Alp Altınörs
Merkez Bankası bağımsız mıydı?
Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya’nın Cumhurbaşkanı tarafından, ilgili yasaya aykırı biçimde, kararname ile görevden alınması, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı üzerine bir tartışma başlattı.
Bu aslında, bir yanıyla fazlasıyla yüzeysel bir tartışmadır, Türkiye’nin hâlâ anayasal bir devlet olduğu varsayımından hareket etmektedir. Oysa 16 Nisan 2017 tarihindeki şaibeli referandum ile Türkiye bir tek adam yönetimi sistemine geçmiştir. Bu sistemde, kağıt üzerinde ne yazarsa yazsın, fiiliyatta CB kararnameleri yasalardan, Cumhurbaşkanı’nın istekleri anayasadan üstündür. Dolayısıyla, tıpkı bugüne kadar olduğu gibi, bugün de Merkez Bankası gerçekte saraya bağlıdır. Çetinkaya’nın görevden alınması, bu gerçeğin üzerindeki tülü çekip almıştır.
Dün de faiz artışı kararlarını alan ya da en azından son kertede onaylayan Erdoğan’dan başkası değildi. Ama bu kararı Merkez Bankası’nın aldığı söylenerek, yükselen faiz için MB bir günah keçisi olarak kullanıldı. Demek ki bugün artık buna da ihtiyaç duyulmayacağı bir noktaya gelindi.
Erdoğan, Mayıs ayındaki Londra gezisinde mali fon temsilcilerine yeni sistemde faiz oranlarını kendisinin belirleyeceğini söylediğinde, bir hafta içerisinde Türkiye mali krize girmişti. Ama Erdoğan doğru söylemişti. ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ denilen başkancı sistemde, CB her şeyi belirlerken, para politikalarını bir başkasının belirlemesi ne mümkündü!
Kriz sebep faiz neticedir
Neticede, Erdoğan, "Kendisine ekonomi toplantılarında defalarca faizi indirmesi gerektiğini söyledik. ‘Faiz düşerse, enflasyon düşer’ dedik. Gerekeni yapmadı. Aynı kulvarda değildik" dedi. ‘Faiz sebep enflasyon netice’ teorisinin uydurma olduğu defalarca yazıldı, tekrar etmeyeceğim. Bunun yerine, kriz ve faiz oranı ilişkisi üzerine Marx’ın sözlerini aktaracağım:
"Modern sanayiinin izlediği devir çevrimleri ele alınırsa, düşük faizlerin çoğunlukla gönenç dönemlerine karşılık geldiği, faiz yükselişinin gönenç ile onun tersini birbirinden ayırdığı, ama en aşırı tefecilik düzeyindeki faizlerin bunalım dönemine karşılık geldiği görülür. ... Faiz oranı, ödeme yapabilmek için maliyeti ne olursa olsun borç almanın zorunlu olduğu bunalımlar sırasında kendi en yüksek noktasına ulaşır." (Kapital, c. 3, sf. 362)
Yani, ekonomik kriz sebep, faiz neticedir. Türkiye'de faiz yükseltildiği için kriz çıkmıyor, ekonomi krizde olduğu için faizler yükseltiliyor. Demek ki, AKP hükümeti 16 yıllık ekonomik politikalarının neticesinde yol açtığı ekonomik krizi bir günah keçisine yükleyerek işin içinden sıyrılmaya çalışmıştır.
Ekonomik krizin dolu dizgin devam ettiği, sanayi üretiminin ikinci bir dip yapmaya doğru gittiği bir dönemde, sırf TÜİK’in tartışmalı enflasyon hesaplarında düşme var diye faiz indirimi istemek Erdoğan yönetiminin faiz oranını her şeyden çok önemsediğini göstermektedir. Herhalde bunun da özel hedefi, müteahhitlerin elindeki konut balonunu eritmektir.
Merkez Bankalarının bağımsızlığı miti
Merkez Bankaları bağımsız kuruluşlar değillerdir, olamazlar. Ya siyasi iktidarlara, ya uluslararası mali sermaye kuruluşlarına ya da her ikisine birden bağlıdırlar. Bugün Türkiye Merkez Bankası üzerine dönen mücadele, bu minval üzerinedir.
ABD, AB, Dünya Bankası, IMF ve küresel mali sermaye güçleri, Merkez Bankaları doğrudan bize, bizim sermaye hareketlerimize bağlı olmalı diyorlar. Enflasyon hedeflemesiyle kamu harcamalarını denetlemek, kısmak, süreğen bir kemer sıkma programı uygulamak istiyorlar.. Hükümette kim olursa olsun, kamu harcamaları sermayeden yana düzenlenmeli, bundan sapma olmamalıdır onlara göre. Buna AKP’ye karşı mali sermaye muhalefeti de diyebiliriz.
AKP ise, Merkez Bankası bize bağlı olmalı, istediğimiz gibi para basabilmeliyiz, yedek akçesine el koyabilmeliyiz, faizleri keyfimize göre düşürüp yandaş müteahhitleri kurtarabilmeliyiz diyor. Kamu kaynaklarını kendi kapitalist grupları lehine yağmalamak için Merkez Bankası’na hükmetmek istiyorlar. Buna da AKP’nin ahbap-çavuş kapitalizmi diyebiliriz.
Bu iki egemen gücün çatışmasının bütün bedelini Türkiye’nin emekçi, yoksul halkı ödediği için, "bize ne" diyemeyiz. HDP 7 Haziran seçim programında buna alternatifini şöyle ifade etmişti: "Para politikalarımızın önceliği, istihdam artışını hedefleyen emekten yana bir ekonominin inşası olacak." Yani neoliberal kamu harcamalarını kısma politikasına ve keza AKP’nin ahbap çavuş kapitalizmine karşı, Merkez Bankası’nın toplumcu bir üretim ekonomisi için bir kaldıraç olarak kullanılması. Halkçı-demokratik bir iktidar altında, Merkez Bankaları, toplumsal üretimin bir kaldıracına dönüşebilir, sosyal hakların genişletilmesine alan açabilir.
Erdoğan’ın umudu FED’in faiz indirimi
Murat Çetinkaya’nın görevden alınması mali sermayenin sert bir muhalefetiyle karşılanmaktadır. Ancak Erdoğan hükümeti, Amerikan merkez bankasının (FED) temmuz toplantısından itibaren yeniden faiz indirmeye başlayacağı tahmin edildiğinden, Türkiye’ye yeniden sermaye akışı beklemektedir.
Bu nedenle de bu tepkileri pek umursamaz görünmektedir. Osaka’da Trump’la bir biçimde anlaşmış olduğunu ve S-400’lerden dolayı dişe dokunur bir yaptırım görmeyeceğini hesap etmektedir. Ancak bu hesapların tutacağı çok şüphelidir.
Zira küresel kapitalizmin durumu 2010’ların başındaki gibi değildir. Dünyanın toplam borçları, dünyanın gelirinin 4 katını aşmıştır. 2010’larda dünya ekonomisini taşıyan lokomotif olan Çin kapitalizmi, hem kendi sorunlarının hem de Trump’ın ticaret savaşının etkisi altında yavaşlamaya başlamıştır. Donald Trump, ABD ekonomisini yukarı çıkartabilmek için diğer büyük ekonomileri aşağıya doğru itmekte, nihayet yeni bir küresel küçülmeye (sonuncusu 2009 yılındaydı) kapı aralamaktadır.
Dolayısıyla, AKP hükümetinin ucuz dolarlarla ithalat köpüğünü yaratarak ekonominin iyi gittiği halüsinasyonunu topluma yaydığı 2011-2013 dönemi bir daha geri gelmeyecektir. Zira kapitalizmin bunalımı küreseldir, Türkiye’nin ne bunun dışında kalması mümkündür, ne de AKP gibi ekonomiye zararlı bir iktidar altında nefes alması.