Süreyya Karacabey
Murphy'nin altın yasası
İliç faciası patladığında, buraya yazılamayacak türden şeyler düşünmenin yanında, hepimizi bir bilgisayar oyununun seyircisi gibi hissettim. Ekranda ülke haritası, kumanda başkalarının elinde ve sürekli değişik bölgelerde bir felaket yaşanmakta. Bir gün haritanın kuzeyinde, sonra güneyinde, doğusunda, batısında durmadan devam eden bir hareketlilik.
Bu felaket seslerinin dozajı ve verdiği zarar değişken ama muhakkak birilerinin canı yanıyor, bir şeyler oluyor: zehirlenen sular, göçük altında kalan işçiler, düşen asansörler, kitlesel olarak geçiş yapan canlı türleri. Bir felaketten ötekine geçiş var, arada bir mola, kaygısız içilen bir kahve arası falan yok.
Facialar ülkesinde başımıza ne gelirse gelsin ya Allah'tan ya dış güçlerden ya da küresel oyunların sert rüzgârından geliyor. Facialar ülkesinde her şeyi hak eden biziz ama bu hak edişe bilet kesenlerin herhangi bir sorumluluğu yok. İzin verenin, yasa önergelerini reddedenlerin, üst mahkemelerin verdiği kararlara uymayanların hiçbirinin bir sorumluluğu yok. Kimse sorumluluk üstlenmeyince bir siyanür dağının çökmesi, altında insanların kalması falan adeta metafizik bir boyut kazanıyor. Bu açıdan bakınca ülke esrarengiz bir alacakaranlık kuşağında duruyor.
Kaza olunca örneğin, otobüsün bir şoförü olmadığını anlıyorsunuz. Herkes ölmüş, “şöför yoktu ki” diyorlar. Kaza, otobüsün fıtratında var, yolda giden ve benzinle çalışan her alet bir gün uçuruma yuvarlanabilir. Madene inen göçük altında kalabilir. Altın, siyanürle bulunur, altını arıyorsan siyanüre katlanırsın. Yaklaşık böyle bir mantık, şimdiye kadar izleyip, dinlediğim yetkililerden öğrendiğim. Dedikleri, “yetkili, evet var, -Allah kimseyi yetkilisiz bırakmasın- ama yetkilinin sorumluluğu yok” gibi bir şey.
Facialar ülkesinde bir yanardağın dibine kulübe yapmış köylüler gibi düşünmemiz isteniyor, yanardağ elbette bir gün kızgın lavlarını tepenize akıtacak. Bu haritadaki yanardağ metaforu ise çok kapsayıcı işlemekte; işletmelerin sahibi var sorumlusu yok. Bir fabrika işçisi, bir maden işçisi, inşaat işçisi ölünce ölüme, yanardağın akıttığı lavdakine benzer bir doğa olayı gibi bakmanız gerekecek.
Duruma ilişkin soru sormaya kalkarsanız, son iş cinayetinde Anagold şirketinin taşeron firmasının işçilere attığı mesaj gibi cevap alısınız: “Asılsız haberlere kulak asmayın, işinize gelmeyi sürdürün.” Asılsız haber, siyanür dağının çökmesi mi, altında kalan işçiler mi, yoksa suyun, havanın, toprağın kim bilir kaç yıl dağıtacağı ölüm mü?
Haritanın karşısında sürekli yön değiştiren hareketli kafamız, Erzincan İliç'ten Marmara'ya çevrilecek sonra, orada bir gemi batmakta. Gemi yaşlı, defalarca bakımı yapılsın diye uyarılmış. Geminin bir gün batacağını içindekiler biliyor ve o gün geliyor, batıyor da. Suyun üzerinde duran her şey bir gün batar. Çıkarmamız gereken sonuç galiba bu.
Örnekleri çoğaltmama gerek yok, o hareketli kafaların geri kalanı sizlere ait, aynı noktaya birlikte bakıp sonra başka bir yere çeviriyoruz bakışımızı. Sebepler açık, sonuçlar ölümcül, ama kimse paranın dışında bir şeyin sorumluluğunu almak istemiyor.
Ülkede tek meşru edim, para kazanmak. Bu güce sahipseniz ve gücün semeresini gerekli kişilerle paylaşmayı da biliyorsanız, her şey sizden yana. İşletmenizde işçi ölmüş, inşaatınız çökmüş, her yer yangın yerine dönmüş, bir önemi yok. Sizi yetkili, muktedir ama “sorumsuz” tutacak bütün mekanizmalar yanınızda. Canınızı bir gün bile sıkmanıza gerek yok, insan bu, ölür, siyanür bu dağılır, ev bu, çöker, fabrika bu, yanar. O kadar rant dolaşımıyla uğraşırken bir de bu saçma felaketlere mi takacaksınız hesaplarla dolu kafanızı. Hele rant oranı yüksekse siz asla batan bir gemide bulunmaz, bir göçüğün altında kalmazsınız.
Bakın Anagold'un ülkedeki muhteşem ve kârlı serüvenine. Bütün bu felaketlerin olacağı öngörüldüğünde itiraz eden insanların başına gelenleri bir araştırın. Bergama'da siyanürlü altın aramaya karşı çıktıkları için öldürülüp, Seferihisar açıklarında batırılan dört insanın hikayesine bakın ve bu şanlı şirketin para kazanmasını engellemeye kalkışanları cezalandıran kimlermiş görün. Sonra, Anagold, para kazansın diye uğraşan yazarları tarayın, bunlardan, “İliç'i doğunun Paris'i haline getiren” şirketin bölgeye kazandırdıklarını ballandırarak anlatan birinin övgüsüne şahit olun. Ya da benzer bir meseleyle ilgili bir bilim insanının, siyanürle altın aranmasına karşı çıkanları, kaba ve cahil köylüler olarak nasıl aşağıladığını dinleyin.
Nasıl ama, her şey yerli yerinde değil mi? Birileri para kazansın diye hepimizin acı çekmesi gereken bir düzen bu. Evimizi yanardağın kıyısına kurmuşuz ve bu köyde hep Murphy'nin altın yasası geçerli: Altını olan kuralı koyar.
Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.