“Millî, yerli ve vizyoner anayasa” ?

AKP nasıl bir “yeni anayasa” tasavvur ettiğini açıklamadığı, aksine dinî olanın kamusal ve siyâsî alana hâkim kılınmasına gayret ettiği için sormak zorundayız: "Millî, yerli, vizyoner” gibi sıfatların da dâhil olduğu "yeni anayasa"nın "yeni" tarafı nedir?

1 Ekim Pazar günü TBMM’nin açılışında önce Meclis Başkanı kısa bir konuşma yaptı, ardından yeni yasama döneminin açış konuşmasını yapmak üzere Cumhurbaşkanı’nı kürsüye dâvet etti. Hem Meclis Başkanı, hem de Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girilirken, TBMM’nin en öncelikli görevinin ”yeni anayasayı” gerçekleştirmek olduğunu vurguladı. Uzun bir zamandan beri yeni sıfatına ek olarak “sivil” ve “demokratik” nitelemelerinin de kullanıldığı “yeni anayasa” terimi telâffûz edilirken, bâzı eklemeler yapılmış olması dikkâtimi çekti.

Konuşmasında, Türkiye’nin “iki asrı bulan” demokrasi mücadelesini yeni bir anayasa ile taçlandırmayı hakettiğini vurgulayan Cumhurbaşkanı, darbe anayasalarının izlerini tümüyle yok edecek yeni bir anayasa yapılması için çağrıda bulundu ve şöyle dedi: “Darbecilerin direktifi olarak değil; gerçekten millî, yerli, sivil, vizyoner bir anayasa isteyen herkes bu çağrının muhatabıdır”.

Anayasa sorunlarıyla ilgilenen kamuoyu, uzun zamandır söylenegelen “yeni anayasa” kalıbına, bâzen “sivil”, bâzen “demokratik” sıfatlarının da eklendiğini biliyoruz. Hattâ, 2007’de, Cumhurbaşkanı seçimi sırasında yaşanan o meşhur ve meş’um “367 kararı” ve sonrasında, kamusal tartışmalarda yerleşik terim, “yeni, sivil ve demokratik bir anayasa” idi. Şimdi bu sıfatlara ”millî, yerli, vizyoner” gibi sıfatlar da dâhil oldu. Sanırım bu sıfatların tek tek ne anlama geldikleri üzerinde durulması gerektiği gibi, bunların bir arada, yeni anayasayı nitelemek üzere kullanılmalarının önemine değinmek de zorunludur.

ANAYASANIN “YENİ” OLMASI NE DEMEKTİR

Öncelikle, şu “yeni” sıfatı üzerinde duralım. Türkiye Cumhuriyeti’nin bugüne kadar, eski tâbirle “dört başı mâmur” üç anayasası oldu, 1924, 1961 ve 1982. 1921 Anayasası, sâdece içinde oluştuğu koşullar, yapılışı ve içeriğindeki örneğin özerklik düzenlemeleri gibi farklılıklar bakımından değil, aynı zamanda kapsadığı konuların sınırlı oluşu ve kısalığı ile de diğerlerinden ayrılmaktadır. Dahası, 1921 Anayasası kabûl edildiğinde, 1876 târihli Kanun-ı Esâsî, 1909 değişikliklerinden sonraki hâliyle ve 1921 Anayasası ile çatışmayan hükümleri bakımından geçerliydi. TBMM seçimlerinin yenilenmesinden sonra yapılan 1924 Anayasası, bu bakımdan Cumhuriyet’in ilk anayasası sayılabilir ki, bu da en önemlileri 1928 ve 1937 târihlerine denk gelen bâzı değişikliklerle 1960 askerî darbesine kadar varlığını sürdürmüştür. Ardından 1961 Anayasası, 12 Mart 1971 askerî müdahalesini izleyen 1971 ve 1973 değişiklikleri ve nihâyet 1980 darbesi ve 1982 Anayasası gelmektedir. 1982 Anayasası ise, bugüne kadar, biri Anayasa Mahkemesi tarafından iptâl edilen 19 değişiklik geçirmiştir.

Şimdi, sorumuz şu: Bu anayasalar arasında “yeni” sıfatını hak eden anayasa hangisidir? Bu soruya cevap vermek için de, “yeni” sıfatının anayasalar bakımından karşılığının ne olduğunu ortaya koymak gerekir. Türkiye’nin târihî olarak sâhip olduğu bütün anayasalar, Osmanlı Devleti’ndekiler de dâhil olmak üzere, yönetim sistemi olarak “parlâmenter” anayasalardır. Bu açıdan, örneğin, bugün, adına ne dersek diyelim, şeklî olarak başkanlık sisteminin unsurlarını taşıyan sistem, “yeni bir anayasa” olarak kabûl edilebilir mi? Daha kısaltarak sorayım: Bir anayasanın devlet organları arasındaki ilişkileri düzenleme tarzı değişince o anayasa yeni bir anayasa olur mu?

Tartışabiliriz. Bugün, 1982 Anayasası şeklen yürürlükte olmakla birlikte, ilk hâlinden çok farklı bir anayasadır. 1987’den başlayarak 2017’ye kadar geçen otuz yıl boyunca, hak ve özgürlükler alanını genişleten demokratikleştirici reformlara tâbi olan bu anayasa, 2017’deki “sistem” değişikliğiyle birlikte, önceki bütün reformları etkisizleştiren bir nitelik kazanmış bulunuyor.

Bu durum, acaba “1982 Anayasası’nın ruhu”nun bir gereği olabilir mi? Meclis Başkanı, “yeni anayasa” ile ilgili muhtelif konuşmalarında, 1982 Anayasası’nın çok sayıda değişiklik geçirdiğini belirttikten sonra, “ama ruhu varlığını koruyor” anlamında bir söz söyleyerek, TBMM’nin neden “yeni anayasa” yapmak zorunda olduğunu temellendirmek istemektedir. Gerçekten, böyle bir “ruh” var mıdır? Yoksa, bu anayasanın ruhu denilen şeyin başka bir biçimde ifâdesi de mümkün müdür?

TEMEL NORMUN VEYA SİYASİ KARARIN YENİLENMESİ

Anayasalar bir hukuk normudur ve bu norm, bir devletin kimliğini, organlarını, neleri yapabileceğini ve neleri yapamayacağını, devlet kudretinin nasıl işleyeceğini belirlemektedir. Bu “normatif” anlamıyla anayasa, bir devlet düzenindeki en yüksek seviyede gözetilmesi gereken normdur, yâni devlet yönetimi anayasaya uygun olarak işlemek zorundadır.

Şimdi, bir çok kez tekrarladığım bir hususu yine belirteyim. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün anayasaları, “ulus-devlet” veyâ “millî devlet” temeline göre oluşturulmuş olan nomlardır. Bunu, bir bakıma olağan karşılayabiliriz. Çok kavimli, çok dinli, çok mezhepli veyâ inançlı Osmanlı imparatorluğunun çöküşünden yeni bir ulusal devlet inşâ etmek üzere girişilen bir mücâdelenin ürünü olmak, zâten bunu gerektirirdi.

Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’nin en belirgin bir biçimde “yeni” diyebileceğimiz anayasası, 1921 Anayasası’dır çünkü, ilk kez bu anayasa ile birlikte egemenliğin kayıtsız şartsız millete âit olduğu benimsenmiştir. Bu temel norm yenilenmesi, Anayasa’ya aynı zamanda yeni bir devletin kurulması anlamında, “Türkiye devleti” ibâresiyle de pekiştirilmiştir. Kanun-ı Esâsî’ye göre varlığını korumakta olan saltanat makamı, aslında 1921 Anayasası ile, bu anayasadaki “millî egemenlik” normu ve Türkiye devleti ibâresiyle çatışması nedeniyle geçerliliğini yitirmişti ki, bu durum 1 Kasım 1922’de yasal olarak da te’yid edilmiştir.

Bundan sonraki anayasaların tümü, 1921’de benimsenmiş olan bu temel normun farklı ifâdelendirilme biçimleridir. Egemenlik millete âittir ama milletin bu egemenliği kullanım biçimleri farklılaşmaktadır. 1921’de devlet yönetimi “doğrudan demokrasi”yi çağrıştıracak biçimde, vilâyetlerin ve nahiyelerin özerkliklerine dayanmaktayken, 1924’te mutlak TBMM üstünlüğüne, 1961’de ise TBMM çoğunluğunun görece seçkinci bir Senato ve bürokratik mekanizmalarla sınırlandırılmasına yerini bırakmıştır.

Bu anayasaların her birine ayrı ayrı baktığımızda, her birini diğerine göre yeni anayasa olarak nitelendirebiliriz. 1961, Anayasa Mahkemesi, Cumhuriyet Senatosu, Millî Güvenlik Kurulu gibi kurumlarıyla, 1924’e göre “yeni”dir. 1982, parlâmenter sistemi zedeleyecek ölçüde güçlü bir Cumhurbaşkanlığı getirmiş olması bakımından, 1961’e göre “yeni” sayılabilir. Buradan hareketle, 2017’de Cumhurbaşkanlığı’nı tek kişilik yürütme organı hâline getirip, parlâmenter sistemi bütünüyle ortadan kaldıran değişikliklerin de “yeni anayasa” niteliği taşıdığını söylemek mümkündür.

Bununla birlikte, dayandıkları temel normun veyâ siyâsî kararın sürekliliği nedeniyle, bu anayasaların hiçbirini tam olarak “yeni anayasa” diye nitelendirme imkânı bulunmamaktadır. Bu anayasaların tümü, aynı temel norma, “millî egemenlik” temeline ve bu temelin gereği olan “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” esâsına dayanmaktadır. Bu temel norm, aynı zamanda Türkiye devletinin kuruluşunu da belirleyen siyâsî kararın ürünüdür.

“YERLİ VE MİLLİ” ANAYASA(?)

Şimdi, bu tesbit doğrultusunda, şu soru akla gelmektedir: Mâdem ki anayasal düzenin esâsı “millî egemenlik” ve bu doğrultuda “millî devletin bütünlüğü”dür, o zaman bugünkü “yeni anayasa ihtiyâcı” nereden kaynaklanmaktadır?

Sanırım sorunun yanıtı, millet ve millî terimlerinde saklıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne kadarki temel siyâsî-ideolojik çekişme, “millet” kavramının içinin nasıl doldurulacağı üzerinden kavranabilir. Burada, tek-parti döneminin başlarından îtibâren, adım adım geçerli kılınan “millet” kavramının “dindışılaştırılması” (“lâdinîleştirilmesi”) ve nihâyet “ulus” teriminin benimsenmesi ile Osmanlı döneminin yerleşik kullanımındaki “dinî cemaat” anlamı ve tabiî ki en geniş ve kapsayıcı dinî cemaat olarak “İslâm milleti” kavramı arasındaki çekişme göze çarpmaktadır.

Bu çekişmenin 1920’lere uzanan târihî evrelerini gözardı edemeyiz. Hatırlanacağı üzere, 1920’de açılan TBMM’nin başlangıçta benimsediği nihâî amaç, saltanat ve hilâfet makamını kurtarmaktı. TBMM’nin açılışına giden süreç ise kısaca “müdafaa-i hukuk”, daha geniş olarak, “müdafaa-i hukuk-ı millîye”, yâni “milletin haklarını savunma”, o da “bu coğrafyadaki Müslümanların haklarını savunma” anlamında anlaşılmaktaydı. Bu süreçtir ki, 1923’te bir kanunla Cumhuriyet îlân edildiği zaman, 1921 Anayasası’na, Kanun-ı Esâsî’deki hükmü yeniden ekletmiştir: “Devletin dini, din-i İslâmdır.” Bu hüküm 1924 Anayasası’na da girecek ve ancak 1928’deki değişiklikle kaldırılacaktır.

Şimdi, bu târihî arka plân ve “millet” teriminin dinî ve lâdinî anlamları arasındaki farklılaşma üzerinden baktığımızda, insan sormadan edemiyor. Hep “sivil anayasa” deniyordu, şimdi bir de “millî” ve “yerli” sıfatları eklendi. Acaba, İslâmî referansları belirgin bir anayasa mı tasavvur ediliyor?

Adâlet ve Kalkınma Partisi, 2007’den bu yana, nasıl bir “yeni anayasa” tasavvur ettiğini kamu oyuna açıklamadığı, aksine icraatıyla dinî olanın kamusal ve siyâsî alana hâkim kılınmasına açıkça gayret ettiği için, bu soruyu sormak mecbûriyetindeyiz. Belki de hiç böyle değildir. “Yerli” sıfatı bu topraklarda yaşamış ve yaşayan farklılıkların “eşit vatandaşlık” esâsına bağlı bir saygıyla karşılanıp, örneğin “anadilinde eğitim yasağı”nın kaldırıldığı, milletin farklı halkların eşit siyâsî birliğinden oluşan bir demokratik ulus olarak görülmek istendiği bir başka “vizyon” sâhibidirler. “Yeni, millî, yerli ve vizyoner” anayasayı böyle anlamaktadırlar.


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi