Modern annelik resimleri

Annelik, tarihsel süreç içinde kavramsallaştırılmış ve bu kavramın içselleştirilmesi sağlanmıştır. Daha sonra bu durum, kadının değişmez doğası gibi sunulmuştur.

Annelik zor bir zanaattır. Babalığı değerlendirme kriterleri daha sınırlı. Evlenme öncesi damat adayından beklenenler: iş sahibi olmak, içki ve kumar alışkanlığının olmaması ve “karı kız peşinde” olmaması... Şerefli baba, çocuklarını ele güne muhtaç etmeyen kişidir. Vazifeleri üzerinden tanımlanan baba, aslında psikolojik bir baba değil; daha çok sosyal roller ve görevler üzerinden tanımlanan biridir. Yani babalık, dölleyici olmak ve sosyal görevler üzerinden sınırlı tutulabilirken, annelik çok daha karmaşık ve zordur. Zordur çünkü kaytarmak çok zor. Hamilelikte yerinizi başka birine devredemezsiniz. Yani birkaç günlüğüne bile olsa, kadının yerine hamileliği sürdürebilmek mümkün değildir. Hamilelik, kadının hareketlerini ve yaşamını kısıtlar. Yani kadın, yatarken, hastayken, yemek yerken bile... Yaşamın her alanında hamile.

Doğum... Kadının başarması gereken o büyük mücadele. Annelik, biyolojik, psikolojik, sıkça da ekonomik bağımlılıklar demektir. Emzirme sürecinde de bu zorluklar devam eder. Her ne kadar kadınlara sunulan özel günler ‘yük/lüzumsuz’ gibi görülse de (özellikle hediye almanın ve kapitalizmin yüklediği özel anlamlardan ötürü unutulmaması gereken günler), bu günler kadınların kazanımlarından çok kapitalizmin kendi planlarıyla ilgili.

Ulrike Wagner-Rau, Hristiyan teolojisindeki kadın imgelerini incelediği yazısında (Mutterbilder in der christlichen Theologie und Frömmigkeit), Anneler Günü kutlamalarının 1933 yılında Almanya’da anneleri yüceltmekten çok, çiçekçilik endüstrisini ekonomik krizden çıkarmak için organize edildiğini anlatır. Bu yıllar, Almanya’da Nazi rejiminin iktidara yürüdüğü dönemlerdir. Daha sonra annelik, özellikle de annenin doğurganlığı, romantikleştirilir. Nazi rejimi, asker doğuran ve saf ırkın sürdürülmesine katkıda bulunan annelere çiçek vererek teşekkür etme geleneği oluşturur.

Annelik ve kadınlık ritüelleri, birçok ulus tarafından benimsenmiş ve daha sonra tüketim endüstrisi bu ritüelin kalıcı olmasını sağlamıştır. Başlangıçtaki anlamından uzaklaşsa da anneliğin yüceltilmesi ve romantize edilmesi fikri kısmen devam eder. Büyük grup ritüellerini insanlar, dini ritüellerden tanır. Kapitalizm ve ulus devletlerin oluşmasıyla birlikte ulusal bayramlar ve ritüeller, dini özel günlere rakip olarak başka günlerin doğmasına neden olmuştur. Bu durum, dini otoriteyi tedirgin eder ve birçok ülkede bu ritüellere karşı çıkılır.

Bu karşı çıkışlar bazen ulus devlete, bazen de kapitalizm eleştirisi olarak sunulsa da aslında dini otoritenin tekel olma kaygısı belirleyici olabilir. Bu yüzden Kadınlar Günü ve Anneler Günü yerine, kandil geceleri ya da fetih günleri gibi dini kutlamalar desteklenir. Kadınlık ve annelik, dini motifler (Hatice, Ayşe, Zeynep, Ümmü Seleme gibi) üzerinden kutsallaştırılır.

Uzun yıllar boyunca annelik, toplumsal olarak kadının ‘doğal görevi’ olarak tanımlanmıştır. Bu tanım, annelerin üzerindeki baskıyı artırmış ve onların kendi bireysel kimliklerini kaybetmelerine (Mesela, Duygu Asena, Kadının Adı Yok’ta bunu işler) neden olmuştur. Günümüzde annelik yalnızca bir biyolojik zorunluluk olarak değil, kadınların kendini ifade etme biçimi olarak da görülmeye başlandı.

Sabine Toppe, yazdığı bir makalede (“Armut, Familien(leit)bilder, Geschlechterrollen”) iyi anne sıfatının, başarılı bir çocuk yetiştirme üzerinden edinilen bir kimlik olduğuna değinir. Annelik, mutlaka iyi ve kötü seçenekli bir değerlendirmeye tabi tutulur. Yani anne, iyi bir eş ve çocuklarına iyi bakan bir kadın olarak tanımlanır. Ancak bu “iyi” kavramı görecelidir ve farklı aile kültürlerinde farklılık gösterir. Bu değerlendirmede, toplumdaki yoksulluk gibi yapısal problemler genellikle göz ardı edilir. İyi annelik aslında ekonomik güçle de ilişkilidir.

Burada bir parantez açmak istiyorum: Geleneksel köylülükte yoksulluk, ineğin ya da koyunun olmamasıydı. Günümüzde ise yeterli ekim alanının ya da traktörün olmaması yoksulluk göstergesi olarak kabul ediliyor. Yani yoksulluğu belirleyen ölçütler değişti. Kentte yoksulluk sadece ekonomik yetersizlikle sınırlı değil. P. Bourdieu’nun bahsettiği sosyal ve kültürel sermayenin eksikliği de bir yoksulluk biçimi olarak görülüyor.

Cumhuriyet’in halka bir vaadi vardı: Eğitimle refahı yakalamak. Adeta eğitim seferberliğiyle ‘medeni’ ülkelerin ‘gelişmişlik’ düzeyine ulaşmak. Ülkeyi yönetenler de eğitimle yönetici pozisyonlarına geldiler. Demirel, Erbakan, Özal, Erdoğan gibi isimler, devletin sağladığı eğitim olanaklarıyla yoksulluktan kurtularak güce ulaştılar. Cumhuriyet bu vaadini bir dönem için yerine getirdi; bazı insanlar eğitim sayesinde yoksulluktan çıkarak varlıklı hale de geldiler. Bazı avukatlar, doktorlar ve mühendisler eğitim yoluyla yoksulluktan kurtulabiliyorlardı.

Ancak günümüzde Cumhuriyet vaatlerini yerine getiremiyor. Yaşadığımız şey, Cumhuriyet’in krizidir. İnsanlar, yalnızca eğitim yoluyla yoksulluktan kurtulabileceklerini düşünürken, bu artık imkânsız hale geldi. Üniversite mezunlarının işsizliği artarken, eğitim yolunun bir yere kadar açık olması, eğitimli bireyler için bile orta sınıf ya da üstü bir yaşam standardına ulaşmayı zorlaştırıyor. Mühendislik ve doktorluk gibi mesleklerle burjuvalaşma yolunun bir noktadan sonra kapalı olması ve günümüzde orta sınıf olmanın bile çok zor olması. Artık burjuvalaşmak, devletle iş birliği yapmayı ve talan/soygun ortaklığını gerektiriyor. Kriminal enerjisi olmayanlar içinse yoksulluktan kurtulmak giderek zorlaşıyor.

Bu kriz durumu, özellikle kadınları ve anneleri daha da etkiliyor. Kadınlar, eğitim yoluyla kamusal alana katılmaya çalışıyorlar, ancak işsizlikten en çok kadınlar etkileniyor. Kadınlar, kamusal alandan geri çekilmeye zorlanıyor ve erkeğe bağımlılıkları artıyor. Bu bağımlılık ve yoksulluklar, kadının “iyi annelik” durumunu da doğrudan etkiliyor. Başarılı anne olmak, iyi çocuk yetiştirmekle mümkün; ancak çocuk, anneyle özdeşleşirken aynı zamanda yoksul, bağımlı ve kamusal alanda özgüvenini kaybeden bir kadınla da özdeşleşiyor. Bu koşullarda başarılı bir çocuk yetiştirmek ise oldukça zor hale geliyor.

Çalışan anneler, doğum sonrası çocuk bakımında anneye ya da kaynanaya bağımlı hale gelebiliyorlar. Bu durum, çalışan kadın için kısmi bir özerklik kaybı anlamına geliyor. Ayrıca çocuk bakımını iki farklı kuşak (anne-baba ve dede-nine) üstlendiğinde, çocuk yetiştirme süreci çatışmalı bir alana dönüşüyor. Yani bir yandan çocuk yetiştirilirken, diğer yandan bu süreçte yaşanan ise kısmi otonomi kaybı. Yani insanlar çocukluklarında olduğu gibi yeniden anne/babalarına çocuklarından ötürü bağımlı hale geliyorlar ve eğitim konusundaki farklı düşüncelerden ötürü de anne/babalarıyla çatışmak durumundalar. Çocuklarının bakımından dolayı bu çatışma da hileli olmak durumunda.

Başka bir mesele de ödipal konuda yaşanıyor. Dede ve nineler, torunlarına karşı daha toleranslı olabiliyorlar. Bu durum, onların kendi çocuklarına karşı geçmişte yaşadıkları suçluluk duygusundan ve telafi etme çabalarından kaynaklanabiliyor. Anne ve babalar, çocuklarını yetiştirirken kaçınılmaz olarak bazı hatalar yapabiliyorlar ve bu hataları zamanla fark ediyorlar. Ancak zamanı geri alıp bu hataları düzeltmek mümkün olmadığından, bu hataları torunları üzerinde yapmamaya özen gösteriyorlar. Yani anne-baba olarak yaptıkları hataları, dede-nine olarak torunlarında düzeltmeye çalışıyorlar. Bu garip bir durum yaratıyor: hatayı hata yaptıkları kişide düzeltmek imkânsız olduğundan torunlarında düzeltiyorlar. Garip durum çünkü düzeltilen torunda düzeltilecek o hata yok. Bu ‘hata düzeltme’ durumu torunlar için çoğu zaman şımartılmak anlamına geliyor ve bu şımarıklık, anne-babanın eğitim biçimiyle çatışma yaratıyor.

Anne-baba ve çocuk arasındaki çözülemeyen çatışma, dede-ninenin torunla yaptığı koalisyonla yeni bir boyut kazanıyor. Çocuk açısından ödipal mesele, geçmiş kuşakla (anne-baba), anne-baba açısından da çocukla (gelecek kuşak) yaşanıyor. Anne-baba, kendilerini iki cepheli bir çatışmanın içinde buluyor: hem kendi ebeveynleriyle hem de dede-nine desteğini alan kendi çocuklarıyla çatışıyorlar. Bu bağımlılıktan ötürü de bu çatışmada rahat hareket edemiyorlar. Çocuk açısından ise, anne-baba ve dede-nine sevgisini bir arada yaşamak, ilişki zenginliği anlamına geliyor.

Annelik, bedenin ortak kullanımı

Çocuk yapmayı planlamak, kadının bedenini anne bedeni yapmayı planlamak da. Bedenin ortaklaşa kullanımı... Hamilelik paylaşmak, kadının bedenini bebeğiyle paylaşması demek de... Kadın anne olma sürecinde bedenini bebeğiyle paylaşır. Doğum bir ayrılıktır ama bu kez kadın kucağını bebeğiyle paylaşır. Meme kadınındır ama bebeğin emmesine izin verir. Paylaşmak, dayanışmak dediğimiz ve sosyalleşmenin ilk tohumları anneden öğrenilendir. İşte bu bedene bağımlılık ve paylaşma anneliği biyolojikleştirmeye ve bu biyolojikleştirme üzerinden de ‘doğal’laştırmaya götürüyor. Yani anneliğin toplumsal bir kurgu olduğu, toplumda aktif olarak üretildiği/kurgulandığı görmezden geliniyor. İşte bu tutum kadının yitirdiği, patriyarkanın güçlendiği nokta. Yani erkek egemenliği gerekçelerini kadının bedenine lokalize ediyor. Ana rahmi, ana kucağı, anne sütü...

Karin Flaake, “anneliğe yüklenen anlamları göreceli hale getirmek gerektiğine” vurgu yapar. Annenin, çocuğun gereksinimlerini karşılaması yorucu ve zaman alıcı bir süreçtir. ‘İyi annelik’ ise ömür boyu süren ve 24 saat kesintisiz devam eden bir görevdir. Bu durum, annenin duygusal enerjisini ve zamanını sınırlayarak, duygusal anneliği zorlaştırır. Yani annelik, oldukça nankör bir iş olabilir. Belki de melek anne, iyi anne ve kutsal anne imgelerinden, Donald Winnicott’un bahsettiği “yeterince iyi anne” anlayışına geçmek gerekiyor.

Fedakâr annelik, çocuğu için yaşayan ve gerekirse çocuğu için ölebilecek bir annelik anlamına gelir. Hayatının anlamını sadece çocuğu olarak tanımlayan bir anne, çocuğu büyüdüğünde kendi yaşamına bir anlam bulmakta zorlanır. Çocuğu için yaşayan bir anne, kendisi olmayı ve kendi için yaşamayı öğrenemez.

Şunu söylemek istiyorum: Erdoğan, kadınlara seslenerek “üç çocuk” yapılmasını istedi. Bu, tanıdık bir mesele. Erkeğin kadının mahremiyetine ve bedenini kullanmasına müdahale etmesi. Son yıllarda feminist bir bakış açısından psikanalize eleştiriler getiren psikanalist Helga Krüger-Kirn, bir makalesinde (“Mutterschaft und weibliche Identität” = Annelik ve Dişilik Kimliği) kadının bedenindeki potansiyelden bahseder. İşte bu patriyarkal sistem, kadının bu potansiyelini talan ederek ve üzerine hakimiyet kurarak varlığını sürdürür. Kadın, bu toplumda bakireliğiyle “değer yitimi” yaşarken, annelikle bir kimlik kazanır (kadın olmanın yanı sıra anne olur) ve bir çocuğu olur. Ancak kadın, doğumla birlikte aynı zamanda bir şeyleri kaybeder. Anne olmak, çoğu kez özgürlük ve özerklik kaybı anlamına gelir.

Helga Krüger-Kirn, başka bir makalesinde (“Mutterschaft-Vaterschaft-Elternschaft” = Annelik-Babalık-Ebeveynlik), anneliğin doğasında “şefkat” olduğunu savunan kültürlerde, bu şefkatin annelik için bir hapishaneye dönüşebileceğine dikkat çeker. Bebekler şefkat olmadan yaşayamazlar. İşte bu şefkat, annenin emzirebilmesinden ötürü anneden beklenir ve sanki şefkat anneliğin doğasında varmış gibi anlatılır. Bu durumda duygular ve roller cinsiyetlere göre ayrılır: erkek sert, kadın şefkatli ve merhametli olur. Bu noktada, analık rolündeki kişinin kendi annelerinin analık’larıyla olan ilk deneyimlerini yeniden reaktive olur. Bu da annenin analığına eleştiri veya takdir edebilmeyi sağlayabilir.

Yaşadığımız hayattaki radikal ve hızlı değişimler, annelik ve babalık rollerinin de hızla değişmesi anlamına geliyor. Daha önce modeli olmayan, kopya çekilemeyen, taklit edilemeyen yeni bir durum var karşımızda. Bu yeni anne/babalıklar, aynı zamanda bir acemilik dönemi demektir ve çoğu insanı zorlamaktadır. İşte bu acemiliğe verilen tepki, eskiyi yeniden inşa etme isteğidir. Dinsel ve ırkçı grupların kadın haklarına itirazları, aslında kadının gelişimine de bir itirazdır. Bu bağlamda, modern çocuğuna analık üstlenmeye kalkışanların kadınlardan öğreneceği çok şey var.

Ayrıca anneliğe yüklenen ve başarılması neredeyse imkânsız olan başka bir görev daha var: aileyi bir arada tutmak. Juliet Mitchell, Kadınlık Durumu kitabında, kapitalist çalışma koşulları nedeniyle aile birliğini korumanın zor olduğunu yazar. Aileyi bir arada tutmak ve birliğini sağlamak, anneden beklenen bir görevdir; bu birliği sağlayamamak da annenin sorumluluğuna yüklenir ve bu imkânsızlık, annede suçluluk duygusu yaratır.

Annenin bir görevi, çocuğunu hayata hazırlamak ve onun bireyleşmesini desteklemektir. Ancak, birlik ve bireyleşme arasında bir çelişki vardır; bireyleşme, aile birliğine bir tehdit oluşturur. Bu bağlamda, herkesin birey olduğu bir ailede birliği sağlayamamakla suçlanan anne, bir kez daha “iyi anne” olmayı başaramamış olarak görülür. Mitchell’e göre, kapitalizm bir yandan özel mülkiyetin kalesi olarak aileyi korumak zorundadır, ancak bireyleşme ve üretimin organizasyonu gereği aileyi ortadan kaldırma eğilimindedir.

Anneliğin kadınlıktan/dişilikten bağımsızlaştırılması

Geçtiğimiz aylarda yayımladığı kapsamlı çalışmasında (Mütterlichkeit braucht kein Geschlecht = “Annelik için Cinsiyet Gerekmiyor”), psikanalist Helga Krüger-Kirn, annelik için kadın ya da dişi olmanın gerekmediğini yazıyor. Analık dediğimiz şey, çocuğun gereksinimlerini karşılarken oluşan duygusal bağın adıdır. Bu bağı kurmak için ille de kadın olmak gerekmiyor. Yani annelik, erkeğin de yapabileceği ya da yapması gereken bir ilişkilenme biçimidir ve bu ilişkiye bağlı görevleri üstlenmek ve bu süreçte duygusal yoğun bir bağ kurabilmektir.

Annelik yapabilmek için kişinin kendi gereksinimlerini ve enerjisini iyi bir şekilde düzenleyebilmesi gerekir. Ancak sıkça karşılaşılan bir durum şudur: Annelik, kendini ihmal etmeden ve fedakârlık yapmadan başarılamıyor. Bu da geleneksel aile yapısına ve kadının toplumdaki görev ve rollerine eleştirel bir yaklaşımı zorunlu kılar. Annelik, tarihsel süreç içinde kavramsallaştırılmış ve bu kavramın içselleştirilmesi sağlanmıştır. Daha sonra bu durum, kadının değişmez doğası gibi sunulmuştur. Annelik, çocukla ilgilenirken deneyimlenen özel bir ilişkidir. Bu deneyim sırasında ister erkek ister kadın olsun, bireyler kendi çocukluklarını da anımsarlar. Bu da kaçınılmaz olarak anneliğin eleştirilmesini beraberinde getirecektir.

Doğal bir annelikten söz etmek, fıtratı anlatmak, anneliğin nasıl olacağını tanımlama ve belirleme imkânı verir. Erkek ve kadın düalizmi, annelik ve babalığa aktarılarak görevlerin ve nasıl duygulanım gerektiğinin sınırlarını da çizer. Her ne kadar Deli Dumrul’da farklı anlatılsa da anne özne olmaktan çıkarak ölesiye fedakâr biri olarak sunulur. Günümüzde ideal annelik, sevgiyle ve huzurla bebeğini emziren bir kadın portresi olarak gösterilir. Anne ayrıca, fedakarlığı zevkle yapan biri olarak kurgulanır. Ancak bu imkansızdır. Sonsuz, ölesiye fedakâr annelik sevgisi, “iyi anne olamamanın” suçluluk duygusundan kaçınma ve toplumda suçlanmaktan sakınma üzerine kuruludur. Sevgi aslında bir noktada suçlanmaktan ve suçluluk duygusundan kaçınmayı içerir.

Ev, mutlu ve huzurlu ailenin yaşadığı bir yuva olarak tanımlanır. Bu mutluluk, fedakâr insanların fedakarlıklarının ödülü olarak yaşadıkları huzurlu bir mekân gibi sunulur. Bu anlayış pedagoji ve psikolojiyle de beslenir. Fedakarlıktan zevk almak, “iyi annelik” olarak gösterilir. Çevrenizde, saygılı ve itaatkâr çocuk yetiştirmeyi ideal olarak anlatanlar vardır. Bu masum hikâye, aslında Nazi ideolojisinden bize kalan bir mirastır. Devletin, vatana faydalı itaatkâr çocuklar yetiştirmek istemesi... Kadının bedenini devletin ve milletin yararına kullanma hakkı Nazi döneminde oldukça yaygındı. “Üç çocuk yapın, dört çocuk büyütün, vatan için” gibi söylemler, Nazi söylemleridir.

Kadının bedenini kolektifleştirme tartışmaları, kürtaj meselesinde de belirginleşir ve anne olmak istemeyen kadın katil gibi suçlanır. Kürtaj tartışmalarında kadınlar ikiye ayrılır: iyi/kötü kadın. Toplumda şiddet potansiyeli kadına yansıtılır ve bu şiddet kadının bedenine depolanır. Kadın böylece suçlanır. Kürtaja onay veren kadın, cani muamelesi görür. Abarttığımı düşünebilirsiniz, ancak bu projeksiyona başka bir örnek vereyim: hamile kadın. Hamile kadına yüklenen görev, yeterince beslenerek bebeğin sağlıklı gelişimini sağlamaktır. Aynı zamanda cinsel çekiciliğini koruması, karın kaslarının yırtılmamasına özen göstermesi, memelerinin sarkmamasına dikkat etmesi ve şişmanlamaması, bedenin ‘deforme’ olarak cinsel çekiciliğini yitirmemesi beklenir. Ayrıca hamile kadının, doğum sonrası annenin sağlığına dikkat etmesi, hasta olduğunda bazı ilaçları kullanmaması gerektiği söylenir. Bu imkansızlıklar, kadını mükemmeliyet ve şiddete mahkûm eder.

Doğum sonrası emzirmenin önemi sürekli vurgulanırken, anneye emzirmeyi zorunlu kılan bir baskı uygulanır ve emzirme ideal olarak sunulur. Anne bu baskıyı dolaylı ya da dolaysız şekilde hisseder (Krüger-Kirn). Emziremeyen anne ise kötü ve kalpsiz olarak nitelendirilir. Emzirme üzerinden adeta bir “beslenme politikası” yürütülür. “Kaç ay emzirdin? Hangi sıklıkla?” gibi sorular bilimsel bir hava katılarak sorulur. Biyolojik bir temele dayandırılır: annenin memesi var, sütü var. Yani annelik biyolojiye dayanır. Hamilelik sırasında hormon sistemi değişir, uyku düzeni bozulur ve “tabiat ana” bu özellikleri annelere sunar. Bu durum, fıtrat meselesi olarak paketlenir ve anneliğin doğal ve kutsal olduğu vurgulanır. Böylesi bir baskıya, kutsallığa, doğallığa, biyolojiye ve bilime dayandırılan annelik eleştiriden ve şüpheden arındırılır.

Ailenin kutsallığı, annelik ideolojisi üzerinden topluma aktarılır. Ben de bazı yazılarımda anne-çocuk arasındaki mahremiyete ve bu ilişkinin biricikliğine dikkat çekmiştim. Bu özel ilişkide ödipal mesele olarak bahsettiğim konu, babanın bu ilişkiyi bozmasıdır. Uzun lafın kısası: “iyi annelik” ideolojisi, kadının/annenin fıtratı hikayesi üzerinden anne üzerinde baskı oluşturur ve kadınları iyi/kötü olarak kategorize etme şansını sunar. Bu kadar zor süreçlerin dışında kalan baba, anneyi yargılayan konuma da gelebilir. Erkek egemenliği, hilesi bitmiyor. Aynı anneden çekici, cinsel arzu dolu, kendine güvenen bir kadın olması da bekleniyor. Eğer bunları başaramazsa erkek şiddetinin hedefi haline gelebiliyor ve öldürülebiliyor da…

Annelik, yüceltilerek ve bu tür anneliği benimsemek, kadının özgürlüğü gibi gösterilerek lanse ediliyor. “Kadınlar kıskanç olur…” Bu lafı çok duydum. “İyi anne/kadın” imajı, hayali bir kurgu ve kadınlar/anneler bu imaj grubuna dahil olmak, erkekten “aferin” almak istiyorlar. Bu aferini bir kadın bile söylese, bu durum bile erkek egemenliğiyle özdeşleşmeyi içerebiliyor. “İyi annelik” bir başarı olarak kabul ediliyor ve bu ürünü, annenin teşhir etmesi bekleniyor. Mutluluk teşhir edilebilir bir ürün haline geliyor. Sosyal medya, mutlu anne-çocuk pozlarıyla dolu. Anneyi/kadını, başka kadınlarla/annelerle “iyi/kötü” anne/kadın ölçüleriyle karşılaştırmak, kaçınılmaz olarak rekabeti de getiriyor. Rekabetin olduğu yerde haset de var. Sonra kadınların kıskançlığı üzerine anlatılan hikayeler... Haset, bir eksiklik ya da yetersizliğe işaret eder. Çok masum görünürüz, ama çocuklarımıza anlattığımız masallarda da kadın aynada “en güzel kim” diye sormuyor mu? Aslında bu masalda, “kötü kadın” başkasına bu riskli soruyu sormak yerine, akıllıca aynaya soruyor. Bu durumda, başka bir kıskançlık tuzağı da “ayıp.” Sıkışan kadının, terbiyesizleşme özgürlüğü, kendini dışa vurma biçimleri de ayıp sayılıyor.

Son olarak, analık, bebeğe veya bakımını üstlenen kişiye karşı kurulan ilişkinin adıdır. Bu ilişkiyi cinsiyet ya da kadına bağlı bir kavram olmaktan çıkarmayı düşünmemiz gerekir. Eşcinsel ilişkilerde evlat edinilen çocuklar için, analık rolünü ve duygusal bağını bir erkek de üstlenebiliyor. Belki bu durum bize şaşırtıcı gelebilir, ancak bu da oldukça olumlu ve başarılı bir deneyim olabilir. Burada kastettiğim, çocukların iki annesi olması gerektiği değil; analık, vajinaya bağlı bir durum değildir, bu ilişkiyi kuranın cinsiyetinden ziyade, yaşanan ilişkinin kalitesine bağlıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi