Merhametten maraz doğar!

Yorgos Lanthimos’un hızı baş döndürse de filmleri kimileri için baş ağrıtıcı olabiliyor. ‘Zavallılar’da ana akım olma uğruna taviz üstüne taviz veren yönetmen, bu hafta vizyona giren ‘Merhamet Hikayeleri’nde ise yüzeysellikten kurtulamıyor.

Ülkesi Yunanistan adına Oscar adayı olan “Köpek Dişi” ile yakaladığı uluslararası şöhreti, “The Lobster” ve “Kutsal Geyiğin Ölümü”yle büyüten; “Sarayın Gözdesi” ile Oscar ödüllerinde 10 adaylık elde ederek Hollywood’a göz kırpan Yorgos Lanthimos’un hızı baş döndürüyor. Daha dört beş ay önce “Zavallılar” salonlarımızda boy göstermişti. Yönetmen bu kez de mayıs ayında Cannes’da görücüye çıkan son filmi “Merhamet Hikayeleri” (Kinds of Kindness) ile sinemaseverlerin karşısında.

“Köpek Dişi” ve “The Lobster”ı da birlikte kaleme aldığı Efthimis Filippou ile çalışan yönetmenin Hollywood macerası kendisi açısından iyi görünse de bizim için hayalkırıklığı olmayı sürdürüyor. Dört Oscar kazanan “Zavallılar”, yönetmenin radikal taraflarından tavizler verdiği ama ana akım ABD sinemasına estetik olarak yenilikler katabileceği vaadini yükselttiği bir yapımdı bana göre.

14a85b04251e773eb7730e5bd21a6dce.jpg

Dijital platformlar karşısında bocalayan Hollywood’a, ivme kazandıracak, büyük projelerin rahatlıkla teslim edilebileceği yeni isimler gerekiyor. Lanthimos ise buna fazlasıyla gönüllü görünüyor. Her ne kadar bolca Oscar adaylığı elde etmiş olsa da “Sarayın Gözdesi” yerine “Zavallılar”ın bu gönüllülüğü ortaya koyan yapım olduğunu düşünenlerdenim. Ancak bu gönüllülük onun kendi biçimini ve derinliğini bu alana taşıyıp taşıyamadığını sorusunu da beraberinde getiriyor. “Zavallılar”da imzası olan kimi anlara rastlasak da anlatının yüzeyselliği, orijinal hikayedeki sınıfsal kodların ayıklanması gibi durumlar eleştiri almasına neden olmuştu. Bu eleştirileri yapanlar “Merhamet Hikayeleri”ne ne der acaba? Çünkü aynı oyuncuların rol aldığı üç farklı hikayeden mürekkep yapım ziyadesiyle kör göze parmak.

42bdd2fb7896a477658010cdaa94dd80.jpg

Üç hikaye de Lanthimos’un önceki anlatılarıyla tutarlı aslında. Yunan asıllı yönetmen daha ilk filmlerinden itibaren modern hayatın, ailenin, bireyin açmazları ve karanlık taraflarıyla uğraşmayı dert edindi. Filmlerinde açık, örtük kapitalizme dokundurmaları da ihmal etmedi hiçbir zaman. Buradaki üç anlatı da bu hattı takip ediyor aslında. İlk hikaye, patronu tarafından bütün benliği, kişiliği satın alınmış bir ‘beyaz yakalı’ya dair. Büyük bir şirkette üst düzey bir yönetici olan Robert, patronu Raymond’un bütün isteklerini yerine getirmiştir o güne kadar. Ancak bir gün patronu suç olan bir şey talep eder. Robert bunu yapamayacağını söyleyince kovulur. Bunun üzerine eşi de Robert’i terk eder. On yıldır evliliği dahil, hayatının kontrolünü patronuna bırakmış olan Robert bir anda boşluğa düşer ve patronunun onu affetmesi için harekete geçer, ancak piyasa boşluk kaldırmaz! "The Death of R.M.F" adı verilen bu bölüm, “beyaz yaka” dünyasının sınıfsal karmaşasına, sahip olduğunu sandığı konforun sahteliğine dair güçlü bir alegori kuruyor. Diğer iki anlatıya göre daha derli toplu, daha orijinal denilebilir.

Ancak "R.M.F. is Flying" başlıklı ikinci bölüm için aynını söylemek zor. Polis memuru Daniel’in eşi Liz araştırma için açıldığı denizde fırtına yüzünden kaybolmuştur. Eşinin kaybının yasını tutan ve bunu da bir tür fırsata çeviren Daniel’in yası bir anda biter. Liz, bir adaya ulaşmış ve kurtarılmıştır. Eşinin bazı huylarının değişmesinden işkillenen Daniel, değişik davranışlar içine girer. Aslında Liz’in ölmesini daha mı çok istemektedir? Bu bölüm, evlilik üzerine daha önce defalarca izlediğimiz güvensizlik, gerilim vb. temalı anlatılara yeni bir halka ekleyemiyor maalesef. Üstelik finalde de her şeyi kör göze parmak anlatarak gücünü daha da zayıflatıyor.

b1e79666b5a2c40f8bae04ba642e1a64.jpg

"R.M.F. Eats a Sandwich" başlıklı son bölüm ise başka bir ‘modern drama’ bakıyor. Emily hayatın anlamını bulduğunu sandığı bir tarikata katılmak için eşini ve kızını terk etmiştir. Ortağı Andrew ile birlikte ölüleri dirilttiğine inandıkları bir kadını aramaktadırlar. Belirli ipuçlarını takip ederler ve birilerine ulaşmaya çalışırlar. Öte yandan tarikatın lideri olan çiftin üyeleri hem cinsel hem de duygusal olarak istismar ettiğine tanıklık ederiz. Bu bölümün “yeni başlayanlar için tarikat” diye özetleyebileceğimiz hikayesi dışındaki asıl sorunu, absürtlüğün dozunda bana kalırsa. Lanthimos meseleyi ne kadar ciddiye alması gerektiği konusunda biraz kararsız kalıyor. Bu yüzden de bölüm tarikat olgusuna ne absürt yaklaşabiliyor ne de elde ciddiye alınacak bir durum kalıyor.

“Merhamet Hikayeleri” belki de bu parçalı yapısından dolayı tutarlı hale gelemiyor. Lanthimos sanki çiziktirdiği hikayeleri bir araya getirip aradan çıkarmış gibi. Keşke, biraz daha üzerine çalışıp bir antoloji dizisi olarak çekseymiş demeden edemiyor insan.

3008a3506c220343c0f30fceaf81dbb0.jpg

Artık vazgeçemediği oyuncusu Emma Stone’un yanında yine daha önce çalıştığı, Willem Dafoe, Margaret Qualley gibi isimler filmi bu açıdan sorunsuz kılıyor. Ama üç bölümde de döktüren ve Cannes’daki erkek oyuncu ödülünü hak ettiğini kanıtlayan Jesse Plemons kalıyor akıllarda. Akılda, bir şey olarak kabul edilecekse bir de Lanthimos’un bir ana akım yönetmenine dönüşümünün yarattığı burukluk kalıyor olabilir!

Meraklısı için yönetmenin 2025’te seyirciyle buluşması beklenen Stone ve Plemons’un başrollerini taşıdığı “Bugonia” adlı film üzerinde çalıştığını hatırlatalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şenay Aydemir Arşivi