İrfan Aktan
Ne bu şiddet, bu celal?
“PKK’nın ismini daha önce hiç duymamıştım. İçeri alındıktan sonra öğrendim. O zamana kadar biz bu örgütü ‘Apocular’ diye bilirdik. Bu anlamda siyasetle hiç ilgilenmemiştim.
Dişlerimin çoğu sallanıyordu.
Neden mi?
Çünkü hep kalas dayağı vardı ceza olarak. Aç ağzını derlerdi, kalası getirir, iki elleriyle tutar ve küt diye çenenin altından yukarı doğru vururlardı. O kalın kalası çenene alt taraftan yedin mi, eğer tecrübesizsen dilini ısırırdın. Tecrübeliysen dilini ısırmazsın ama bu sefer de dişlerin birbirine girer.
Bana da bir gün bir avuç bok yedirdiler de, bu sallanan dişlerimden kurtuldum.
Tek ayak üstünde, duvar dibinde duruyordum. Ceza! Ama bir süre sonra yoruluyorum. Ayağım düşüyor yere, tutamıyorum.
Emre itaatsizlik!
Cezası:
Duvarın dibinde, kanalizasyonun kapağını kaldırdılar, bir avuç bok alıp ağzıma attım. Sonra ağzımda pislik, hazır ola geçtim, öylece duruyorum.
Kıpırdamak yok.
Temizlemek yok.
Yere tükürmek yok.
Öylece ağzın kapalı, kımıldamadan ayakta, hazır olda bekliyorsun.
Bir süre sonra bıraktı, içeri girdim.
Elazığlı bir arkadaş, ismi Ramazan. Allah razı olsun, bazı dişlerimi iple çekti. Çünkü temizleyemedim dişlerimi… Altın kaplama olan iki dişten birini cebine attı, birini bana verdi hatıra olarak. Hapishaneden çıktıktan sonra ilk işim dişçiye gidip takma diş yaptırmak oldu.
Sekiz ay yattım Diyarbakır E Tipi Askeri Cezaevi 33 No’lu koğuşta.
Elli beş yaşındaydım… Çıktığımda kimse tanımadı beni.”
21 Mayıs 1982’de gözaltına alınan, henüz eyleme bile geçmemiş olan PKK’nin ismini hapiste öğrenen, 8 aylık mahpusluktan sonra mahkemeye bile çıkarılmadan serbest bırakılan Felat Cemiloğlu, darbeci askerler tarafından yönetilen cezaevinde gördüğü işkenceyi ancak 20 yıl sonra, 2002’de Hasan Cemal’e böyle anlatmıştı (Kürtler, 2003, Doğan Kitap).
Cemiloğlu hapisten çıktıktan hemen sonra kendisine yapılan işkenceleri bir gazeteciye anlatsaydı, muhtemelen darbeciler tarafından “sen misin peygamber ocağı TSK’ya bu iftirayı atan” denip o gazeteciyle birlikte içeri atılır ve çok daha korkunç işkencelere maruz kalır, belki de sağ çıkamazdı.
Zaten Cemiloğlu da Hasan Cemal’e son olarak şunları söylemişti: “Hapisten kurtulduğum zaman genç olsaydım, en azından soruşturma, gözaltı, 5 No’lu hapishane cehennemine tekrar haksız yere girmemek için dağa çıkardım.”
Kaderin cilvesine bakın ki, yıllar sonra, 16 Aralık 2012’de, dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç, 12 Eylül darbesinde Diyarbakır Cezaevi’nde kalmış olan dönemin BDP Eş Başkanı Gültan Kışanak’ın çektiği işkencelere dikkat çekmiş, “ben olsam dağa çıkardım” demişti. Henüz 17 yaşındayken Diyarbakır Cazaevi’nde korkunç işkencelere maruz kalan Kışanak, hapisten çıktıktan sonra dağa çıkmadı ama 12 Eylül döneminde olduğu gibi, bugün de cezaevinde.
Aralarında AKP’lilerin de bulunduğu pek çok kişi, PKK’yi büyüten esas unsurun, başta Diyarbakır Cezaevi olmak üzere dönemin TSK’sının uyguladığı zulüm olduğunu teslim ediyor. “PKK olmasaydı tüm bunlar yaşanmazdı” sözünün hakikatle bir ilgisi yok. Ona bakarsanız Kürtler olmasaydı Kürt sorunu da olmayacaktı!
Oysa başka bir seçenek daha vardı: 1920’li yıllardan beri devlette anti-Kürt politika yerine başka bir siyasi hat izlenseydi Kürtler yine var olacak ama bir Kürt sorunu olmayacaktı.
Kışanak ve Cemiloğlu gibi binlerce Kürdün işkence tezgâhından geçtiği, sadece 1981-1984 yılları arasında 34 kişinin katledildiği, onlarca kişinin sakat bırakıldığı Diyarbakır Cezaevi, AKP’nin seçim kampanyasının bir parçası olarak 23 Ekim 2022 günü Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın teşrifiyle kapatıldı ve iktidarın 2016 sonrasından itibaren muhtemelen sistematik olarak Diyarbakır’a yönlendirdiği muhafazakâr orta sınıf turistlerin gezi rehberine dâhil edilmek üzere Turizm Bakanlığı’na devredildi.
Bu arada AKP’nin daha 2009’da (muhtemelen Oslo görüşmelerinin de etkisiyle) Diyarbakır Cezaevi’ni kapatma vaadinde bulunduğunu, siyasi hesaplar nedeniyle bu vaadin ancak 13 yıl sonra yerine getirildiğini de hatırlatalım.
Öte yandan Bozdağ Diyarbakır’da “Geçmişte kötü hatıraların ve hak ihlallerinin merkezi olmuş yerlerden birinin daha kapısına kilit vurmakla şeref ve onur duyuyoruz” dedikten sadece bir hafta sonra, 28 Ekim 2022’de, insan hakları savunucusu bir hekim olan Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof. Şebnem Korur Fincancı, TSK’nın PKK’ye yönelik operasyonları sırasında kimyasal silah kullandığına ilişkin iddiaların, sosyal medyaya düşen görüntülerin araştırılması gerektiğini söylediği için günlerce linç edildi ve tutuklandı
Aslında benzer iddia ve iddialara yönelik iktidar tepkisine 16 yıl önce de tanık olmuştuk.
Bozdağ’ın 1980’lerin TSK’sı tarafından işkenceleriyle meşhur edilen cezaevine kilit vurduğu Diyarbakır’da, 28 Mart 2006 tarihinde başlayıp günlerce devam eden gösteriler yapılmıştı. Söz konusu olayların arkaplanında da “kimyasal silah” iddiaları yatıyordu. Zira TSK’nın 24 Mart 2006’da Muş kırsalında öldürdüğü 14 PKK’li içinde cenazesi teşhis edilemeyecek kadar yanmış olanlar bulunduğu, ölenlerin yakınları tarafından açıklanmıştı. Bu ölümlerin kimyasal silah kaynaklı olup olmadığının otopsi raporlarıyla ortaya konması son derece basitken, iktidar iddiaları reddetmekle kalmış, bu iddiaları dile getiren dönemin Demokratik Toplum Partisi hakkında da soruşturma başlatılmıştı.
Fakat 28 Mart günü Diyarbakır başta olmak üzere Batman, Siirt, Mardin, Urfa, Şırnak dâhil pek çok il ve ilçede protestolar gerçekleştirilmişti. Dönemin başbakanı Erdoğan, “çocuk ve kadınlar da olsa terörün maşası haline gelmiş herkese karşı gereken neyse o yapılacaktır” açıklaması yapmış, peşi sıra protestolara sert müdahaleler başlamış ve 8 yaşındaki Enes Ata, 8 yaşındaki İsmail Erkek dâhil, 7’si çocuk, 13 sivil öldürülmüştü. Öldürülenler arasında 78 yaşındaki Halit Söğüt de vardı. (Ayrıca İHD’nin Mart olaylarına ilişkin raporu için tıklayınız.
İktidar hemen ardından, Haziran 2006’da Terörle Mücadele Kanunu’nu genişletmiş ve 2006 yılının sonlarından itibaren “taş atan çocuklar” sorunu gündeme gelmişti. Zira sayısız Kürt çocuğu polise taş attığı iddiasıyla kameralar önünde şiddete uğramaya, gözaltına alınmaya ve tutuklanmaya başlanmış ve bu uygulama yıllarca devam etmişti.
Ayrıca Demokratik Toplum Partisi’nin 2009 yılında kapatılması kararında, partinin “suçları” arasında 2006’daki “kimyasal silah iddaları” da gösterilmişti.
Yani devletin bu konudaki “hassasiyeti” de, iddiaların araştırılması talebine yönelik tepkisi de yeni değil.
Bununla birlikte Fincancı örneğinde söz konusu olan, iddiaların araştırılması, görüntülerin incelenmesi talebinden ibaret. Yani Fincancı, TSK’nın kimyasal silah kullandığını söylemiyor. Sosyal medyada yayınlanan bazı videoları izlediğini ve bağımsız heyetlerin bu konuyu incelemesi gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla Fincancı açısından söz konusu olan şey, bir uzman olarak düşüncesini ifade etme hürriyetini kullanmaktan ibaret.
Fakat Fincancı’nın hedef alınması karşısında HDP hariç muhalif siyasi partiler sessiz kalmayı tercih etti. Dahası, Fincancı’yla benzer biçimde, bu iddiaların araştırılması gerektiğini söyleyen CHP milletvekili, insan hakları savunucusu Sezgin Tanrıkulu, kendi partisinin yöneticilerinin ve milletvekillerinin bile hedefi haline geldi.
Bugün itibariyle hakkında fezleke hazırlanan Tanrıkulu da kimyasal silah kullanıldığını söylemiyor. Söz konusu iddiaların doğru olup olmadığının araştırılması için soru önergesi vereceğini söylüyor. Kaldı ki Milli Savunma Bakanlığı da bu önerge sunulmadan önce iddiaları yalanlayan bir açıklama yaptı. Fakat buna rağmen Tanrıkulu hem iktidarın hem de partisinin hedefi olmaktan çıkamıyordu.
Örneğin CHP’li Gürsel Erol şöyle diyordu: “TSK’nın eylemleri sorgulanamaz, eleştirilemez ve o eleştirileri de sorumsuzca buluyorum. CHP’nin köklerinin nereye dayandığını bilmeyenlerin bu şekilde açıklama yapmasını asla doğru bulmuyorum, o açıklamayı yapan arkadaşımız MYK’da gündeme gelecektir. Bu aptalca iddialara, karalamaya hele de seçime giderken sana ne kardeşim. Bu açıklamayı yapmak sana mı düşer? Parti bu konuda çok kesin tavır almalı. Devletin kurumları üzerine asla bir milletvekili yetkisini, sorumluluklarını, seviyesini aşarak ne bir açıklama yapmalı ne bir soru önergesi vermeli.”
Erol bu sözleri herhangi bir siyasetçiye değil, insan hakları savunucusu ve kendi partisinin mensubu bir milletvekiline söylerken, bir milletvekilinin olağan işi olan soru önergesini bile “seviyesini aşmak” olarak görüyor, ordu muhafızlığında iktidarın önünden koşuyor.
Oysa aynı Erol 15 Temmuz akşamı çıkıp “TSK’nın faaliyetleri sorgulanamaz” deseydi, şu anda hapisteydi, 28 Şubat’ta söyleseydi şu an AKP’nin kara listesindeydi, 12 Eylül’de söyleseydi Kenan Evren şakşakçısıydı, Ergenekon-Balyoz soruşturmaları sırasında söyleseydi, o dönemin AKP-Cemaat ittifakına göre darbeciydi.
Erol’a kalsa 28 Aralık 2011 günü, MGK toplantısını müteakiben Roboski’de TSK’ya bağlı F-16 uçakları tarafından yapılan katliam da sorgulanamaz, eleştirilemez. Beyanatına bakılırsa, Erol’un Ağustos ayında Roboski’yi ziyaret edip ailelere adalet sözü veren Kılıçdaroğlu’na da “sana ne kardeşim” demesi beklenir.
Öte yandan Erol doğru söylüyor; bırakın eylemlerinin sorgulanmasını, eleştirilmesini; bunların incelenmesi teklif dahi edilemiyor ki, Fincancı’nın hapse atılması bunun somut delili zaten.
Nitekim 6 Kasım günü İstanbul dâhil pek çok bölgede kimyasal silah iddialarının bağımsız heyetlerce incelenmesi talebiyle düzenlenen yürüyüşlerde yüzü aşkın kişi gözaltına alınırken, HDP milletvekili Musa Piroğlu, polis kalkanlarıyla çembere alınıp fiilen gözaltında tutuldu.
Binlerce köyün yakılıp yıkıldığı, Beyaz Toros’ların cirit attığı, asit kuyularının insan bedenleriyle doldurulduğu 1990’larda da sorgulanamıyordu TSK’nın faaliyetleri.
TSK’nın 1990’lardaki faaliyetlerinin ancak çözüm sürecinde, bizzat AKP iktidarı tarafından nasıl sorguladığını, o dönemin komutanları hakkında hangi davalar açıldığını, ve nihayet bu davaların çözüm süreci bittikten sonra nasıl cezasızlıkla sonuçlandırıldığı da biliniyor.
Aslında Türkiye darbe koşullarında yönetildiği zamanlarda TSK’nın faaliyetleri sorgulanmıyor.
Ama AKP’nin bugünkü tahakküm rejimini tam da “darbe dışı” dönemlerde TSK’nın eylemlerini sorgulayıp ordu içinde radikal tasfiyelere giderek kurumsallaştırdığını biliyoruz. Nitekim TSK içindeki Fethullahçı kadroların darbe girişiminden çok daha önce, iktidar-ordu arasındaki derin gerilimi, hatta TSK’nın e-muhtırayla Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını önlemeye çalıştığını, ama AKP’nin bu girişimlere karşı sert bir sorgulamaya giderek TSK’nın siyaset üzerindeki etkisini devraldığını ve nihayet kendisi de bir nevi “TSK’laştığı” için artık bu kurumu sorgulatmamaya başladığını söylemek mümkün.
Yani AKP açısından TSK’nın faaliyetleri, siyasi çıkarlarına göre kâh sorgulanıyor, kâh sorgulanmaz kılınıyor. Muhalefetin ise, bırakın bir kurumun sorgulanıp sorgulanmamasını, ifade hürriyetine bile sahip çıkması söz konusu olamıyor.