Şenay Aydemir
Mazide yatan tarih!
Memleket ana akım sinemasının ‘tarih’e bakarken yaşadığı sorunların belki de en önemlisi anlattığı dönemi, olayı ya da kişiyi tarihin merkezine koymaktan kaynaklanıyor. Hikayeye bahis konusu olan mevzuyu ya da kişiyi tarihin akışının ortaya çıkardığı ama aynı zamanda tarihe de müdahale eden bir unsur olarak değil de, tarihin bizzat kendisi gibi kurmak ağır basıyor. Ki bu da aslında fazlasıyla Hollywood usulü hikaye/ estetik inşa etme çabasından kaynaklı.
Mesele şu ki, Türkiye’de öyle entelektüel birikim, estetik beceri ve sermaye yok. Hal böyle olunca bir türlü gelmiyor o büyük epik anlatılar. Yapım bütçesi açısından yılın en görkemli işlerinden birisi olarak dikkat çeken “Zaferin Rengi” filminde tarihle kurulan ilişki de bundan azade olamıyor maalesef. Fenerbahçe Spor Kulübü yönetici ve üyelerinin Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul’un işgal yılları ve Kurtuluş Savaşı dönemindeki vatansever tutumlarını anlatma iddiasında yapım. Fenerbahçe gibi milyonlarca taraftarı olan bir kulübün böylesine önemli bir tarihsel süreçteki rolü kuşkusuz sinemanın ilgi alanında olmalı.
Üstelik bu dönemdeki insanların önemli bir kısmı ilerleyen yıllarda genç cumhuriyette siyaset, spor başta olmak üzere birçok alanda etkili olmuş kişilerse daha da anlam kazanıyor bu tarih. Ancak yüklü bir tarihi anlatmak sanıldığı kadar kolay olmayabiliyor. Anlatacak hikayenin bol olması bazen tek bir hikaye ortaya çıkarmak için engele dönüşebiliyor. İşte burada da bir yandan Fenerbahçe’nin tarihi, diğer yanda İstanbul’un işgali, beri yandan Atatürk’ün kendi başına ağırlığı ve bir de kurmaca karakterlerin varlığı eklendiğinde ortaya tutarlı bir anlatı çıkarmak da zorlaşıyor. Denilebilir ki, “Zaferin Rengi” memleket sinemasının türe dair bütün sıkıntılarından mustarip başlıyor ve öyle de bitiyor.
Daha açılışta, televizyon dizilerinden ana akım sinemaya geçen ve bir türlü düzeltilemeyen bir sorun karşılıyor bizleri. Türkiye sinemasında tarihi anlatılarda sanat ve kostüm ekibinin mekanları kıyafetleri “bal dök yala” kabilinden kurması bir tür imzaya dönüştü artık. Bir Cihan Harbi’den yenik çıkmış orduya, ağır bir ateşkese imza atmış bir ülkeye dair anlatı kuracaksanız bunu görselleştirmek için daha titiz olmanız gerek. Açılış sahnesinde yıllardır savaşmaktan perişan düşmüş askerleri cepheden getiren tren gara giriyor. Trenden inen askerlerin üstlerindeki kıyafetler tertemiz. Yırtık bile yok üstlerinde. Birkaç tanesi eskitilmiş o kadar. Onları karşılamaya gelenler de iki dirhem bir çekirdek giyinmişler. Sanırsınız Orient Ekspres’i ile Avrupa’dan gelen yakınlarını karşılıyorlar. Televizyondan ithal bu estetik, hikayenin gerçeklikle bağının kopartılmasının bilinçli ya da bilinçsiz bir tercihine dönüşüyor.
Bu tür anlatılarda, tarihi gelişmeleri tahrif etmeden birbirine yakın mekanları, insanları ve zamanları ortaklaştırmak gayet anlaşılabilir bir şey. Örneğin Atatürk’ün kulübü ziyaret ettiği sahnede orada bulunanların hepsi gerçekte belki orada değildi. Bazı konuşmalar belki başka bir zamanda gerçekleştirildi. Birbiriyle benzer özellikler taşıyan bu anları ortaklaştırmak anlaşılabilir. Ancak bunu yaparken, ortaya çıkabilecek sonuçları çok iyi hesaplamak gerekir. Fenerbahçe’nin işgal altındaki İstanbul’da işgal kuvvetlerinin futbol takımlarıyla yaptığı maçların halk arasında yarattığı heyecanı ve ektiği direniş tohumlarını göstermek başka; kulübü direnişin merkez üssü gibi göstermeye çalışmak başka. Bir futbol takımının ulusal kurtuluş mücadelesinde üstlendiği rolü anlatmak başka, bu mücadelenin merkez üssü olduğunu ima edecek kadar mevzuyu abartmak başka!
“Zaferin Rengi”nin sıkıntıları bu söylem ile de sınırlı değil üstelik. Dönemin öne çıkan bütün karakterlerine yer verme çabası da anlatıyı dağıtıyor öte yandan. Kulüp ileri gelenleri, istihbarat teşkilatı yöneticileri, futbolcular vb. gibi geniş karakter ağı, tutarlı bir anlatı inşa edilmesinin önüne geçiyor. Buna bir de türün benzer filmlerinde olduğu gibi her şeyi anlatma telaşı eklendiğinde hikayenin omurgası da bir türlü yerli yerine oturamıyor. İhtimal ki, dizi aklıyla düşünüp sinema zamanına sıkıştırılmak istenen yeni bir film daha izliyoruz böylece. Hal böyle olunca, kimi yerlerde hamasete varan nutuklar, kimi yerlerde seyirciyi sömürmeye açık dramatik anlar üst üste biniyor. Koskoca İngiliz işgali psikopat bir yüzbaşının hezeyanlarına indirgeniyor, “aman başımız ağrımasın” diye saltanata da cevap hakkı tanınıyor!
Yazının girişinde belirtiğim gibi, dönemin mekanlarının yeniden yaratılması için hiçbir masraftan kaçınılmadığını görmek mümkün filmde. Bu mekanlar özellikle futbol maçlarının olduğu sahnelerde hayli işlevli hale de geliyor. Yönetmen Abdullah Oğuz’un maç sahnelerini iyi çektiğini söyleyebiliriz ama keşke ekipten birileri “o yıllarda kaleciler eldiven giyiyor muydu” diye sorsaymış. Dönemin fotoğraflarında da kalecilerin eldiven taktığı görülmüyor ama belki o dönem Fenerbahçe’nin kalecisi takmıştır, bilemiyorum.
Bu tür ‘direniş’ eksenli futbol filmi değince kuşkusuz ilk akla gelen Zoltan Fabri’nin 1961 yapımı “Cehennemde İki Devre”(1) ve yirmi yıl sonra bu filmin Hollywood uyarlaması “Zafere Kaçış”(2) geliyor akla. Filmin yaratıcıları her iki yapımı da izlediler mi bilmiyorum ama izlendiyse de yeterince ilham alınmamış belli ki. Çünkü iki film de merkezine futbolu değil, direnişi ve özgürlüğü koyuyor.
“Zaferin Rengi” daha adından başlayarak düştüğü hatayı, finalde taçlandırıyor. Yani direnişi değil, kulübü yüceltmenin bir aracına dönüşüyor. Dolayısıyla filmin her bir parçası ancak Fenerbahçe ile kurdukları ilişki üzerinden bir değer kazanıyor ya da değersizleşiyor. Bu haliyle de ülke kamuoyuna (futbol kamuoyu da diyebiliriz) değil, daha çok içeriye kendi tabanına sesleniyor film. Buna cevap olarak okulu bırakıp Çanakkale Cephesi’ne giden Galatasaray Lisesi’ler filmi gelirse birkaç yıla hiç şaşırmamak gerekir!
Notlar:
(1) https://www.imdb.com/title/tt0056160/?ref_=nm_flmg_t_15_dr
(2) https://www.imdb.com/title/tt0083284/?ref_=nv_sr_srsg_0_tt_7_nm_1_q_Victory