Şahap Eraslan
Namusun erkeği kırılganlaştırması ve öfke
Namus kavramı, kadınların cinselliğinin kontrol edilmesi gerektiği anlayışına dayanmaktadır. Namusun ihlali cinayete varan çatışmalara yol açabilir. Namus, babanın aile hiyerarşisinin tepesinde olduğu ataerkil bir toplumun ifadesidir. İşleyen bir ataerkillikte aile üyeleri birbirine bağlıdır ve bağımlıdır; ataerki onlardan kısıtlamalar talep eder. Bu bağlamda, bireysel cinsel kararlar, topluluğa saldırı ve aile namusunun ihlali olarak anlaşılır. Bu namus anlayışı sayesinde cinsellik, cinsellikle ilgisi olmayan kişilerin dolaylı olarak ona dahil olduğu kolektif bir boyut kazanır.
Ataerkillikte erkekler daha güçlü, kadınlar da daha zayıf cinsiyet olarak görülür. Bununla birlikte, her erkek eşinin iffetine bağlıdır. Güçlü cinsiyetin zayıf cinsiyete olan bu bağımlılığı, erkeğin zayıf tarafıdır. Burada Müslüman-Türk erkeğin derin bir narsistik sıkıntısı vardır: Erkek kendini üstün ve güçlü hisseder ama aynı zamanda bağımlılıktan dolayı aşağı, savunmasız ve zayıftır. Bu durum, bu konsept içinde bir öfke kaynağıdır. Bu öfke ancak kadınları kontrol etmeye çalışarak kontrol altında tutulabilir. Söz konusu konseptin şiddetinin kadın cinayetlerine kadar vardığını her gün okuyup izliyoruz.
Kontrol, erkeğin kaybettiği gücü yeniden kazanmasını sağlar: Bir erkek, namusunu kaybetmediği sürece güçlüdür! Kendi izni olmadan kadınının cinsel ilişkiye girmeyeceğini saptadığı sürece, namusu, gücü ve otoritesi güvence altındadır. Bu, sapkın bir dinamik yaratır: Erkek, "namus taşıyıcısı" kadının vajinası hakkında sürekli endişelenmek zorundadır; yani karısı, kızları, gelinleri, kız kardeşleri. Ama ensest yüzünden bunu savuşturmak zorundadır. Sürekli bu konuya takılıp kalır. Bu dinamikten kaynaklanan öfke, kadınlara yönelik saldırganlık yoluyla dışa vurulabilir. Böylece kadınlara karşı derin bir nefret de gelişir. Teorik olarak yetişkin heteroseksüel bir erkek yabancı kadınlarla cinsel fanteziler kurabilirken, namuslu olmak adına Türk erkeğinin cinselliğe dair fantezileri annesinin, kız kardeşinin, kızının cinselliği üzerine de kurulur. Bir erkeğin ensest tabusundan ötürü hiç ilgilenmeyeceği cinsellik böylece sürekli olarak Türk erkeğinin hayatında rol alır. Bu, şiddetin kaynağıdır ve sapıklık içerir. Sapıklıktan kurtulmak ise kadını denetlemek ve fanteziyi böylece azaltmak biçimine dönüşür.
ŞEHVET SALDIRGANLIĞA DÖNÜŞÜR
Namus kavramı, erkek özerkliğinin önündeki en büyük engeldir. Onun cinselliği, ailedeki kadınların cinselliği etrafında döner. Her ne kadar aile içinde sevgi, bağlanma, sosyalleşme gibi birçok gereksinimimiz giderilse de, ensest tabusundan ötürü cinsel gereksinimler aile içinde giderilemeyeceğinden yabancıya, aile dışına yöneliriz. Çocuklukta çocukça yaşanan cinsellikler ve çocukça oluşturulan cinsel fanteziler genelde aile içindeki kişilerledir ve seks anlamında değildir bu cinsellik. Yetişkinlik, çocukça olan bu cinsellikten uzaklaşmak, aile dışına yönelmek ve yetişkin cinselliğini edinmek demektir.
Türk erkeği namus kavramı üzerinden çocuksu cinselliğine takılıp kalır, düşünür, annesinin, kız kardeşlerinin, kızlarının ve gelinlerinin cinselliği hakkında fanteziler kurar. Defalarca tekrarlanan bu filmde ablası, kızı, gelini, annesiyle cinsel ilişkiye giren bir adam karşımıza çıkar. Hayali erkek ve hayali cinsellikle özdeşleşme bir yandan hazzı getirirken diğer yandan öfkeyi tetikler.
Bu bağlamda cinsellik, şehvet ve saldırganlık bulanıktır. Ensest tabusu ve ensest korkusu nedeniyle şehvet saldırganlığa dönüşerek sadist bir renk alır. Kadınlarla ilişki negatifleşir, agresif bir şekilde erotikleşir. Düğün ritüelinde olduğu gibi sembolik olarak cinsellik birçok insanın katıldığı grup cinselliğine dönüşür. Fantezide yabancı bir adam kız kardeş, anne ya da evlatla cinsel ilişkidedir ve namuslu adam önce bunu izler (röntgenci olur), sonra da namuslu olmak için kadına kontrol ve şiddet uygular. Namuslu adam namusundan sorumlu olan kadınların cinselliğiyle ilgilenen ve böylece ensest ilişkilerin teşhircisi, sonra da bu fanteziyi kadınları denetleyerek imha eden adamdır. Bazen bu, kadını imha ederek, onu öldürerek gerçekleşir.
KONTROL VE GÜVENSİZLİK
Bunun sonucunda ortaya çıkan ve bazen paranoyak fantezilere yol açan öfke ve şehvetin, bunlardan kurtulmak için Türk erkeği tarafından "namus" aracılığıyla dışa vurulması gerekmektedir. Erkek diğer hayali bir erkeği, tehdit eden, sıkıntı veren ve ondan şüphe eden biri olarak deneyimler. Namusundan sorumlu olan kadınları tarafından tehdit edildiğini veya ihanete uğradığını hisseder ve bazen onları düşmanı olarak görür. Güçlü bir kıskançlık dinamiği de vardır. Fantezisinde öteki, tuhaf adam, namus sınırlarını çiğneyen faildir ya da kötü adamdır. Bu kötü adamla saldırganlaşarak ve kendine kızarak savaşır. Şerefini korumak için hayali kötü adamın peşine düşer. Namusu olan kadınlar tarafından ihanete uğradığını hissettiğinden, kadınlara karşı bir güven-güvensizlik dinamiği gelişir. Lenin’in meşhur bir sözü vardır: “Güven iyidir ama kontrol daha da iyidir.” Bu söz çok anlamlı gelse de, güvenin değil de sonunda güvensizliğin ve kontrolün artmasına hizmet eder. Türk erkeği de güveni geliştirmek ve güvensizliği azaltmak için eşlerini kontrol etmeye çalışır. Bununla birlikte, kontrol ettiği sürece, dolaylı olarak güvensizliği teşvik etmektedir.
CİNSELLİKTEN KAÇARKEN ÖDİPALE TUTULMAK
Sürekli kontrolün olduğu yerde güven geliştirmek zordur. Bu güvensizliğin kökeni “ödipal”dedir: Psikanalizde ödipal konu, çocuğun anne-baba ilişkisinden dışlanması (yatak odasının dışına itilme) ve bu dışlanmadan ötürü incinmesidir. Ödipal olgunluksa dışlanmayla baş edebilme yeteneğini geliştirmektir. Türk anne, oğluna onu çok sevdiğini söylese de, akşamları babayla uyuyarak çocuğu yalnız bırakır. Bu durum bir aldatılmışlık, dışlanmışlık duygusu yaratır. Namus kavramında bu ödipal yaralanma ve rahatsızlık yeniden depreşir ve çocuk sevdiği insanların mahrem ilişkilerinden dışlanır. Bu nedenle Türk erkeği, namusunun taşıyıcısı olan kadınlarla olan ilişkisinde çoğu zaman bir dışsallaştırma ve zulüm dinamiğine girer. Bu dinamikte ortaya çıkan saldırganlık genellikle kadınlara aktarılır; kadınlar sıkı bir şekilde kontrol edilir. Adamın kendisi, saldırganla özdeşleşme biçiminde bir fail haline gelir. Bu bağlamda bir Türk erkeği namusundan sorumlu olduğu kadınlara ensestik bir şekilde bağlı kalır. Sıkışık yaşam koşulları ve bu koşulların yarattığı fiziksel yakınlık, (bu kadınlarla aynı evde yaşamak, bu yaşamın gereği bedensel yakınlık, “ev hali” mahrem karşılaşmalar) ensest fantezilerini sürekli teşvik eder ve bunların savuşturulması zorunlu olur.
Herhangi bir evde namus konuşulurken dolaylı olarak cinsellik de çok belirgin biçimde dile getirilir. Kızına, bacısına namusun erdemini anlatan bir erkek cinselliği konuşuyor demektir. Bu kadar gizli bir şey, bir tabu, namus üzerinden açıkça sergilenen ve konuşulabilen bir şeye dönüşür. Hurni ve Stoll’a göre, sürekli namus teması ve herhangi bir cinselliğin aynı anda inkâr edilmesi, “cinsellikten arındırılmış cinselliğin erotikleştirilmesi paradoksuna” yol açar (1999, s. 100). Kişi “cinsellik yokmuş gibi davranmalıdır; o var olamazdır, gösterilemezdir!” Çünkü adamın hayat hikâyesinde “gizli ensest” deneyimleri vardır (s. 95).
Namusun her yerde, her ortamda, her koşulda korunması tasarımı, tüm yaşam alanlarının cinselleştirilmesi de demektir. Ülkemizde bir yandan namusa vurgunun sürekliliği, diğer yandan cinselliğin olması gerekenden daha fazla biçimde hayatımızda yer almasını veya konuşulmasını getiriyor. Namus üzerinden yaşam alanlarının fazlaca cinselleştirilmesinin (Übersexualisierung) sonucu olarak birbirimizi sürekli denetleyen, cinsel fanteziler oluşturan, yaşam alanlarını cinselleştiren bir toplum haline geliyoruz. Psikanaliz, psikoseksüel gelişim üzerinden insana dair tezler, kuramlar geliştirir; kültüre ve şerefe de psikoseksüel açıdan bakarak bir kültürü anlayabiliriz diye düşünüyorum.
ENSEST FANTEZİDEN KURTULMA ÇABALARI
Namus kavramı, Türk erkeğine cinsel ensest fanteziyle başa çıkmanın farklı bir yolunu sunar. Bu kavram aracılığıyla ödipal fantezi durumu tekrar eder. Ancak erkek daha aktif hale gelerek o zamanın çocuksu pasifliğinden kurtulabilir. Kadınlara yönelik kontrol ve saldırganlık, o zamanın pasifliğine bir tepkidir: Erkek bir daha asla o zamanki kadar pasif olmak zorunda kalmayacaktır! Adam, çocukken babasından daha aşağıda olduğu hayali rekabeti şimdi kazanabilir ve o zamanın yenilgisini ödipal bir zafere dönüştürebilir. Bu yabancı tuhaf adamı namusunun taşıyıcısı olan kadınlardan uzak tutmayı başarırsa, bu bir zaferdir ve erkek namusa sahip demektir. Namusuna sahip olduğu sürece, geriye dönük olarak babasına karşı kazandığı zaferin tadını çıkarabilir. Namus kaybı ise başka bir ödipal yenilgi anlamına gelir.
Psikanalitik teoriler, bir çocuğun ensest fantezileri olduğunu öne sürer. Babanın saldırganlık (bağırma) biçimindeki korkulu tepkisi, kızının ensest fantezisini daha tehdit edici veya korku tetikleyici hale getirir. Çoğu zaman babayı rahatlatmak için kız, bu tür fantezi ve olayların sorumluluğunu üstlenir, suçluluk duyar.
Cinsiyet ayrımı nedeniyle kız, kadınların dünyasında veya homoerotik bir dünyada kalır. Bu yakınlık aynı zamanda arzuya da engeldir, çünkü “kız, eşcinsellik tabularının etkisi altında, bir arzu nesnesi olarak annesini kaybeder” (Imhorst, 2017, s. 61). Babanın ulaşılmazlığı ve homoerotik durum, kızı farklı bir nesne aramaya ve babalık nesnesine özlem duymaya yönlendirir.
Babanın bakışı, "ötekinin bakışını" içselleştirerek çocukta iz bırakır. Çocukların, zamanla kendi başlarına oluşturdukları “kendi fikirleriyle yaşadıkları” (Berger, 1999) söylenir. Fikir, “El-alem ne der?”dir; buradaki “el-alem” görünmez ve varsayılan nesnelerdir. Onların var oldukları, ancak asla ortada olmadıkları varsayılır: hayali ötekiler! Yine de insan kendine bu hayali ötekilerin gözünden bakar. Ötekinin bakışı, utancın kalıcı olarak var olduğu anlamına gelir ve bu utanç aynı zamanda kadınların toplum içinde nasıl görüneceğini ve davranacağını da düzenler. Bu, kendilerine içselleştirilmiş bir dış gözle bakmaları anlamına gelir. Bu dış göz, Berger’in (1999) dediği gibi, bir kamera veya “Tanrının gözü” gibi bir işlev görür.
TERCÜMESİ BEKLENEN GİZLİ MESAJLAR
Gizemli mesajlar (Die rätselhaften Botschaften) kavramı, Jean Laplanche (2004a, 2004b) tarafından tanıtıldı. Laplanche, Freud’un geliştirdiği “baştan çıkarma” teorisini ele alır ve “sapkın baba ve nevrotik kız ilişkisi” ile ilgili olarak Freud’da eksik olan unsurları tamamlamaya çalışır. Freud psikolojik sorunlara o dönem farklı yaklaştığında şunu görür: Aile içi (ensest) ilişkisi çok yaygındır ve bu travmatik sonuçlar doğuruyor. Daha sonra aile içinde, anne-baba ile çocuk arasında cinsel fanteziler olduğunu da fark eder. Bu bağlamda “sapık babalar”dan söz eder. Laplanche yıllar sonra, Freud’un sözünü ettiği fakat sonraki çalışmalarında uzaklaştığı bu konuyu yeniden ele alır ve geliştirir. Laplanche, hiçbir çocuğun kaçamayacağı bir “temel antropolojik durumu” (2004b, s. 19) tanımlar: Simetrik-asimetrik bir diyalogda, cinsel (esas olarak pregenital) bir bilinçdışına sahip bir yetişkin ile henüz bir bilinçdışı ve aynı zamanda bilinçdışı ile önbilinç arasındaki karşıtlığı geliştirmemiş bir infant (bebek, çocuk) ile çelişir.
Örneğin, vajina veya penis bir çocuk için bir işeme organıdır. Çocuk vajinasıyla veya penisiyle oynadığında haz da alır ama bu haz çocukçadır. Bu organın cinsellik organı olduğu bilgisi ve bilinci olmadığından çocuğun aldığı haz çocukça cinseldir, yetişkin cinselliği açısından cinsel değildir. İşeme organıyla oynayan çocuğunu gören anne-babanın çocuğa bu organla oynamayı yasakladığını düşünelim. Çocuk bunu anlamaz, çünkü bu “gizemli bir mesaj”dır. Laplanche bu tür durumlarla çocuğun hayatına yetişkin cinselliğinin bir bilmece biçiminde çok erken girdiğinden söz eder. Antropolojik durum da budur: Yetişkinler yetişkin cinselliğini bildiklerinden, çocukla ilişkilerinde bilinç ve bilinç ötesine bu mesajları gönderirler. Bazı bilmeceler Laplanche’a göre “tercüme edilerek” anlaşılır hale gelir ve sorun olmaktan çıkar ama cinselliğe dair bilmeceler bilinç ötesinde kalır.
Yetişkinin cinsel bilinç ötesi, küçük çocuk-infant ile olan ilişkide yeniden etkinleştirilir. Bu yetişkin mesajları önbilinçli mesajlardır. Bu nedenle bu mesajlar hem gönderen, yani yetişkin için, hem de alıcı, yani küçük çocuk için gizemlidir. (Laplanche, 2004a, s. 901). Yetişkin için de gizemlidir, çünkü onun da bilinç ötesinde, kendi anlamadığı, tercüme edemediği mesajlar vardır. Başka bir mesele: Anne-baba çocuğun işeme organıyla oynaması durumunda o organın cinsellik organı olduğu bilinciyle çocuğa yaklaşırlar, ama cinsel yaklaşmazlar. Yani çocuklarına cinsel ilgiyle yaklaşmazlar. Bütün bunlar gizli, gizemli bulmacalara dönüşür. Yetişkin cinselliği yetişkinden gelir, çocuğu sevmede farkında olmadığımız arzuların da olması önemli bir gizdir. Laplanche’a göre bu “ilk sahne”dir (Urszene) ve yetişkin ve çocuk cinselliğinin karşılaştığı andır. Aichhorn, “İlk baştan çıkarma, çocuğun vücudunun cinselleştirilmesinin cinsel anlamını taşır” der (2004, s. 47). İlişki ve beden bu yolla cinselleştirilir ve arzu edilir. Laplanche’a göre psikolojik sorunlara, bilinç ötesinde birikmiş, tercüme edilemeyen mesajlar yol açar. Psikanalizin görevi de işte bu tercüme işini üstlenmektir.
İÇİMİZDEKİ ÇOCUĞUN ÖLÜMÜ
Bu bilmecelerin bazıları gelişimle aile içinde tercüme edilerek, çocuğun anlayacağı şekle dönüştürülerek, bazıları da kültür üzerinden, ritüellerle ve anlatılarla çözülür. Bazılarının tercümesi ise çok zordur, çünkü sözünü ettiğim konular bilinç ötesinde, yani bilgimiz dışında ulaşılması güç bir yerdedir. Müslüman baba, kızına veya kızına olan arzusuna korkuyla ve bazen yasaklayıcı ve saldırganca tepki verir. Çocukların çıplaklıklarından korkmak, anne ya da babanın çocuğundan korkması anlamına gelir ya da bazen çocuk, bedenini babası için bir cinsel tehdit görür. Çocuğun hayatına yetişkin cinselliği girdiği an çocukluk ölür. Namuslu olmak adına, inançlı olmak adına yapılan çoğu kez budur.
Ahlaklı olmak genelde sadece namus üzerinden dillendirildiğinde, yetişkin cinselliği çocukların iç dünyalarını çok erken alt-üst edecek biçimde hayatlarına sokuluyor. Durum benim sözünü ettiğim gibiyse bu, toplumdaki herkesin sapık ve psikolojik hasta olduğu anlamına gelir. Sağlıklı bir toplum olduğumuzu düşünmüyorum. İdeolojik kavgaların ve din-laiklik tartışmasının yoğun bir biçimde cinsellik üzerinden yapılması da dikkat çekici. Her şeye rağmen bazı bilmeceler aile içinde, bazı bilmeceler ise toplum ve kültür tarafından tercüme edildiğinden çoğumuz klinik vaka olmaktan kurtulduk. Namus konuşurken çoğu insan yeniden kendisiyle ve kendi bilinç ötesiyle ve önbilinciyle karşılaşır.
Tüm bunlar ve bilinçdışı/önbilinç bu tepkide belirginleşir ve bu nedenle bu andan itibaren artık bilinçsiz değildir. Arzu ve cinsel olan açık hale gelir. Bu durumda, kontrolü kaybetme korkusu büyür. Anaokulu çağından itibaren kızlarının başını dini gerekçeyle örten Müslüman aileler vardır. Namus ve örtünme (başörtüsü de dahil) öğretisi üzerinden erkeğin cinsel yönelimleri, yetişkin cinselliği, çocuğun hayatına sokuluyor. Bu konseptte dışarıda bir erkek vardır ve çocuğa cinsel tacizde bulunmak istiyordur; bu tehlikeden korunmak için dikkatli olmak gerekir.
Bu şekilde aile içi cinsel çekim ailede söz konusu edilir, aynı zamanda dışarıdaki belirsiz erkek üzerinden de aile dışına atılır. Böylece yetişkin cinselliği çok açık hale gelir, aynı zamanda aileden sembolik uzaklaştırılır. Bu belirsiz azgın erkekten korunmak için de kadına kendisini denetlemesi, örtünmesi öğretilir. Azgın erkeğin frenlenmesi görevi kadının üzerine yıkılarak ondan sorunu azaltması istenir. Çıplaklıktan kaçınmak ve örtünmek de bu bağlamda, erkeğin tahrikini dikkatli olarak, kendini kontrol ederek önlemeyi denemektir. Çıplaklıktan kaçınmak, başörtüsü takmak, bu tür durum ve tecrübelerin daha en başından engellenmek istendiği anlamına da gelir. İnsan şayet bu tür olaylarla bir gün karşılaşırsa, bu tür deneyimler ve fanteziler için kendi sorumluluğunu önlemek ister. Bu anlamda, başörtüsü takmak, kadınların kontrolü ele geçirmek için kullanabilecekleri önleyici bir tedbir olarak görülür.
Böylece çocukluk biter. Çocuklar kadınlara dönüştürülür. Görünüşte tehlikeli olanın üzeri örtülür (baş örtüsü) ya da çocuk yaşta başı bağlanır. Fantezilerde bu cinsellik, namus kavramına entegre edilerek aktif ve rahatsız edici bir şekilde yaşamaya devam eder. Bu yolla, kız çocuğunun cinselliği hakkındaki fantezi korunur ve ona karşı savaşılır. Terapi, gizemli mesajları (bilinç ötesi) tercüme etmek için vardır.
***
Bu yazdıklarımın tümü, bir bakıma namussuzluğa bir övgü. Ama bana namussuz ya da şerefsiz mi olmak isteyip istemediğimi sorarsanız, yanıtım ‘hayır’ olur. Ben namuslu ve şerefli olmanın olumlu bir şey olduğunu hala düşünüyorum; ama bizim anladığımız anlamdaki namus ve şeref konseptlerinin dönüştürülmesi gerektiğini de savunuyorum. Bu haliyle namus, iktidarın sağlamlaştırılması, erkek egemen kültürün korunması, kadın ve çocuklara şiddetin sürdürülmesi anlamlarına geliyor, ki bunun da kesinlikle olumlu bir şey olmadığı çok açık.
BİTTİ
Kaynakça:
Benedict, Ruth (2020). Chrysanteme und Schwert. 7. Baskı. Frankfurt am Main: Suhrkamp
Berger, John (1999). Görme Biçimleri. İstanbul: Metis Yayınları
Burkhart, Dagmar (2006). Eine Geschichte der Ehre. Darmstadt: WGB
Bourdieu, Pierre (2012). Die männliche Herrschaft. Frankfurt am Main: Suhrkamp
Çakıl, Büşra (2017). Rehabilitierung des Ehrbegriffs. Barleben: Tectum Verlag
Grassberger, Sonia & Pakesch, Nadja (2020). Aspekte in der Darstellung des weiblichen Körpers. In Elisabeth Skale, Sabine Schlüter & Ulrike Kadi (Hrsg.), Psychoanalyse – nicht ohne meinen Körper. Sigmund-Freud-Vorlesungen 2019 (S. 147–176). Frankfurt am Main: Brandes & Apsel
Filin, Daniel (2019). Die Ehre des Fürsten. In Dorothea Klein (Hrsg.), Ehre. Würzburg: Königshausen & Neumann Verlag, Teilband 1
Hurni, Maurice & Stoll, Giovanna (1999). Der Hass auf die Liebe. Die Logik der perversen Paarbeziehung. Gießen: Psychosozial
Imhorst, Elisabeth (2017). Über den kreativen Umgang mit den Grenzen des Körpergeschlechts. Psychoanalytische Gedanken zur Transidentität. In Beate Unruh, Ingrid Moeslein-Teising & Susanne Walz-Pawlita (Hrsg.), Grenzen (S. 59–66). Gießen: Psychosozial
Kamm, Elke (2009). Ehre der Frau-Ehre des Mannes. https://www.journal-ethnologie.de/Schwerpunktthemen/Schwerpunktthemen_2009/Ehre_und_Schande/Die_Ehre_der_Frau_-_die_Ehre_des_Mannes/index.html. 20.09.2012 günü okuma.
Laplanche, Jean (2004a). Die rätselhaften Botschaften des Anderen und ihre Konsequenzen für den Begriff des “Unbewußten” im Rahmen der Allgemeinen Verführungstheorie. Psyche, 58 (9–10), 898–913
Laplanche, Jean (2004b). Ausgehend von der anthropologischen Grundsituation. In Lothar Bayer & Ilka Quindeau (Hrsg.), Die Unbewusste Botschaft der Verführung. Interdisziplinäre Studien zur Verführungstheorie Jean Laplanches (S. 17–31). Gießen: Psychosozial
Maus, Marcel (1990). Die Gabe. Frankfurt am Main: Suhrkamp
Schiffauer, Werner (1983). Die Gewalt der Ehre. Erklärungen zu einem deutsch-türkischen Sexualkonflikt. Frankfurt am Main: Suhrkamp
Schiffauer, Werner (1987). Die Bauern von Subay. Das Leben in einem türkischen Dorf. Stuttgart: Klett-Cotta
Strasser, Sabine (1995). Die Unreinheit ist fruchtbar! Geschlechterbeziehungen in einem türkischen Dorf. Wien: Wiener Frauenverlag
Taylor, Charles (2012). Multikulturalismus und die Politik der Anerkennung. Frankfurt am Main: Suhrkamp
Vinnai, Gerhard (2004). Hitler – Scheitern und Vernichtungswut. Zur Genese des faschistischen Täters. Gießen: Psychosozial
Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.