Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

Nato kafa, Nato mermer, hep beraber!

Tam 60 yıl önce bugün 27 Mayıs darbesini yapanların da, devirdikleri Adnan Menderes’in de, iktidar yolunu açtıkları İsmet İnönü’nün de birleştiği tek nokta NATO’ya sadakat idi…

Bugün Türkiye’de on yıllık DP yönetimine son veren 27 Mayıs 1960 darbesinin tam 60. yıldönümü… 57 yıl önceki başarısız 21 Mayıs darbesini tahlil eden geçen haftaki yazımda "Talat Aydemir ve Fethi Gürcan İsmet Paşa’nın gazabıyla idam sehpasında katledilmişken Orgeneral Memduh Tağmaç ve hempası 1971’de, Orgeneral Kenan Evren ve hempası 1980’de kanlı darbelerin en hasını yapacaklar, ama yaşamlarını rahat döşeklerinde tamamlayacaklardı…" demiştim.

27 Mayıs 1960 darbesini yapanlar da bu anlamda şanslı sayılırlar… Her şeyden önce darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlansa ve Demokrat Parti iktidarda kalsaydı, darbeci subayların tamamı ordudan atılacak, belki de "elebaşı" olarak görülen bazıları tıpkı Menderes, Zorlu ve Polatkan gibi idam sehpasında can vereceklerdi.

Bunun küçük çaplı bir örneği 1958’de "darbe girişimi"nde bulundukları için tutuklanan dokuz subayın derhal ordudan atılması ve mahkûm edilmesiydi. Girişim başarılamadığı için idam söz konusu olmamıştı.

Hiçbir ilgim olmadığı halde, yedek teğmen olarak bu başarısız darbe girişimi nedeniyle ben de sürgün yemiştim.

1957 yılı sonlarıydı… Yedek subay olarak Milli Savunma Bakanlığı’nın İzmir Temsil Bürosu’nda görevliydim. Bir ihbar üzerine İstanbul’da bir grup subay, hükümet darbesi hazırlamak iddiasıyla tutuklanmıştı. Ancak 1. Ordu Komutanı’nın yayın yasağı koyması nedeniyle olay kamuoyuna 16 Ocak 1958’de açıklanmıştı. Olaya adı karışanlar arasında MSB İstanbul Temsil Bürosu’nun, yani bizim İzmir’deki büronun İstanbul’daki benzerinin müdürü de vardı.

Olayın açıklanmasından kısa bir süre sonra, bir sabah basın özetlerini hazırlarken, o sırada karargâhta yazıcı olarak askerlik hizmeti yapmakta olan yazar Erol Toy yanıma geldi, "Teğmenim, benden duymuş olmayın, Ankara’dan biraz önce emir geldi. Sizi Ankara’ya, Mamak’a sürüyorlar…" dedi. Birkaç saat sonra da büro müdürü binbaşı emri bana resmen tebliğ etti.

9 Subay Olayı’na İstanbul’daki büro müdürü de karıştığı için, MSB temsil büroları bir fesat ocağı sayılmış, kapatılmalarına ve çalışan askeri personelin de birliklere dağıtılmasına karar verilmişti.

Ben Mamak’taki Muhabere Eğitim Merkezi’ne gönderildim… İstanbul Temsil Bürosu’nda görevli olan bizim tertipten Zeki Müren ise bir askeri birliğe sürülmek yerine, yeni kurulmuş olan "Subay Çocuklarına Yardım Derneği" yararına Türkiye’nin dört bir yanında bir dizi konser vermekle görevlendirildi.

Ankara’daki birliğime teslim olduktan sonra kent yaşamından kopmamak için okuldaki subay misafirhanesinde kalmak yerine Hergele Meydanı’ndaki ucuz bir otelde kalmayı tercih etmiştim. Her sabah bir servis arabası okul subaylarını oturdukları semtlerden toparlayıp Mamak’a götürüyordu. Biz o çevrede oturan bir başka subayla birlikte servis arabasına Gençlik Parkı civarında biniyorduk.

Servis arabası daha sonra Ankara Radyoevi, Sıhhiye, Cebeci’den de bazı subayları alıp Mamak’a yollanıyordu. Ankara Radyoevi’nin önünden geçerken arabada bir hareketlilik ve inanılmaz bir diyalog başlıyordu.

- Ankara Radyoevi’ni ele geçirmek kime nasip olur?

Artık ok yaydan çıkmağa başlamıştı. Bu tür şeyler şaka niyetine de olsa korkusuzca konuşulabiliyordu.

Ben 1958 Haziran’ında terhis oldum… Daha sonra yayımlanan anılardan öğrendiğim kadarıyla 27 Mayıs darbesinin örgütlenmesinde Mamak’taki Muhabere Okulu büyük rol oynamıştı.

1971 ve 1980 askeri darbelerinin Washington’un ve NATO’nun teşviki ve desteğiyle gerçekleştirildiği, darbecilerin de bunun bedelini tüm sol ve anti-emperyalist güçleri ezip Türkiye’yi siyasi, ekonomik, ideolojik ve askeri bakımdan ABD emperyalizmine daha da bağımlı kılarak fazlasıyla ödediğini o günleri yaşayanlar ya da dikkatle izlemiş olanlar gayet iyi bilir.

27 Mayıs 1960 darbesi bu formatın dışında mıydı? Kesinlikle hayır…

1953 başından itibaren İzmir’de muhalif bir gazetede çalıştığım, gazeteciler sendikası ve cemiyetinde sorumluluk üstlenerek basın özgürlüğü ve medya çalışanlarının sosyal hakları uğruna mücadelede fiilen yer aldığım için DP iktidarına karşı direnişi bittabi tümüyle destekliyordum.

1960 yılında Milliyet gazetesinin İzmir temsilcisi olarak NATO’ya ilişkin aktüaliteyi de yakından izliyordum… Karargâhta görevli Türk subayları arasında, az da olsa, gerçekten ABD hegemonyasına, NATO bağımlılığına karşı olanlar da vardı.

27 Mayıs darbesinden bir yıl kadar önce bu subaylardan birisi karargâhta görevli Amerikalı askeri personelin döviz kaçakçılığı yaptığını kanıtlayan belgeleri ele geçirerek bana vermişti, ben de bunları Milliyet gazetesinde yayımlamıştım.

Kaçakçılık olayına o zamanki NATO Güney-Doğu Kara Kuvvetleri Komutanı General Harkins’in de adı karışmıştı. Bu general 60’lı yıllarda ABD Pasifik Kuvvetlerinde daha önemli bir göreve getirilecek, Vietnam’a ABD askeri müdahalesi başlayınca da oraya gönderilen Amerikan birliklerinin ilk başkomutanı olacaktı.

1960 Nisan’ında ünlü Tahkikat Komisyonu kurularak devlet terörünün iyice şiddetlenmesinden sonra Türkiye artık tam anlamıyla darbe eğik düzeyindeydi. İstanbul ve Ankara’da öğrenci gösterileri sürüp giderken Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel izinli olarak görevinden ayrılarak Karşıyaka’nın Bostancı semtindeki evine çekilmişti… Beklemedeydi…

Bu arada Başbakan Yardımcısı Medeni Berk İzmir’de yaptığı bir basın toplantısında iktidarın yakında erken seçime gideceğini söylemişti ama kimse bu açıklamayı ciddiye almamıştı.

Haber almak için NATO Karargâhı’na gidişimde, orada görevli Türk subaylarının iktidar aleyhtarı bildirileri Amerikalı subay ve assubayların gözleri önünde karargâhın daktilo makinelerinde dizip teksir makinelerinde bastıklarını görüyordum. Belli ki her şey ABD’nin bilgisi dahilinde gelişiyordu.

Bu dönemde Genelkurmay NATO Dairesi Başkanı olan Kurmay Albay Alparslan Türkeş sık sık İzmir’e gelerek NATO komutanlarıyla görüşmeler yapıyordu. Alparslan Türkeş’in bu geliş gidişlerinde Karşıyaka’daki evinde Gürsel’le de temas kurduğu söyleniyordu.

Tam da o günlerde Batı ve Doğu blokları arasındaki detent sürecine büyük darbe vuran bir skandal patlak verdi. Sovyet hava sahasına giren bir Amerikan U-2 casus uçağının düşürüldüğü Nikita Kruşçev tarafından açıklandı. Türkiye’ye ABD’nin IRBM füzelerini yerleştirmekte olmasına zaten tepki duyan bazı Türk subayları bu uçak rezaletinden sonra NATO’ya, CENTO’ya bağımlılığı açıkça eleştirmeye başladılar.

Tam da o günlerde İstanbul’da NATO dışişleri bakanlarının çok önceden planlanmış toplantısı başladı. Toplantının yapılacağı salonun önünde gösteriler düzenleniyordu. Ama bu gösteriler Türkiye’nin ABD’ye ve NATO’ya bağımlılığını protesto gösterileri değil, aksine NATO’nun ve üye ülkelerin Menderes iktidarına karşı tavır koymasını isteyen gösterilerdi.

Başbakan Menderes kendisine karşı gösterilere NATO’nun alet edilmesine öfkeliydi, CHP’yi hedef alarak tepkisini şöyle ifade ediyordu: "Biliniyor ki CENTO toplantısı için Tahran’a gideceğim… Ve nihayet memleketimiz için müstesna bir şeref teşkil eden NATO camiası toplantısı vesilesiyle, başta hariciye nazırları olmak üzere siyaset adamları, diplomatlar ve gazetecilerden mürekkep bine yakın güzide ve muazzam bir misafirler heyeti İstanbul’da bulunuyor… Bu bin kişilik heyetin ve hattâ dünyanın gözünün ve dikkatinin üzerimize çevrildiği bir zamanda memleketimizi anarşinin bir cehennemi halinde göstermek… Hesapları bu mu?"

CHP Genel Başkanı İsmet İnönü de 4 Mayıs 1960 tarihli Milliyet’te yayımlanan yanıtında Menderes’in suçlamalarını reddederek NATO’ya şöyle sahip çıkıyordu: "CHP insan haklarına hürmetkâr, demokratik bir rejim ile idare edilen bir Türkiye’nin hür Batı âleminin ve NATO ittifak câmiasının şerefli bir üyesi olmasını samimiyetle benimsemiştir. Demokrat Parti genel başkanı, NATO’nun sadık ve vefakâr bir uzvu olan Türk milletine Batı âleminin haklı olarak gösterdiği her itibarı, adım adım kurmaya çalıştığı baskı rejimi için mesnet olarak istismar etmiştir."

Birbiriyle kıyasıya çatışma halindeki Türkiye’nin iki büyük siyasal partisinin, DP ve CHP’nin NATO’ya sahip çıkıyor olması ABD’yi de onun Türk ordusundaki bağlantılarını da son derece rahatlatmıştı.

Bu rahatlıkladır ki darbeciler 27 Mayıs sabahı Türkiye radyolarında sözcü olarak Genelkurmay’ın NATO Dairesi Başkanı Kurmay Albay Alparslan Türkeş’i konuşturarak "NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız" yemini edeceklerdi.

İzmir’de 27 Mayıs darbe sabahı Milli Birlik Komitesi’nin başına geçmek üzere askeri uçakla Ankara’ya giden Orgeneral Cemal Gürsel’den bir demeç aldıktan sonra saat 9 sularında tepkileri öğrenmek üzere NATO Karargâhı’na gitmiştim. Tanıdıkları bir albayın darbenin başında görünmesinden, Amerikalı'sı da Türk'ü de hemen tüm askerler memnundu.

Adnan Menderes’in darbeden önce Batı’dan beklediği desteği göremediği için Sovyetler Birliği’yle iyi ilişkiler kurmaya, hatta Moskova’ya bu amaçla bir seyahat yapmaya hazırlandığı biliniyordu. Artık bu tehlike ortadan kalkmıştı.

Mısır, Suriye ve Irak’taki gibi Batı karşıtı, Sovyetler Birliği’yle sıcak ilişkiler geliştirecek bir askeri yönetim de artık söz konusu değildi.

Daha sonraki günlerde Albay Alparslan Türkeş’in başbakanlık müsteşarı görevini üstlendiğinin ve Cemal Gürsel’den sonraki cuntanın ikinci güçlü adamı olduğunun açıklanması NATO canibini daha da rahatlattı.

Darbeden sonra Türk Ordusu’nun tam anlamıyla egemen sınıfların hizmetine girmesi, ABD emperyalizmine ve NATO’ya bağımlılıktan kurtulmaya kalkışmaması için Amerikalı müşavirler MBK’ye iki önemli tezgâh kabul ettirdiler.

Bunlardan ilki, ordudaki komuta piramidini yeniden sağlama gerekçesiyle binlerce subayın emekliye sevk edilmesi, orduda kalan subayları da maddi koşullarını iyileştirerek kapitalist sınıfın tamamen yanına çekmek için Ordu Yardımlaşma Kurumu'nun (OYAK) kurulmasıydı.

İkincisi, anayasaya konulan bir madde ile Milli Güvenlik Kurulu (MGK) oluşturularak Türkiye’nin iç ve dış siyasetini belirlemede ve uygulamada yetkili kılınmasıydı.

ABD’nin 27 Mayıs Cuntası eliyle dayattığı bu iki tuzak sayesindedir ki ABD ve NATO patentli 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri yükselen sol ve anti-emperyalist hareketleri ezmek üzere hiçbir engelle karşılaşmadan gerçekleştirildi.

Tıpkı 12 Mart ve 12 Eylül cuntacıları gibi, 27 Mayıs’ı yapan cuntacılar da yaptıkları darbeden dolayı asla sorumlu tutulmadılar. Aksine, 1961’de sivil yönetime geçildikten sonra Cemal Madanoğlu hariç hepsi "tabii senatör" olarak parlamenter dokunulmazlık zırhıyla rejimin yönetimine ortak olmaya devam ettiler.

27 Mayıs darbesini yapan cuntanın kurucularından biri daha vardı ki, onun yazgısı farklı oldu, idam sehpasında katledildi: Kurmay Albay Talat Aydemir…

1959’da Kore’deki Türk askeri birliğinde görevli olduğu için 27 Mayıs darbesine katılamayan Aydemir bu nedenle Milli Birlik Komitesi’nde de yer alamamış, ancak 1960’da yurda dönüşünde Harp Okulu komutanı olarak görevlendirilmişti.

Yeni anayasanın kabulünden sonra yapılan 15 Ekim 1961 seçimlerinin sonuçlarından memnun olmayan generaller ve yüksek rütbeli subaylar en geç 25 Ekim 1961 tarihine kadar yeni bir askeri darbe gerçekleştirmek üzere Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) adı altında yeni bir cunta oluşturdular.

Ancak AP, CHP, YTP, CKMP liderlerinin bir araya gelerek Yassıada mahkûmlarına asla af çıkartmayacaklarına ve Cemal Gürsel’i cumhurbaşkanı seçeceklerine dair bir protokol imzalamaları üzerine darbe yapmaktan son anda vazgeçtiler…

Bu paşalar cunta kurmuş olmalarına rağmen ordunun başındaki yerlerini korumaya devam ederken, İsmet Paşa onları dışarıdan desteklemiş olan Harbiye Komutanı Talat Aydemir’i ve genç subayları başka görevlere atamaya kalkıştı.

22 Şubat 1962 direnişi bu tasfiyeye karşı başladı ama başarılı olamadı, sonuçta Talat Aydemir ve diğer direnişçi subaylar haklarında yasal işlem yapılmamak kaydıyla emekliye sevk edildiler.

21 Mayıs 1963’de gerçek bir darbe girişiminde bulundularsa da ABD ve NATO’nun darbe formatı dışında hareket ettikleri için yine yenildiler.

Albay Talat Aydemir İnönü’ye tekrar kafa tuttuğu için yoldaşı Binbaşı Fethi Gürcan ile birlikte 1964 yılında idam sehpasında katledilirken 27 Mayıs cuntasını birlikte kurduğu silah arkadaşları siyaset dünyasında "tabii senatör" sıfatıyla söz ve karar sahibi olmaya devam ettiler… 12 Eylül 1980’de Kenan Evren namında yeni yetme bir faşist general darbe yapıp siyaset yapmayı onlara da yasaklayıncaya kadar…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi