Mağdurların empati ittifakı

Bu rejimde başta Kürtler olmak üzere, Aleviler, geniş bir yelpazeyi içeren Gayrimüslimler ve resmileşmiş Müslümanlığın dışında kalan muhafazakar Müslümanlar mağdur edildiler.

Cumhuriyet halkın iradesini seçim sandığına yansıttığı temsili bir rejim getirdi. Ancak halkın egemenliği çoğu zaman her kesimiyle temsili olarak dahi adaletli bir şekilde parlamentoya yansımadı.

Ama daha önemlisi gerçek bir cumhuriyetin  temeli olan eşit yurttaş gerçekleşmedi. Devletin kurucu sahibi asker bürokrasi koşulların sonucu olarak bir ulus yaratmak istedi. Ancak rejim; kozmopolit, çoklu bir imparatorluk bakiyesiyle tekçi, ötekileştirici, dayatmacı bir paradigma üzerinden inşa edildi.

Tek etnik kimlik, tek din, tek mezhep, tek dil ve tek kültür anlayışının demokrasiyle ilgisinin olmamasının ötesinde, ötekileştirici ve yabancılaştırıcı etkisi nedeniyle cumhuriyetle de bağdaşır bir yanı yoktu.

Toplumun azınlıkta kalan bir bölümünün bölünme ve şeriat korkusuyla sürekli endişeli halde tutulması, çoğunluğu oluşturan kesimlerin ise mağdur edilmesi sorunları bugüne taşıdı.

Bu rejimde başta Kürtler olmak üzere, Aleviler, geniş bir yelpazeyi içeren Gayrimüslimler ve resmileşmiş Müslümanlığın dışında kalan muhafazakar Müslümanlar mağdur edildiler. Bu mağduriyet süreci bugüne kadar devam etti. Türkiye toplumunun siyasetteki temsilcileri kadim sorunları çözemediler.            

İmparatorluktan bu yana devlet cumhuriyet dahil böl ve yönet politikaları uyguladı. Devlet, asimile edebildiklerini kendi safına çekti, direnenleri inkar, tenkil ve tehcir etti. Kürtlere vaat edilen ortak devlet kurma sözü yerine getirilmedi. Kimlikleri, dilleri ve kültürleri yok sayıldı. Bölünme korkusu üzerinden baskı ortamı sürekli kılındı.

HDP’nin kapatılması istemiyle dava açma ve milletvekilleri dokunulmazlıklarını kaldırma girişimleri kadim antidemokratik politikalardan vazgeçilmediğini göstermekte.           

Gayrimüslimler baskı, şiddet uygulamalarıyla sindirildi, varlıkları gasp edildi. İnsani trajediler yaratan  tehcir uygulamalarıyla   yerlerini yurtlarını terk etmelerinin sağlanması hedefine varıldı. Bu konuda süreklilik gösteren Osmanlı-Türk politikaları  medeniyet kaybı sonucunu doğurdu.         

Alevilerin ibadet yerleri kapatıldı, önderlerinin unvanları yasaklandı. Onlar da İslam’ın Sünni mezhebini kabul etmeleri yönünde asimile edilmeye çalışıldı.      

Laiklik ilkesine aykırı olarak "din" Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devletin denetimi altına alındı ve araçsallaştırıldı. Muhafazakar Müslümanlar, dinin sosyolojik gelişiminden ve desteğinden mahrum kaldılar ve şeriat korkusu yaratılarak baskılandılar.                   

Askeri bürokrasi bu açmazı darbe ve müdahalelerle sadece derinleştirdi. Siyaset ise halktan aldığı yetkiyi kullanamayarak sorunları halının altına süpürdü. Cumhuriyet’ten 97 yıl sonra bulunduğumuz nokta iç açıcı değil. Ayni sorunlar ağırlaşarak devam ediyor.     

Siyasetin ve medyanın dili ve söylemi mağdurların birbirleri için  empati yapmalarını, acıların karşılıklı hissedilmesini ve aslında sorunların arkasında ideolojik devletin olduğunun anlaşılmasını engelledi.

Her bir kesimin mağduriyeti konusunda kitaplar, makaleler yayımlandı. Ancak tüm mağdur kesimler, kendileri dışındaki mağduriyetleri çok az biliyor ya da hiç bilmiyor. Oysa her kesimin başka mağdurların, masumların ve mahzunların da bulunduğunu fark etmesi ve bu farkındalıkla mağduriyetleri ve acıları ortaklaştırması önemli. Hakikatin ortaya çıkmasının devlet iktidarı ve aygıtları tarafından engellendiği açık.

Türkiye normalliğin anormal, anormalliğin normal olarak yaşandığı bir ülke. Kuşkusuz normalliğin ya da anormalliğin de görece bir yanı var. Konu siyasi etik ve ilkeler  olunca  bir  değerlendirme  yapabiliyorsunuz.

Yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, ideolojik, coğrafi ve çıkarlara dayalı  ayrımcılık siyasetin bir parçası haline gelmiş durumda. Özellikle sınırlanmayan, fiilen diğer erklerin yetkilerini kullanmayı dahi cesaretlendiren ,mutlak bir güce dayanan Partili Cumhurbaşkanlığı sisteminde  her  türlü insani ve ahlaki değer aşılmış gözüküyor.

Batılı siyasetçi 300-500 euro tutarındaki hakkı olmayan bir avantajı kullanmasının açığa çıkması üzerine anında siyasi kariyerini sonlandırırken, hesabını da veriyor. Japon şaibe altında kaldığında dayanamayıp harakiri yapıyor ya da istifa ediyor. Ama biz Müslüman-Türk olarak her türlü yolsuzluğu ve kayırmacılığı  yapmakta beis görmüyor, ruhumuzun ne kadar kirlendiğini düşünmüyor, utanma duygumuzu da kaybediyoruz.

Demokrasi kültürü bize göre gelişmiş ülkelerde bu ağırlıkta bir olay  açığa çıktığı anda ilgili kişi ister bakan ister bürokrat olsun istifa ediyor ve yargısal sürecin tarafsız işlemesini sağlıyor. Masumiyet ilkesini buna kalkan yapmıyor.

Masumiyet ilkesi, kişiye kesinleşmiş hüküm ortaya çıkana kadar ne suçlu ne de suçsuz dememektir. Kişi hüküm verilinceye kadar ne suçlu ne de suçsuzdur. Sadece itham altında bulunan şüpheli veya sanıktır. Ancak itham altında bulunan siyasetçi masumiyet karinesini kullanarak hüküm kesinleşsin, hatta AİHM’e de gideyim sonra istifayı düşüneyim diyemez. Suçlanan siyasetçi, etik ve ilkesel olarak ceza muhakemesinin maddi gerçeği bulma amacına katkı sunmak zorundadır.   

Hiçbir sorunumuzu çözemeyip, çürümeye terk etmek, arkasında da dış mihrak ve iç uzantılarını aramak bizim ezeli ve herhalde ebedi hastalığımız. Solcular mı itiraz ediyor, dindarlar mı yakınıyor, Kürtler mi hak talebinde bulunuyor, mutlaka dış mihraklar tahrik ediyor ve bu güç içerde sorunları büyüten iç hainlerle işbirliği yapıyordur.

Bu devletin eskimeyen dilidir. Cumhur İttifakı birleşenleri bu dili rahatlıkla kullanmakta. Siyaset kurumunun kuralları, gelenekleri ve uygulamaları antidemokratikse, siyasetin finansmanı karanlıksa, bürokratik kurumlarınız ve özellikle güvenlik kurumlarınız denetlenebilir ve hesap verebilir değilse, sır kavramı bir örtü işlevi görüyorsa, merkezdeki güç rant yaratıp dağıtıyorsa, iktidar merkezde mutlak bir güç olarak algılanıyorsa, siyaset çözüm ve uzlaşma üretmiyor, hukuk ve yargı uzlaşmazlıkların ve  iktidar kavgalarının aracı haline getiriliyorsa, kötü gidişi engellemek için söz söyleyenler dahi susturuluyorsa ve bu anormallikler normalleştiriliyorsa ortaya çıkan sadece dekadans (çöküş) halidir. 

Tüm mağdur kesimler bir araya gelerek farklılıklarıyla birlikte özgürlük, eşitlik ve barış içinde, hukuk güvenliği altında yaşamanın ilkelerini ortaya koymalı, çoklu, çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasiyi inşa edecek yeni bir toplumsal sözleşmeyi inşa etmeli.

Bu konuda birbirleri için empati yapabilecek tüm kesimlerin mağdurları  ve onların mağduriyetlerini sırtlanma cesaretini gösterecek siyasi partiler bir ittifak oluşturmak zorunda.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi