşi bizi kandırmak olan yazarı, hakikat anlatıcısı olarak görmek bir çelişki olmaz mı?
Bu sorunun cevabı kolay değil ama açık olan bir gerçek var: Kurmacalığını saklamadığı, gerçeklik iddiasında bulunmadığı sürece, edebi bir metin, en zorlu modernist ya da post-modernist teknikleri kullansa bile, gerçek hayatımızla ilgili tatmin edici bir mesajı ortaya koyabilir. Sevgi Soysal’ın ensest çocuğu çocuk-fahişe Aysel, romanda kendisine ayrılan bölümde cümle cümle örülmüş, ilk belirdiği andan romandaki rolünü tamamladığı ana kadar adım adım oluşturulmuş incelikli bir karakterdir. Bir roman kişisidir.
İsterse yazar Aysel’i, diyelim Selay adlı başka bir fahişenin hayat hikâyesini, kendi ağzından dinleyerek, neredeyse gerçekle birebir örtüşecek biçimde yazmış olsun. Artık bu bölüm bu romana girdikten sonra, önümüzde Selay değil de Aysel vardır. Aysel bu açıdan benzersizdir. Gerçek hayatta ona denk gelebilecek hiç kimse olamaz. Fakat bunun ötesinde, bizi temsil ettiği bu inanılmaz kâbusun gerçek hayatta nasıl gerçekleşebileceğine ikna eder.
Paul Ricoeur, Hermenötik ve İnsan Bilimleri başlıklı kitabında “kurmacanın dünyası bizi gerçek eylem dünyasının ta merkezine taşır” diyor. Soysal’ın romanında Aysel’in hikâyesini okudukça, Hacı Doğan mahallesinin sevgisiz ve var kalma mücadelesiyle örülmüş yaşamında, babasının tecavüzü sonrasında ablası tarafından dünyaya getirilip fahişe olarak hayatta kalan bu ana-abla tarafından itip kakılmayla, yarı aç yarı tok büyüyüşünü görürüz. Ana-abla, daha 11 yaşındayken Aysel’i başka erkeklere satacak, bu başka erkeklerden bazıları onu kaçırıp Antakya’da pazarlayacak, oradaki bir müşteri tarafından kaçırılıp tekrar Ankara’ya getirilecek ve pavyonda çalışmaya başlayacaktır.
O kadar çok ayrıntı var ki aslında, romana gidip Aysel’in bölümünü okumanız gerekli. Aslında bu da yetmez; Aysel’in bölümünü tüm romanın içindeki yeri açısından da okumanız gerekli. Bu bölüm romanın en sert yeri. Toplumun, toplum dışını nasıl ürettiğini görüyorsunuz. Aysel’in bu bölümdeki temel sorunu ne biliyor musunuz? Ensest ilişkisinden doğduğu için bir “kafa kâğıdı,” yani kimliği yok. Hatta bu yüzden pavyon basıldığında, polisler kafa kâğıdı ve vesikası olmayan, kemik yaşı 15 olarak saptanacak 13 yaşındaki bu çocuk fahişeyi ne yapacaklarını bilemiyorlar. Allahtan sorunu, Aysel’in pavyondan müşterisi olan komiser çözüyor ve Aysel’e sahte kimlik yaptırabileceği bir berber dükkanının adresini veriyor. Nitekim bölüm “mutlu son”a ulaşacak ve Aysel, artık fiyatını yükseltmesini de sağlayacak sahte kimliğini satın almış olacak.
Kutsal aile miti, kendisine kimlik veremediği Aysel’e sahte kimlik almanın yolunu gösteren düzenin bir parçası. Aile olgusu etrafındaki her sorunu, ağza alınamaz kötülükleri görünmez kılmaya çalışıyor. Fakat bu boş bir çaba. Kurmaca anlatılar, düzene koyarak anlattıkları hikâyeler aracılığıyla tam da görülmesi gerekeni, her şeyin üstüne çekilmeye çalışılan halının altındaki pisliği görmemizi sağlıyorlar. Gerçek eylem de orada yatıyor. Saçma sapan aile fantezileri kurup insanlara yaşamı haram etmek yerine, sorunların üzerine giden, gerçekten toplumsal ilgi ve dikkate mazhar olacak bir aile yaklaşımına gereksinim duyuyoruz.
Aile önemli.
Herkese lazım.
İnsanı özgürleştirdiği sürece.
Bizi kötü yaşamlara mahkûm eden bir bukağıya dönüşmediği sürece.