Şahap Eraslan
Kürtler, Aleviler kendilerine ağabey, kardeş arıyor mu?
Yabancı bir toplumda iki türlü bir hareketlilik yaratıyor: tutuculuk ya da değişim. Köye gelen bir yabancı geleneklerin, göreneklerin, davranışların, törelerin başka türlü olacağını da gösteriyor. Kapalı bir kültür (Levi Srauß soğuk kültür diye adlandırıyor, yani değişimin yavaş olduğu bir kültür) kendi gelen ve göreneklerini ideal olarak sunar. Yabancı varlığıyla bu kültürün sorgulanmasına neden olabilir. Böylece baskın kültür ya yabancıdan etkilenerek değişiyor ya da kendi kültürüne daha sıkı sarılıyor.
Simmel’e yabancı toprağa sahip olmayandır ve mesela Avrupa Yahudileri buna örnektir. [1] İki tür yabancı var: iç ve dış yabancı (Ausländer). Dış yabancının üç özelliği var: nesnellik (objektiv), özgürlük ve devrimcilik. Yabancının dışarıdan gelmesi bir grubun içindeki sorunlara belirli bir mesafeden bakmasını, nesnellik sağlar ve tarafsız olabilme konumuna sahiptir. Onun tarafsız olabilme özelliği, yani gruptaki çatışmada bizden yana olmama olasılığı, bizim yabancıya duyduğumuz güvensizliğin temelini oluşturur. Yabancı özgürdür, kendi gidebilir ya da kovulabilir. Bir grubun bileşenlerinin birbirleriyle çeşitli bağları oluştuğundan yabancı kadar özgür gitme durumu yoktur. Yabancı devrimcidir, grubu sorgular ve gruptaki değişimi yaratır. Ama yabancının erki (Macht) yoktur. Bu şu anlama geliyor: Kimin yabancı olup olmadığını grup belirler. Yabancı var olan bir sistemin içine gelir ama kimin ev sahibi/kimin konuk olduğunu belirleyemez. Grup istemediği sürece kendi kurallarını kabul ettiremez.
KONUKSEVERLİK NASIL OLUŞUR?
Konukseverlik, yabancıya duyduğumuz ilgi ve korkunun yarattığı gerilim alanında oluşuyor. Yabancıdan korkma, yabancının müdahalesine, saldırgan olma ihtimaline karşı kendini savunma, karşı saldırıya geçmek, yani evrensel ve doğuştan gelen bir davranış biçimidir belki de. Konuk/ev sahibi ilişkisinde yabancı, saldırgan bir tutum takınmadan bir topluma girebiliyor. Konuğun bu biçimde gelmesi, beklenen saldırgan tutumu da önlüyor.
Bir yabancının konuk statüsünde kontrolü bir köyde çok önemli. Her ne kadar konuk reel olarak bir köyü tek başına fethedemezse de fiziksel ciddi bir tehdit oluşturmasa da gene de kontrol gerekli. Çünkü yabancı bir tabuyu çiğneyerek, sistemin taşıyıcılarında bir travmaya neden olabilir. Örneğin, köydeki bir kadınla cinsel bir ilişkinin kurulması, ailenin, sülalenin şerefinin yok olması anlamına gelir. Biz ortak semboller sistemi kurmadan insanlar arasında ilişki kurmakta zorlanırız. İnsanlar arasındaki sembollerin yok olması kötü sonuçlar doğuracağından, konuk ve ev sahibi arasında konukseverlik yoluyla bir semboller sistemi oluşur. Evinize gelen konuğa amca/abi/dayı/teyze/abla diyerek konuğu, yani yabancıyı kendi aile hiyerarşisinin içinde bir yere oturtuyorsunuz. Konuğun abiniz/amcanız yerine konulması ona amca/abi rolü de yüklüyor. Ve evin kadınlarıyla cinsel bir yaklaşımı, ensest tabudan ötürü engelleniyor. Bu tür semboller sistemi konuğun ve ev sahibinin kimliğini de güvenceye alıyor.
Kültür kuramları bazı kültürleri ‘oral kültürler’ olarak tanımlarlar. Bu kültürlerde işliklerin temelinde oralite yani ağız etkinlikleri öne çıkar. Finliler dostlarıyla saatlerce konuşmadan, birbirlerine sürekli ikramda bulunmadan yürüyebiliyorlarmış. Dostluk, arkadaşlık birlikte susabilmekmiş. Oral kültürde ağız boş durmaz meşgul edilir. Konuşmak, yemek, içmek gibi. Müslüman kültürler oral kültürlerdir. Arkadaşlıklar, dostluklar oral (ikram) takas üzerinden yürür. Dostluklar, arkadaşlıklarda ikram önemsenir. Kuru kuruya sohbet ve muhabbet olmaz yani. Psikanalizde oral dönemle çocuğun hayatta yaptığı ilk deneyimler (yaklaşık iki yaşına kadar) kastedilir. Bebek doğduğunda annesini emerken bazen çok açgözlü davranır. Oral açgözlülükle çocuk annenin memesine saldırır adeta. Açgözlülük hepsini istemek, paylaşmak istememektir de. Paylaşmak istememek başka duyguları da depreştirir. Kıskançlık, haset gibi. Daha sonra açgözlülük sosyalleştirilir ve çocuğa paylaşma öğretilir. Sosyalleştirilemeyen ise arlanmaya sebep olur. Açgözlülüğe toplum tolerans göstermez. Açgözlü, haset ve kıskanç olmak ayıplanır. Ama bu duygular çoğu kez aslında bütünlüğüyle ortadan kalkmaz, geri kalan negatif duygular/haller düşmanlaştırılan ötekine yansıtılır. ‘Doğu’ya çok yatırım yapılıyor.’, ‘Kürtlerin neyi eksik, ne hakkı istiyorlar’, ‘Bizim bir şeyimiz yok, Suriyelilere her şey veriyorlar’ tandık bir söylem. [2]Çocukluktan beri sosyalleştirilen ama buna rağmen arta kalan oral açgözlülük, haset ve kıskançlık ötekine projekte edilir. Oral kültürlerde misafirle ilişkide ikram öne çıkar ve misafir bebekleştirilir, böylece misafir sembolik olarak kastre edilir bir anlamda ve etkisizleştirilir.
Konuğa yapılan ikram, ev sahibinin sosyal statüsü, ekonomik durumu hakkında bir fikir verir. Konuğa oturması için sunulan yer, konuğun ve ev sahibinin ilişkisinde başka anlamlar da taşır. Söyle ki, baş köşeye oturtulan konuk onore edilir, saygınlığı vurgulanır. Bu oturma biçiminde, yaşlılık hiyerarşisi, konuğun tahmin edilen sosyal ve ekonomik statüsü de bir rol oynar. Eve girişte ayakkabının çıkarılması sembolik olarak evin temizliğini, içeri ve dışarı sınırının belirginleştirilmesi anlamına da gelir. Ayakkabının çıkarılması bir sınıra, başka bir ortama ve kurallara geçildiğine işaret eder. İçeri ve dışarının sembolik ayrımıdır bu aynı zamanda.
Konuğa gösterilen ilgiye bakınca, konuğa bir çocuk/bebek muamelesi yapıldığı izlenimi oluşur. Konuk, oturtulur, yedirilir, içirilir, yani konuğun bakımı bir çocuğun bakımına benzer. Konuk regresyona (çocukçalığa) zorlanır. Buna karşılık konuktan beklenen ‘akıllı olması’, sistemin kurallarına uymasıdır. Türk dilinde, eğitiminde, kısacası sosyalleşmede merkezi bir kavramdır ‘akıllı olmak’. Aslında akıllı olmak karar verilerek olabilen bir şey değildir. İnsan komik olmaya, zeki olmaya, spontan olmaya, bir şeyi unutmaya karar vererek başaramaz. Ama buna rağmen akıllı olmak önerilir ve beklenir kişiden. Akıllı olmak, mantıklı düşünmek, soyutlama yeteneğinden çok, beklenen davranışı göstermek anlamını taşır.
Toplumun beklediği davranışları gösterebilmektir akıllı olmak. Akıllılık çocukla büyük arasındaki ayrımı belirler. Yani çocukluk tam akıllı olma olgunluğuna ulaşamamışlık demektir. Regresif bir konuma getirilen konuk, akıllı olmak, yani büyük gibi, yani beklenen davranışı göstermek zorundadır. Yaşlı konuğun elini öpmek, ona saygı gösterisidir ve el öpmek ilişkide bir eşitsizliğe vurgu yapar. Asimetrik bir durum elini öptüğünüz eliniz öpmez yani.
Bir köyde veya kasabadaki mahallede herkes birbirini tanır. Aile terapisinin önemli kuramcılarından S. Minuchin onlarca hâlâ, teyze, dayı ve amcasının ve 200 kuzeninin olduğunu ve sokağa çıktığında birçok akrabasıyla karşılaştığını yazar.[3] İnsan küçük bir kentte, kasabada oturduğunda sadece mekânı, çevreyi değil sokaktaki birçok kişi de tanır. Kasabada yabancılık duygusu az yaşanır, birçok şey tanıdıktır. İnsanlar doğduklarında sosyal bir ilişki ağına da doğarlar. Gittikleri okulun yarısı akraba diğer yarısı ise tanıdıktır. Çocuk kendisine sunulan, tanıştırılan yani yabancı olamayanla ilişki kurar. Yani taşrada kasabada, köyde yabancıyla tanışmak, yabancıyla ilişki kurmak çok bilinen bir şey değildir. Kısacası insanlar yabancıyla tanışmaya acemidirler. Köylülerin köydeki ilişkileri tanıdıklar ve akrabalar arası ilişkidir. İnsanın kimliği bu sosyal ilişkilerde oluşuyor ve onaylanarak stabilize oluyordu.
‘TANIDIK YABANCILAR’
Kentteki kiracılık meselesini de dahil edelim. Kiracılık insanın oturduğu mekâna kök salamaması demek de. Ayrıca yurdun işe göre düzenlenmesi, insanların yaşayacağı mahallenin, kentin, ülkenin işe/işyerine gör ayarlanması yeni sosyal ilişki ağlarını da zorunlu kılıyor. Yani çalışılan işlerdeki süreksizlik ve uzun süreli olmaması, yani işlerdeki güvencesizlik yeni bir kültür ve buna bağlı psikolojik bir durum yaratıyor: yarı göçebelik. Çalışılan işler ve mekânlardaki süreksizlik ve hafif bağlanma hali…
İnsanlar ilişkilerini yüzeysel kurarak ayrılıkları kolaylaştırmak, taşınmalarda, işyeri değişikliklerinde ayrılık acısını azaltmak/sınırlı tutmak için derin duygusal bağ kurmaktan kaçınıyorlar. Bunun bir başka anlamı da insanlar birbirlerine “tanıdık yabancı”lar. Yani tanışıklar ama aralarında bağ yok, yakın ilişki de olmadığı için aynı zamanda yabancılar da. Kentlerdeki ilişkileri de daha çok tanıdık-yabancılık belirliyor. İyi bir sosyallik bir/iki dost, birkaç arkadaş ve yüzlerce tanıdık ilişkisinin olması yani.
Bu durum insanın kimliğinin çeşitli ortamlarda ve ilişkilerde güvencesizliği anlamına da geliyor. Yaşadığım köyde/kasabada bir kişinin kimliği, kim olduğu, mesleği, sosyal statüsü herkes tarafından bilinir. Yani insanın kimliğini birçok yerde anlatması veya göstermesi gerekmez. Yani kişi kendi kimliğinden emindir ve kimlik sosyal ilişkilerde kabul görür. Kentte herkesin birbirine yabancı olmasından ötürü insan kimliğini göstermek, ispat etmek, teşhir etmek durumundadır. Yani kimlik ve buna bağlı olarak da narsizm kentte sürekli tehdit altındadır. Köyde kimin zengin ve kimin yoksul olduğu bellidir. Kimsenin rol yapması, statüsünü teşhir etmesi gerekmez. Kentte ama kişi prestij objeleriyle, tavrıyla, kim olduğunu teşhir eder.
Pierre Bourdieu, “habitus”la insanın içselleştirdiği değerlendirme ve davranışlarını kasteder. Bir insanın davranışlarıyla o kişinin kim olduğunu tahmin eder/biliriz. İnsanın kim olduğunun yanı sıra kim olduğunun kabulü ve onayı insanın kimliğini güvenli kılar. Kentte ama bu tanımak/kabul etmek için o kimliğin gösterilmesi de gerekmektedir… “Sen benim kim olduğumu biliyorsun” sorusu birbirini tanımayanların “beni tanı” tartışmasıdır. Yani kentte herkesin herkese birçok durumda yabancı olduğu bir kamusal alanda sosyal korkular ve narsistik korkular yoğundur. Anonimliğin yoğun olduğu toplumlarda kimliğin onaylanması ve böylece stabilize olması zorlaşıyor. Bu durumda toplumsal statü rekabeti daha saldırgan hale geliyor.[4] İnsanlar evlerinin dışına çıktıklarında yabancılarla karşılaşıyorlar. İşte bu yabancıyla karşılaşmalarında bazı kimseler bu durumu umursamazken bazı kişiler de en iyi yanlarıyla da kendilerini göstermek istiyorlar. Süslenmeler, prestij objeleri biraz da bu kimliği süsleme telaşıdır. Kimlikler daha önceden kalıcı ve daha az değişkendi. Günümüzde kimlikler açık ve her an değişebiliyor.
Aynı köyde tanıdıklar ilişkilenirlerken de bazı ritüeller üzerinden ilişki yapılarını inşa ederler. Birbirine dayanarak konuşma düzenlenir. Mesela bir komşu bir diğerini ziyaret ettiğinde ev sahibi/konuk rolleri üzerinden görünmez ama bilinen ve sosyalleşme süresinde otomatikleştirilen ilişki düzenlenmesiyle konuşma/ilişki regüle edilir. Dışarıdan gelen yani burada yabancı/konuk olan=ev sahibi olmayan geldiği yere selamla girmek durumundadır. Yani gelen ilişkiyi/selamlaşma üzerinden başlatır. Kamusal alandaki karşılaşmalarda da o mekâna gelen sanki o mekânın sahibi=ev sahibi konumuna gelir ve sonradan gelen selam verir. İlişki de ev sahibi-konuk biçiminde ilerler. İnsanlar köyde birbirlerine akrabalar gibi adlandırırlar (amca, yenge) bu adlandırmalarla roller ve konumlar da belirlenmiş olur. Bu durum metropolde değişir ve yabancılık uç noktaya varır. İnsan her ne kadar kendi kültürü içinde bir göç yaşasa da kasaba, taşra kültüründen metropol kültürüne yapılan göçler travmatik yanlar taşır.
TANRI YABANCI, BANA BENZEMEYENDİR BAZEN
Bazı kültürlerde tanrıların insani özellikleri vardır. Yunan tanrıları böyledir. Kıskanırlar, kızarlar, yol keserler, cinsel ilişkiye girerler. İbrahimi dinlerde tanrının bu özellikleri yoktur. Tanrı insana benzemez. Amorftur. Hayal bile edilemeyendir… Bazı inançlar bir öğretidir, kuruculuları yani sadece ruhani önderleri var ve bu kişiler tanrı değiller. Buda ve Konfiçyus gibi… Bazen insanlar/gruplar kendilerine benzemeyen yabancıları kutsal sanabiliyorlar. İşte bu farklı/garip konuk tanrı ya da tanrının elçisi sayılıyor. Amerika’nın keşfi sonrasında yerli halk bu yabancıları kutsal konuk gibi ağırlıyor yer yer onları tanrı sanıyorlardı. Yani yabancının farklılığı kutsallaştırılıyordu. Afrika’daki bazı kabileler de kendilerinden farklı beyazlara benzer özellikler yüklediler. İşte bu insanların tanrı olmadıkları anlaşıldığında misyonerler kendi tanrılarını ama yerlilere kabul ettirdiler. O kültürlerin tanrıları da böylece yok oldu. Burada da yabancıyla yerli arasında hiyerarşik asimetrik bir ilişki var.
Anne/çocuk ilişkisi asimetrik, eşitsizdir ve varoluşsal bağımlılık içerir. Doğduğunda çocuğa herkes ve her şey yabancıdır. Çocukla ilişki kurmak için çocuk kucaklanır ve yetişkinin hizasına getirilir. Bu göz hizasına getirilmeyle eşitlik oluşmaz ve ilişki asimetrik kalır. Zamanla büyüyen çocuk reel olarak annenin göz hizasına gelse de anne/çocuk ilişkisi bazı yanlarıyla asimetrik kalır. Çocuk bu yabancıları kendine katarak, ilişkide yabancı olmaktan çıkararak gelişir. Akrabalarla, komşularla hiyerarşik ve ritüelize edilmiş asimetrik ilişki ağında büyür çocuk. Amca/yenge/teyze… Bu tür akrabalıklar karşılıklı vazifeler de yükler ve ilişki biraz da bu karşılıklı sorumluluklar üzerinden regüle olur. Kısacası kapalı toplumlarda eşit, simetrik ilişkiler yaygın değil… Bunun bir diğer anlamı bu kültürler ötekiyle eşit ilişki geleneği oluşturmazlar ve hiyerarşiktirler. İşte bu durum ötekini eşit kabul etmeyi zorlaştırır…
Yazının başına dönersem… Çocukluğumda köylere kentlerden gelen devlet görevlilerine ikramlar yapılırdı. Kendi ailesine bonkör ol(a)mayanlar kaymakam, tahsildara, başçavuşa çok iyi davranırlar, devlet olarak köye gelenlerle çatışmadan kaçınırlardı. Biraz korkak ve bir yanı gizli tutulan bir ilişkiydi bu. Kadınlar genelde bu kişilerle karşılaşmazlar ve evin erkekleri bu konuklara hizmet ederdi. Hizmet etmek köyde kadınca bir işti ama devlet gelince köye evsahibi erkekler dişileşirdi. Burada misafirden bir korku vardı ve genelde çocuklar da bu ilişkinin dışında tutulurdu. Burada çocukların sorulara açık ve doğru cevaplar vereceği, ailenin gerçekliğini yabancıya söylemesinden de korkulurdu. Burada misafirin sunulan kuralları görmezden geleceği tedirginliği vardı. Devlet kendi kurallarıyla geliyordu köylere. Burada ikram çok önemli bir işlev üstleniyordu. Ben bu durumu anlamaz patolojik sanırdım. Devletten halk korkardı. Ve bu korku devletin önüne yemek konularak/ikram yoluyla sınırlı tutulurdu. Konukseverlik üzerinden iktidarla ilişki denetlenir, gelen konukla ev sahibi arasındaki ilişki regüle edilirdi. Konukseverlik aslında yabancıyla ilişkiyi düzenleme ritüelidir… Konuksever toplumlar yabacıyla/ötekiyle iliklide zorlanan toplumlar da.
Bu kadar laf ettikten sonra şunu söyleyeyim… Biz eşit ve göz hizasında ilişkilere alışık değiliz. İlişkilendiğimiz yabancıları/ötekileri bir şekle sokarak, onlara kurallarımızı, ritüellerimizi dayatarak ve onların ötekiliğini reddederek ilişki kurmaya meylediyoruz.
Günümüzde Kürtlerle, Alevilerle, Ermenilerle sorun biraz da bu tutumda… Bu gruplara yapılan zulmün altında şu var: Bu gruplar çizilen çerçevenin dışında çıkıp ‘biz de sizinle eşit olmak istiyoruz’ dedikleri için kavga çıkıyor. Kendilerine dikilen elbiseyi giymeyip kendi gömleklerini giymek istedikleri için bütün kavga… Her ne kadar bu gruplara ‘ilkel’, feodal’ ‘yabani’ yakıştırması yapılsa da bu eşitlik istekleri aslında çok da modern. İlkellik ise bu eşitlik talebine gösterilen tepkide.
Kürtler, Aleviler kendilerine ağabey, kardeş arıyor mu bilmiyoruz… Sorma gereği bile duymuyoruz… Kürtler, Aleviler… Kardeşimizdir… diyoruz. Aynı zamanda ‘biz ağabeyiz ve bunu kabul edin’ dediğimiz için bu kavga. Madem kardeşiz biraz da Kürtler ağabeylik yapsın mesela… Dikey ve tepeden inme, üstenci değil de yatay bir güç paylaşımı mesela… Dönüşümlü ağabeylik, eş başkanlı (ikiz) kardeşlik bile denenmeye değer ilişki biçimi olabilir.
Martin Luther King söylemişti… Eşitlik savunucusu… İnsan hakları savunucusu… Benim bir hayalim var… Hâlâ etkili bir söz… Birlikte eşit yaşamak… Bizim ötekilerimizle savaşmak, öldürmek, terör kategorisine koymak dışında başka hayalimiz var mı?
[1] Simmel, Soziologie (Suhrkamp Verlag, 2021), s. 766
[2] Klaus Ottomeyer, Angst und Politik=Korku ve Politika, 2022, Psychosozial Verlag, s. 171.
[3] “Annäherung und Erkundugnen”, Wege aus dem Labyrint des Traumas [Travma Labirentinden Çıkış Yolları] içinde, der. H. Utari-Witt & A. Walter (Psychosozial Verlag, 2019), s. 18.
[4] Richard Wilkinson, Kate Pickett, Gleichheit ist Glück [Eşitlik Şanstır] (Tolkemitt Verlag, 2010), 2. baskı, s. 59.