Kötülükle yüzleşme sanatını ustalardan öğrenmek III

Ensestin, aile kurumunun kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş bir sorun olduğunu görür, bunu tek bir siyasal ya da toplumsal kararın çözemeyeceğini anlarsak "herkesi eşcinsel edecekler” gibi herzelere inanmamız mümkün olabilir mi?

Geçen hafta Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanı hakkında konuşmaya başladık. Daha doğrusu, romanın sondan üçüncü bölümüne adını veren Aysel’in hikâyesi hakkında. Romandaki bölüm başlığı “Aysel Ali’ye fiyaka satıyor.” Bu başlığı konuşmadık tabii. O yüzden açmak gerekecek. Babasının, ablasına tecavüzüyle dünyaya gelen ve bu nedenle bir kimlik kartına dahi sahip olamayan Aysel, bir fahişe olan “ana-ablasının” travmayla yoğrulmuş acımasızlığından kurtulmak için çocuk yaşta kendi de fahişe oluyordu. Çalıştığı pavyon polis tarafından basılıp kimliksiz ve vesikasız olduğu için nezarete atıldığında, orada bir güzel dayak yemiş devrimci Ali’yle karşılaşıyor ve ilk kez müşterilerinden farklı bir erkek görmüş oluyordu. Aysel, dayaktan baygın halde nezarete atılan Ali’nin yüzünü temizlerken, erkek değil bu, adam diye düşünecektir.

Ali’nin devrimciliğini anlamaktan uzaktır Aysel. Aslında romanda Ali bize son derece gerçekçi ve ayakları yere basan bir devrimci olarak yansıtılır ama Aysel’in, onu sadece et olarak gören, kadın denilince birer seks zombisine dönüşen erkekler ordusuna karşı bir savaş olan hayatında Ali’nin solcu iradesi yeterince anlaşılır değildir. Fakat kendisine insan olarak davranan bu erkek, Aysel’in hoşuna gitmiştir. Onunla ilgili, onunla yaşayacağı aşk hayatı üzerine fanteziler kurar. Hayal dünyasında, onu pavyondan kurtarmaya gelen Ali’yi önce pavyonun fedailerine güzelce dövdürecek, sonra müdahale edip yaralarını temizledikten sonra onun kurtarıcısı olacak, ancak ondan sonra ona aşkını sunacaktır. Toplumun en ileri derecede kurbanı olan Aysel, kurtarılmayı değil, kurtarmayı ister. Böylece, bir yerde, en doğal hakkını, özne olmayı dilemektedir.

Fakat Aysel müşterisi komiserin yönlendirmesiyle, bir berberden satın aldığı sahte kimliğiyle dolmuşa bindiğinde, Ali’yi kibar kızı Olcay’a yönelirken görünce, erkeklere ağız dolusu küfredecek, bu yüzden dolmuştan atılınca da, Ali’ye göstermeye çalışa çalışa bir taksi çevirecektir. Aşkta yenilse bile, savaşta kazanmıştır ne de olsa. Üstüne üstüne abanan erkek dünyasına karşı onu sevecek birini bulamamıştır ama onun varlığını kabul etmeyen topluma karşı bir kalkan olarak kullanacağı o sahte kafa kâğıdı artık elindedir.

Aysel’in okurken içimizi kıyan sarp öyküsünün yer aldığı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, 1973’te, yani cumhuriyetin ilanının 50. yılında yayımlanmış. 50 yıllık başkent Ankara’da geçiyor. Ulaşmamıza kısa bir süre kalan 2023, malum olduğu üzere cumhuriyetin 100. yılı. Bir asır dolmuş olacak. Soysal’ın romanının ise 50. yılı olacak.

Soysal romanında ekonomik, siyasal, toplumsal, sosyal psikolojik ve birey kaynaklı psikolojik çelişki ve çatışmalarla mücadele halinde bir toplumu resmeder. Tüm roman, Yenişehir’de bir öğle vakti çökmekte olan çürük kavak etrafında buluşmuş karakterlerin birbiri peşi sıra gelen öykülerinden oluşur. Üçüncü tekil şahıs ve tanrısal bir anlatıcı, her bölümün başında bir biçimde birbirine değen karakterlerin zihinlerine girer ve onların şu andaki psikolojik durumlarını, buraya varma öyküleri üzerinden okur için görünür kılar. Her karakter Aysel kadar ezici bir öyküye sahip değildir ama hepsi bir biçimde okuru şaşırtır ve bu bireysel öyküler üzerinden bunların içinde yer aldığı veya kaynaklandığı toplumu düşünmeye sevk eder. Karşımızda sorunlu bir toplumsal yapı vardır.

Romandaki karakter odaklı her bölüm toplumla ilgili yorumun ilerlemesine ve henüz 50. yaşını kutlamakta olan bu toplumun, çökmekte olan çürümüş kavakla adım adım özdeşleştirilmesine yol açacaktır. Kavak, bilindiği üzere, bir şehir ağacı değildir. Şehir ortaya çıkarken, artık kıymetli hale gelen bulunduğu yere bir apartman yapıldığında, hazırda yeşillik ve gölgelik olarak düşünülmüş, kesilmeden bırakılmıştır. Bırakılmıştır ama hiçbir biçimde bakımı da yapılmamış ve zamanla, kim bilir neden, çürümüş ve şimdi çökerken etrafını saran bu şehir ve topluma ufak çaplı bir kriz yaşatmaktadır. Çöken kavağın, onun etrafında anlatılan topluma benzediğini düşünürüz ama acaba toplum bunun ne kadar farkındadır?

Kavak nasıl hücre hücre, gövdeden dala, daldan yaprağa ve hep birlikte köklerine kadar, çok uzun bir sürede adım adım çürüdüyse, bu romanda devrilmekte olan bu kavağa benzetilen toplum da, tüm bireyleri ve kurumları üzerinden adım adım ama her bir unsur birbirini etkileyerek çürümüştür. Bu çürümeyi romanın başından sonuna, tek tek karakterler üzerinden izleriz.

Romanın en başında, fiyaka meraklısı yakışıklı tezgâhtar Ahmet’in kız arkadaşı Şükran’ı kendisiyle birlikte olmaya ikna etme çabalarını ve bunların boşa gidişini izleriz. Burada gençlerin cinselliğine dönük baskıların onları nasıl mutsuzlaştırdığını izlerken, Şükran’ın köy öğretmenliği yapmış arkadaşı Günseli’nin anlattığı bir zina hikâyesi üzerinden, namus sorununun sadece kentte değil, kırsal alanda da yol açtığı açmazlar görünür kılınır. Sonra her şeye hakkı olduğunu düşünen ve bunu diğerlerine de kabul ettirmek için sınıfsal olarak altında gördüğü herkese terör estirmeye çalışan Hatice Hanım’ın öyküsünü izleyip, oradan mirasyedi Necip Bey’in nasıl son paralarını tüketmekte olduğuna geçeriz. Onun paralarını bitirme öyküsü de, bizi bankada çalışan ve para biriktirerek yoksulluğu geride bırakma hayalleri kuran Mehtap’la tanıştıracaktır.

Bir sonraki adım işini bilen tüccar Güngör ve onun farklı bir benzeri olan Profesör Salih Bey olacaktır. Her ikisi de sınıf atlamış insanlardır ve bunu ancak etraflarındakileri geride bırakarak, yalnız bir koşuya çıkarak başarmışlardır. Fakat romanın en önemli karakteri, Salih Bey’in karısı Mevhibe Hanım olacaktır. Nasıl da tatsız tuzsuz bir kadındır bu! Evde pişen köftenin sayısına bile müdahale eder ve evdeki yardımcısının köfte hakkını oğluna yedirir. Fakat metin ilerledikçe, Mevhibe Hanım bize sadece bir şimdiki zaman sorunu olarak değil, aile bağları ve buradan kaynaklanan geçmiş cehennemiyle ortaya çıkan bir enkaz olarak görülecektir. Mevhibe Hanım, Trabzonlu bir Millî Mücadele dönemi milletvekilinin kızı olmakla övünür sürekli. Babasından ona, özellikle cumhuriyet kurulduktan sonra edinilmiş pek çok mal mülk de kalmıştır. Bu geçmiş ve vekil babadan devralınan itibarla Mevhibe Hanım, alt sınıftan kabul ettiği herkesi küçümser ve ezer. Oğlu Doğan ve kızı Olcay’ın hayatlarını da zehretmiştir. Fakat geçmişine döndükçe, siyasal açıdan çok kuvvetli o babanın despotluğu altında nasıl ezilerek büyüdüğünü de görürüz. Ailenin sorunları geçmişten gelmektedir.

Romanın alternatif olarak sunduğu öyküler de var. Bunlar Mevhibe Hanım’ın çocukları Doğan ile Olcay’ın devrimci genç Ali’yle dostluğundan kaynaklanıyor. Her biri kâbus olan bireysel öykülerin karşısında, bu üçlünün farklı bir toplumsal filiz olup olamayacağını tartışır romancı. Fakat çürüyüp devrilmekte olan bir kavak olan bu toplumu hemen sırtlaması mümkün değildir bu üçlünün. Onlar da, eskinin üstlerine yığdığı sorunlarla mücadele etmeye çalışmakta, toplumu yeniden kurmanın yollarını sancılı biçimlerde aramaktadırlar.

Hızlı ve temiz çözümler sunmayan roman, sona doğru önce bizi ayakkabı boyacısı Çingene Necmi ile karşılaştırır. Necmi, toplumun çürümüşlüğünü dışarıdan izleyen ve dışardalığının keyfini sürmeye çalışan bir ötekidir. Bu toplumun aileden siyasete, ekonomiden insan ilişkilerine ne boş işlerle düşüp kalkmakta olduğunu Necmi üzerinden hissederiz. Fakat Necmi gibi bir öteki, kendini toplumdan iyi kötü koruyabilirken, Aysel bunu yapabilmek için dişiyle tırnağıyla ve ancak o toplumun kötülüğüne cinselliğini bir meta olarak sunarak ayakta kalabilmektedir. Aysel’in ardından Sakarya Caddesi’nin delisini görürüz. Belki de bu delirmiş toplumla başa çıkmanın tek yolu, onun tarafından deli olarak yaftalanmak der gibidir bu karakter bize.

Romanın en sonunda, çürük kavak, çürümüş toplum ve bozuk düzenin her taraftan sıkıştırdığı kapıcı Mevlût’un kafasına devrilecektir. Bütün bu bireysel öyküler, sürekli vurguladığım üzere ince ince kurgulanmış, hemen akla gelmeyecek ama romanın ötesinde, gerçek hayatta da karşılaşılması çok muhtemel özellikler ve ayrıntılarla geliştirilir ve biz okurları toplumsal eleştiri içeren bir mesaja ikna eder. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, gerçek hayatta algılamakta zorlandığımız bir olguyu, toplumun çok yönlü ve hem eş hem artzamanlı bir etkileşim yapısı oluşunu görmemizi sağlar. Gerçek hayat buradaki kadar belirgin olmayabilir. Ancak oraya bakarken göremediğimiz bağlantıları bu kurmaca üzerinden daha rahat görebilir hale geliriz.

İşte o zaman ideolojilerin, kutsal aile gibi klişelerin, kolay formüllerin hayatı açıklamaktan uzak ya da bu açıdan yetersiz kalan şeyler olduğunu fark edebiliriz. Asıl uyduruk olan şey, hayatın anlamını bize açıklayan ve dayatan otoriter sistemlerdir. Hayat kaçınılmaz olarak karmaşıktır ve her sorun bu karmaşıklığın içerisinde ele alınmalıdır. Aysel’in bizi dehşete düşüren öyküsünü, romanın diğer bireysel öyküleri ve geneli ile ilişki içerisinde okuduğumuzda, ensest sorunu ve bunun aile kurumuna etkisini tek bir hamlede ya da sorunları halı altına süpürerek çözemeyeceğimizi görebiliriz.

Ensestin, aile kurumunun kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş bir sorun olduğunu görür, bunu tek bir siyasal ya da toplumsal kararın çözemeyeceğini anlarsak, “Lgbti+ lobisi,” “Türk aile yapısını yıkıyorlar,” “erkekleri erkeklerle evlendirecekler, herkesi eşcinsel edecekler” gibi herzelere inanmamız mümkün olabilir mi? Aile kurumunun önündeki en büyük sorun gerçekten de eşcinsel evlilikler midir? Bununla mücadele yolunda her tür homofobik hamle mubah mıdır? Yoksa önce herkesi düzcinsel kılıp ondan sonra diğer sorunlara yöneleceğiz gibi bir karar mı var ortada?

Ailelerdeki erkeklerin o ailelerdeki kadınlara şiddet uygulaması ve onları cinsel istismara maruz bırakması, erkek erkeğe ya da kadın kadına evlilik konusunun karşısında önemi olmayan bir mesele mi? Anlamayanlar için bir kere daha ifade edeyim: Ensest temelde erkeklerin kadınlara yönelttiği ve onlara zarar verdiği bir cinsel şiddet biçimidir, zulümdür, suçtur. Eşcinsellik, eşcinsel birliktelik ya da evlilik, sadece bireyleri ilgilendiren konulardır, gayet normaldir ve katiyen suç olmayıp, bunu tercih eden bireyler açısından tartışılmaz bir haktır.

Hayata baktığınızda bunları anlayamıyorsanız, bir de romanlara bakmayı deneyin. Belki onlar size işin aslını anlatırlar. Toplumdaki kötülüklerle nasıl yüzleşebileceğinizi ve neye karşı çıkıp kimlerle yan yana durmanız gerektiğini oradan anlayabilirsiniz. Hayata köstek olan safsatalardan ise, hayatı destekleyen kurmacalara yönelmek herkese iyi gelecektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi