Milliyetçilik kıskacında Kürt Sorunu*

Kürt sorunu, kendi içinde başka sorunların çözümünü de barındırması anlamında bir “ana sorun”. Bunu kavradığımız zaman, Kürt sorununu çözdüğümüzde, Türkiye demokrasisinin başka pek çok sorununun da çözüleceğini fark edeceğiz.

Türkiye siyâseti çok uzun bir süredir açmazda. Kökleri Cumhuriyet’in kuruluşuna, belki de daha öncesindeki İttihatçı iktidar dönemine uzanan bu açmaz, milliyetçilik ideolojisinin siyâsî hayâtımızda kurduğu hâkimiyetten kaynaklanıyor. Milliyetçilik ideolojisi, bir siyâsî iktidar örgütlenmesi olarak devlet ile bir kültürel varlık olarak milletin birlikteliğini, birbirinden ayrılmazlığını ifâde ediyor. Buna göre milliyetçilik, nihâî amacı bu birlikteliği kurmak, kurduktan sonra da sürdürmek olan bir siyâsî ideoloji. Milliyetçiliğin, içine doğduğu toplumsal ortamın özelliklerine göre belirlenen farklı biçimleri var ve bu farklılıklar devletin ve milletin tanımlanışları ile ilgili farklılıklara da yansıyor.

Örneğin, milliyetçiliğin yaygın bir türüne göre devletin mutlaka “üniter” olması gerekiyor. Siyâsî iktidarın örgütlenmesi üniterlikten uzaklaştıkça, milliyetçiliğin hedeflediği devlet tipinden de uzaklaşılmış oluyor. Bizde örneğin bu çok baskın, âdetâ dogmatik bir biçimde benimsenmiş bir devlet tanımı. O kadar ki, bir ara Anayasa Mahkemesi de, federal devletlerin millî devlet niteliğinde olamayacaklarını düşünerek hüküm kurmakta bir sakınca görmemiş. Tabiî ki yanlış bir düşünce, Almanya gibi bir federal devlet örneği önümüzde dururken, federasyonla millî devletin bağdaşmayacağını ileri sürmek, Almanya’nın millî devlet olmadığını ileri sürmek gibi bir şey. Kezâ, çok farklı bir târihin ürünü gibi görünen ABD’nin kendi varlığını sloganlaştırırken kullandığı “Tanrı’nın altında bir ulus” (one Nation under god) deyişi de, pekâlâ federal ve millî bir devleti işâret ediyor. Ama, bizde bunu anlatmak neredeyse imkânsız. Sağı solu ortası, bütün versiyonlarıyla “Türk siyâseti” için “millî devlet eşittir üniter devlet”, burada tartışma yok.

ESAS TARTIŞMA: MİLLET TANIMI

Tartışma ve farklı milliyetçi ideolojilerin belirlendiği temel konu “millet”in nasıl tanımlanacağı. Milliyetçilik konusunda en belirleyici ve en kalıcı kavramsal katkılardan birinin sâhibi olan Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiş olan ünlü eserinde milliyetçiliği bir evlilik metaforu üzerinden tanımlar. Bu evlilikte damat devlet ise, gelin millettir. Toplumların târihi gelişme farklılıklarına göre, bâzı toplumlarda millet varken devlet yoktur, dolayısıyla milliyetçilik bir politik hareket olarak devlet kurmaya yönelir. Başka bâzı toplumlarda ise bir siyâsi iktidar örgütlenmesi olarak devlet vardır da, millet mevcut değildir.

Bu ikinci grup toplumlarda, devlet, yâni “fizikî zor kullanma tekeli”nin örgütlendiği bir bürokratik aygıt mevcuttur ama bu aygıta -fizikî zor kullanma gücüne- meşrûiyet sağlayacak bir kültürel zemin olarak “millet” mevcut değildir. Bu ikinci gruptaki toplumlarda devlet, kendi milletini oluşturmak durumundadır. Türkiye’nin de bu ikinci grupta yer aldığını ve Cumhuriyet’in kuruluşundan da önceye dayanan bir târihî süreç içinde, devletin meşrûiyet temelini oluşturan milletin, yâni yekpâre bir “millî kültür”ün oluşturulması, daha doğrusu inşâ edilmesi sorunuyla karşılaşıldığını görmekteyiz.

Tartışma da, ayrışma da bu karşılaşma tarafından belirlenmiştir. Türkiye devletinin meşrûiyet dayanağını oluşturan “millet” nasıl tanımlanacaktır? Sorunun cevâbı, kendi içlerinde farklılıklar taşımakla birlikte iki ana öbekte toplanabilecek olan farklı milliyetçilikler biçiminde ortaya çıkmıştır. Birinci öbekte, lâik, yâni dinî unsurları siyâsî-kamusal alanın dışında tutmak gerektiğini düşünen bir millî kimlik hedefiyle temâyüz eden “modernist/Kemalist/Atatürkçü milliyetçilik”, ikinci öbekte ise millî kültürün lâik, yâni “lâdinî” (din dışı) unsurlardan ibâret tanımını reddeden, kültürün İslâmî değerlerle bezeli içeriğini vurgulayan “gelenekçi/muhafazakâr milliyetçilik” yer almaktadır. Birinci öbeğin uç noktası Türk ırkçılığı, ikinci öbeğin uç noktası ise siyâsî İslâm’dır.

MİLLİYETÇİLİK VE OTORİTERLİK

Şimdi, şu noktayı net olarak belirleyebiliriz. Aralarındaki farklar ne denli belirgin, uçlar arasındaki mesâfe ne kadar açılmış olursa olsun, iki milliyetçilik türünün de çözemediği ve çözemeyeceği sorun, her düzeyde vâr olan toplumsal farklılıklardır. Etnik, dinî, inanç temelli farklılıkların yanında, sınıf, grup, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim gibi bütün farklılıklar, milliyetçiliğin hangi türü ile karşı karşıya gelirse gelsin, mutlaka siyâsî olarak bastırılması, yok edilmesi, bu mümkün değilse marjinalleştirilmesi gereken farklılıklardır. Bu da, milliyetçiliğin eninde sonunda “otoriter” bir siyâsî ideoloji olduğu sonucuna varmamıza yol açmaktadır. Milliyetçiliğin demokratik siyâsetle birarada bulunabildiği örneklerde demokrasinin varlığını mümkün kılan ana etken, o toplumlarda milliyetçilik karşıtı, farklılıkları siyâsî alanda vâr etmeye kararlı toplumsal ve örgütlü hareketler, daha doğrusu bu hareketlerin milliyetçiliği törpüleyecek kadar güçlü olmasıdır.

Türkiye, Kemalist milliyetçilik ile başladığı otoriter Cumhuriyet yolculuğunda, milliyetçiliğin modernist ve İslâmcı versiyonlarının çatıştığı uzun bir dönemi geride bırakmaktadır. Bu çatışmaların içinde, toplumsal farklılıkların her düzeyde bastırılmasına tanık olduğumuz çok sayıda “olağanüstü” durumun varlığı, târihî gerçekliğimizin bir parçasıdır. 1990’ların karanlık yılları içinde, bir anlamda o dönemin hukuksuzluğu ile paradoksal gibi görünen gelişmelerde Türkiye’de, toplumsal farklılıkları kabûl eden demokratik bir yeni anayasa arayışlarına da rastlamaktayız.

2010’ların ortalarına kadar süren bu arayışların merkezinde ise “Kürt sorunu” bulunmaktadır. Sorunu çözemediğimiz bir yana, yüz yıllık târih boyunca, kritik dönemlerde bu sorunu bir manivela olarak kullanıp, toplumsal hareketlerin bütünüyle bastırılmasına yönelik bir siyâsî pratiğe şâhit olduğumuz da açık. Bu gerçeklik iki şeyi net olarak ortaya koymamızı sağlıyor. Bunlardan ilki, Kürt sorununun Türkiye siyâsetini etkileyen iki milliyetçilik öbeğini besleyen ana kaynak olmasıdır. İkincisi ise, buna bağlı olarak, Kürt sorununun toplumsal farklılıklara saygıyı gerektiren demokratik siyâset için nelerin yapılması gerektiğini kendi içinde barındıran bir ana sorun hâline gelmiş olduğu.

ANA SORUN OLARAK KÜRT SORUNU

Sanırım birinci nokta üzerinde çok fazla durma ihtiyâcı yok. Modernist veyâ İslâmcı milliyetçiliklerin ikisi de, kendi varlıklarını Kürt sorununu inkâr ve bastırma temelinde vâr ediyorlar. İkinci nokta daha önemli. Buna göre Kürt sorunu, kendi içinde başka sorunların çözümünü de barındırması anlamında bir “ana sorun”. Bunu kavradığımız zaman, Kürt sorununu çözdüğümüzde, Türkiye demokrasisinin başka pek çok sorununun da çözüleceğini fark edeceğiz.

Önce Kürt sorununun içeriğinden başlamak gerekiyor. Hep soruluyor ya, nedir bu Kürt sorunu diye, oradan başlayalım. Elimde bir kitap var, Sezgin Tanrıkulu’nun imzâsını taşıyor. Kemal Kılıçdaroğlu da Önsöz’ünü yazmış. Kitabın adı, Bir de Benden Dinleyin. CHP Kürt Sorununun Çözümünde Ne Dedi?. Kitap TBMM faaliyetlerinden, oradaki konuşmalardan örneklerle yüklü ama kitabın en önemli bölümlerinden biri, derli toplu bir biçimde CHP’nin Kürt sorununun çözümü için TBMM Başkanlığı’na sunduğu 27 yasa teklifi. Bunun yanında CHP’nin “Kürt Sorunu’na Yeni Bakışı” ve 2022 Yılı İtibariyle 19 Soru-19 Cevap” başlıklı bölümler de çok dikkat çekici.

Şimdi, tartışmasız kabûl etmemiz gereken bir gerçek var ki o da şu: Kürt sorununun esas bileşenlerinden biri “Kürtçe sorunu”dur, daha doğrusu Kürtçenin hukukî statüsü sorunudur. Ân itibariyle Kürtçe, “gündelik hayatta kullanılan farklı dil ve lehçelerden biri”dir ama, bir “anadili” değildir. Bu, Kürtçe sorununun bir boyutudur ve siyâsî gündemimize Kürtçenin bir “anadili” olarak kabûlü ve ayrıca “anadilinde eğitim hakkının tanınması” biçiminde yansımaktadır.

Bugüne kadarki gelişmeler sonucunda, Kürtçenin “kanunla yasaklanmış dil” statüsünden çıkarıldığı, Kürtçe öğrenme ve öğretme imkânlarının tanındığı, bunların uygulamada ağır aksak da olsa, yüksek öğretim de dâhil olmak üzere, pratiğe aktarıldığı biliniyor ama, “anadilinde eğitim” talebi karşılanmadan duruyor. Bu durumda, sorunun çözümü için öncelikle yasama organının hareket serbestliğine kavuşturulması gerek. Kısaca, Anayasa’nın 42. maddesinde yer alan, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” hükmünün ilga edilmesi şart. Tanrıkulu’nun andığım kitabında buna dâir hiçbir yaklaşım yok. Sâdece herkesin anadilini öğrenme ve serbestçe kullanma hakkına vurgu var. Sorun bu değil!

Anadilinde eğitim hakkı sorunu sâdece Kürt sorunu ile ilgili de değil. Dolayısıyla konu, Kürt sorununun Türkiye demokrasisi açısından nasıl bir “ana sorun” hâline gelmiş olduğunu da gösteriyor. Anadilinde eğitim sorununu çözdüğümüzde, Türkiye’de vâr olan farklı anadillerini tanıma ve bunun da ötesinde bir Cunta dayatmasını ortadan kaldırma imkânını yakalamış olacağız ki, Türkiye demokrasisi açısından çok anlamlı bir merhâle olacağı açık. Ama, anadilinde eğitim dendiği zaman ya buna doğrudan karşı çıkan bir milliyetçiliğe ya da CHP’nin yaklaşımında görüldüğü üzere, utangaç bir geçiştirme çabasına saplanan “ulusalcılığa” çarpıyorsunuz.

Konuya haftaya devam edeceğim. Bitirmeden vurgulamak isterim, aslolan Kürt sorununu bu milliyetçilik kıskacından kurtarmak. 15 Mayıs’tan sonra bu yönde bir gelişme sağlanabilir mi, gerçekten büyük bir “soru işâreti”!


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi