Müeyyidesizlik ve topyekûn çöküş tehdidi

insanlığa karşı suçları işleyen devletlerin dünyânın en gelişmiş demokrasileri tarafından destek görmesi, uluslararası sistemin bugüne kadarki barışçıl müktesebâtını çökertmez mi? Sistemde açılan gedikler, sonuçta Avrupa Konseyi sistemini tahrip etmez mi?

Biliyorum artık herkes “yaptırım” diyor, müeyyidenin terim yerindeyse modası çoktan geçti. Ancak, bâzen ısrarcı olmak gerek. Kullandığımız sözcük, anlamı her zaman tam veyâ tama yakın bir tarzda içermiyor olabilir. Müeyyide yerine yaptırım dediğimizde de böyle bir durum ortaya çıkıyor. Tamam, anlaşılıyor, yapmak değil de yaptırmak dediğimizde, iki tarafı olan bir ilişkiden söz ediyoruz, bir taraf yaptırıyor, diğer taraf da yapıyor. Bir diğer deyişle yapan, yaptıranın irâdesine göre hareket ediyor.

Gündelik dilde farklı bağlamlarda kullanılabilirse de, hukukî anlamda yaptırım, bir hukuk kuralının emrettiği biçimde davranmayan, daha doğrusu hukuku ihlâl eden gerçek veyâ tüzel kişilerin mârûz kalacakları tepkiyi anlatıyor. Hukuk kuralının ihlâl edilmesine karşı gösterilen bu tepki, gerçekten hukuku ihlâl eden kişiyi bir şey yapmaya mecbur edebilir ve bu anlamda “yaptırım” doğru bir terim olabilir. Ancak, bir hukuk kuralının ihlâline karşı gösterilen her tepki, ihlâl eden kişiyi bir şey yapmaya değil de, o ihlâlin ortaya çıkardığı ve kendisinin istemediği bâzı sonuçlara katlanmaya da zorlayabilir. Merhum hocam Selâhattin Keyman, müeyyideyi hukuk kuralını ihlâl eden kişinin mâruz kalacağı, ona elem, acı, ıstırap veren bir tepki diye tanımlamıştı. Bu elem, acı ve ıstırâbın nedeni, örneğin suç işleyen bir kişinin hürriyetinden mahrum edilmesi olabileceği gibi, gerekli izinleri almadan yapılan bir inşaatın kamu otoritesi tarafından yıkılması nedeniyle uğranılan maddî ve manevî zarara katlanmak da olabilir.

Her halükârda yaptırım sözcüğü, müeyyide kavramında mevcut olan cebir unsurunu ifâde etmektedir, o yüzden kullanılmasında bir sakınca yoktur diye düşünülebilir. Bununla birlikte, iki terim arasında çok temel bir fark vardır ve bu fark neden yaptırım yerine müeyyide teriminde ısrar edilmesi gerektiğini de kanımca açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Yaptırım kelimesi, içerdiği zorlama unsuru nedeniyle, hukuk ile cebir arasında bir ilişkiyi düşündürtmektedir ve bu yanlış değildir ama yanıltıcı olan nokta, hukukun cebirle, tecebbürle, yâni zorlamayla özdeşleştirilmesi ve bundan ibâret sayılmasına yol açmasıdır. Bu, hukukun da kavram olarak tam anlaşılamamasına neden olmaktadır.

Oysa müeyyide, Arapça “ayd” kökünden türeme “te’yid”, yâni takviye, destek, kuvvetlendirme, doğrulama gibi anlamları olan bir kelime, daha doğrusu bir kavramdır. Çekirdeğini gerçek ve tüzel kişilerin davranışlarını düzenlemeye yönelik emirlerin oluşturduğu hukuk düzeninde de, ihlâl edilmeleri halinde bu emirleri takviye eden, destekleyen, pekiştiren bir tepkinin olmaması durumunda, hukukun etkisiz kalacağı açıktır. Bu nedenle, “müeyyidesiz hukuk, hukuk değildir” değerlendirmesinin yanlış olduğunu söyleyemeyiz.

Kuşkusuz, hukuk düzeyi sâdece davranışları düzenleyen emredici kurallardan ve bunlara bağlanmış müeyyidelerden oluşmaz ama, hukukun çekirdeğinde bu nitelikte kuralların bulunduğunu da inkâr edemeyiz.

ULUSLARARASI HUKUK NASIL BİR HUKUK

Tamam, biraz uzattım. Sadede geleyim. Bir devletin kendi egemenliği altındaki ülke üzerinde yaşayan kişilere uygulanan, suç ve cezâdan âile, ticâret, iş ilişkilerine dek çok geniş bir alana yayılan bir hukuk düzeni vardır. Burada bu hukuk düzeninin yapıcısı da uygulayıcısı da devlettir.

Buna karşılık, bir de devletlerin kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen kurallar mevcuttur. Bunlara da “hukuk” denilmektedir. Bugün uluslararası hukuk denilen bu hukuk alanının en zayıf olduğu noktalardan biri, müeyyidedir. Devletlerin uluslararası hukuka tâbi olup olmadıkları, tâbi iseler, uluslararası hukuku ihlâl ettikleri zaman ne gibi müeyyidelerle karşılaşacakları, bu müeyyidelerin ilgili uluslararası hukuk kuralını gerçekten pekiştirecek, te’yid edecek güçte, etkide olup olmadığı gibi bir sorundur bu. Buradan hareketle, uluslararası hukukun aslında müeyyide unsurundaki bu zayıflık nedeniyle hukuk sayılamayacağı bile ileri sürülmüştür.

Bu anlayışın geçerli olması hâlinde, dünyâ üzerinde bir barış düzeni inşâ etmek imkânsızdır. Sonuçta, eğer uluslararası düzeyde geçerli ve etkili bir hukuk düzeni olmazsa, gücün hâkim olacağı bir kalıcı savaş ortamında insanoğlu yaşamaya mahkûm olacaktır. Oysa, bugüne kadarki birikim, savaşın bir gerçeklik olarak varlığını maatteessüf görmekle birlikte, savaşı dahi hukuk kapsamına almaya çalışan bir dünyâ barışı inşâ etme yönünde gelişmiştir.

GAZZE ÖRNEĞİ

Günümüz dünyâsındaki bâzı gelişmeler, bu birikimin kalıcı bir dünyâ barışını sağlamaya yönelik etkili bir hukuk düzeninin kurulması yönünde gelişmesini engelleyici olmanın yanında, bugüne kadar bu yönde edinilmiş kazanımları yok etmeye, uluslararası hukuk düzenini bir anlamda topyekûn çöküşe götürmeye yönelik işâretler taşımaktadır.

İsrâil devletinin Gazze’de ortaya koyduğu yaklaşım, bunun son ve acı örneklerinden biridir. Uluslararası hukuka göre işgalci konumunda bulunduğu Gazze’den -ki, İsrâil’in işgâlciliği Gazze ile de sınırlı değildir- 2005’te çekilen ama özellikle Hamas’ın 2006’daki seçim gâlibiyetinden bu yana Gazze üzerinde zaman zaman çok katı bir abluka uygulayan İsrâil devleti, Hamas’ın son saldırısına verdiği tepkide ağır uluslararası hukuk ihlâllerinin de fâili olmuş durumdadır.

Somut olarak, İsrâil abluka altında tuttuğu Gazze’de, kendisine tehdit olarak gördüğü, son saldırılarıyla da bu tendidi inkâr edilemez bir biçimde ortaya koyduğu gerekçesiyle tamâmen yok etmeyi amaçladığı Hamas örgütünü yok etmek amacıyla, bâzı uygulamalar yapmaktadır. Bunlar, mesken ve işyeri niteliğindeki binaların, hastanelerin bombalanmasından, dolayısıyla abluka altındaki bölgede bulunan sivillerin hayatlarını kaybetmesine veyâ yaralanmalarına, elektrik ve su gibi hayatî ihtiyaçların bölgeye iletilmesine engel olarak insan ölümlerine neden olunmasına kadar uzanmaktadır.

Bundan birkaç gün önce, İsrâil’in eski Dışişleri Bakan yardımcısı ve Başbakan Netanyahu’nun eski dış politika danışmanı Daniel Ayalon, katıldığı bir canlı televizyon yayınında, Gazze’de bulunan Filistin halkının bölgeden “geçici olarak” ayrılması gerektiğini, Hamas’ın bölgeden tasfiyesinden sonra geri dönebileceklerini söyledi. Sunucu’nun Gazze’nin kuzeyindeki kapının açılarak İsrâil’e geçişin sağlanmasını düşünüp düşünmediklerine dâir sorusuna ise, mütebessim bir edâ ile, Sina çölünü kasdettiğini belirtti. Aslında “çöl” terimini ben ekledim, Sina, “Sina çölü”dür ve bir Türkiyeli olarak ister istemez Talât Paşa’nın soykırım sırasında Ermeniler için söylediği ünlü, me’âlen “ancak çölde yaşayabilirler!” sözü gelmişti aklıma.

1915’te değil, 2023’teyiz. Uluslararası hukuk da 1915’teki gibi değil. Nitekim sunucu Ayalon’a soruyor, “bu yaptığınız bir grubu kolektif olarak cezalandırma dolayısıyla bir uluslararası hukuk ihlâli, bir savaş suçu değil mi” diye. Buna verilen “sivil halk bölgeyi terk etsin, yoksa sonuçlarına katlanırlar” anlamındaki cevap, sunucunun tepkisine neden oldu. Haklı olarak sunucu, bu tür bir cevabın aslında ders kitaplarında tanımı verilen tipik bir savaş suçu olduğu yönündeydi. Benzer bir yaklaşımı, İsrâil Cumhurbaşkanı da ortaya koymuştu, gerçi sonradan düzeltmek istediler ama sözler bir kere ağızdan çıkıveriyor.

MÜEYYİDESİZLİK SIKINTISI

Gazze örneğini acı duyarak, çoğu kez öfkelenerek izliyorum. Yine, “yapanın yanına kâr kalıyor!” noktasına mı geliyoruz? Şimdiki görüntü böyle. Biraz geriye çekilip baktığımızda, görmemiz gereken bir gerçeklik var. Uluslararası hukukun geçerli dillerinden İngilizce’de “State of Israel” denilen bir devlet var ve bu devlet Birleşmiş Milletler üyesi. Yine İngilizce’de “State of Palestine” denilen bir devlet de var, ancak bu devlet Birleşmiş Milletler nezdinde “gözlemci üye devlet” statüsünde. Bu statüye göre Filistin Devleti bâzı uluslarası kurumların da üyesi olabiliyor. Bu çerçevede, Uluslararası Cezâ Mahkemesi’nin de üyelerinden.

Gazze, Filistin Devleti’nin ülkesi. Bu ülke üzerinde UCM’nin yetki alanına giren “soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları” tiplerindeki fiillerle ilgili olarak Filistin Devleti’nin UCM’ne başvurması mümkün. UCM savcılığı kendiliğinden harekete geçmese bile, Filistin Devleti’nin böyle bir başvuruda bulunabileceğini biliyoruz. Buradan bir sonuç alınır mı? İsrâil ve en büyük destekçisi ABD, UCM’ni tanımadıkları için, olumlu bir cevap vermek imkânsız gibi. Bununla birlikte, şu noktayı kamu oyunun dikkatine sunabiliriz. UCM’ni tanımayan devletler, kendilerinin yukarıda saydığım suçların fâli olma ihtimâli bulunduğunu da kabûl etmiş oluyorlar, öyle değil mi?

Gerçi Avrupa Birliği’nin Almanya ve Fransa dâhil önde gelen ülkeleri UCM’ni tanıyorlar ama bu, yine de İsrâil’in uluslararası hukuka aykırı eylemlerini, UCM’nin yetkisine gören suçlarını görmelerini sağlamıyor. Bilâkis, Hamas’ın saldırısı sonucunda yaşanan büyük insânî acıları fırsat bilip İsrâil’in arkasında hizâlanabiliyorlar.

Aklıma gelmiyor değil, tabiî. Avrupa Konseyi diye de bir örgüt var ve en önemli hukuk belgesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Çatır çatır o sözleşmeyi ihlâl eden devletlere ne gibi bir müeyyide uygulanıyor? AİHS ile kurulmuş olan sistemde bu müeyyidesizlik ile açılan gedikler, sonuçta Avrupa Konseyi sistemini tahrip etmez mi? Uluslararası savaş hukukunu, insancıl hukuku, insanlığa karşı suçları işleyen devletlerin dünyânın en gelişmiş demokrasileri tarafından destek görmesi, uluslararası sistemin bugüne kadarki barışçıl müktesebâtını çökertmez mi?

Merhum Çetin Altan, “insanlık kötüye gitmez, Türkiye de gitmez, enseyi karartmayın!” demişti. Bugünlerde bundan hiç emin olamıyorum!


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi