Ali Duran Topuz
Öcalan’ın işaret ettiği hukuki ve siyasi zemin
Tokalaşmayla başlayan süreçte ilk kilit açıldı, Abdullah Öcalan ile ilk resmi ve hukuki görüşme gerçekleşti, dolaylı da olsa ağzından ilk sözler kamuyla paylaşıldı. Ancak bu ilk kilidin açılması “tecrit bitti” denilecek düzeyde değil, en azından Abdullah Öcalan’ın kendisi “Tecrit devam ediyor” diyerek mesajına başlıyor.
Devamını biliyorsunuz, DEM Partisi milletvekili ve Öcalan’ın yeğeni Ömer Öcalan paylaştı: “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.”
GÖRÜŞME, TUSAŞ’TAN ÖNCE
Görüşme dün (23 Ekim 2024) sabah saat 11.00’den öğleden sonra 13.00’e kadar sürmüş Abdülkadir Selvi’nin aktardığına göre. Yani Ankara’daki (saat 15.20’den sonraki) TUSAŞ saldırısından önce. Fakat açıklama bu sabah (Selvi’nin yazısının internet sitesine giriş saati 06.29, Ömer Öcalan’ın ilk paylaşımı saat 08.23, ikinci paylaşımı saat 09.49 görünüyor) yapıldı, yani saldırıdan sonra. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya bugün öğleden sonra TUSAŞ’a saldıranların ikisinin PKK’li olduğunun tespit edildiğini duyurdu.
Örgütten henüz bir üstlenme, açıklama gelmedi, dolayısıyla bundan sonra yazacaklarım bakan açıklamasını esas alıyor ama üstlenmeme ihtimalini hep akılda tutmak lazım.
Bu durumda, Bahçeli’nin başlatıp yürüttüğü sürecin Cumhur ittifakı tarafında sözlerin yerini eyleme (tecritin ilk kilidinin açılması) bıraktığı gün, PKK “eyleme geçerek” tartışmaları etkileyecek hamleyi yapmış oluyor. Doğal olarak da birçok soruyu tetikleyen bir hamle bu: Maksadı nedir, umduğu nedir, silah bırakmaya direneceğini mi gösteriyor, Öcalan’ın olası bir çağırısını dinlemeyeceğini mi ilan etmiş oluyor?
TUSAŞ SALDIRISINI ANLAMLANDIRMAK MÜMKÜN MÜ?
Her cevabın spekülatif bir yanı olmak zorunda çünkü “anlamı şudur” denilecek argümanların tam tersini düşündürecek argümanlara üstünlüğünü göstermek pek mümkün değil. TUSAŞ saldırısından önce Kandil’den Karayılan’ın ağzından gelen açıklamaya bakacak olursak iki öğenin öne çıktığını görebiliriz. Birincisi, örgütün Türkiye’nin içinde eylem gücünün kalmadığı ifadelerini kabul etmemesi, ikincisi ise adımlarını belirleyecek tek kişinin Öcalan olduğunu belirtmesi. O halde “eylem gücümüz var” demiş olduğu çıkarımı makul görünüyor.
Peki eylem gücünü “kanıtlamak” ikinci ifadeyi, yani Öcalan’ın örgüt açısından belirleyici tek aktör olduğu ifadesinin içeriğiyle ne kadar uyumlu? Doğrudan uyumlu ya da uyumsuz demek yerine belki yapılacak en iyi şey bu sorunun cevabını iktidar mensuplarının sözlerinde aramak olabilir. Erdoğan, “Bir elde silahla siyaset olmaz” derken, Bahçeli Öcalan’a “Örgütü tasfiye” çağrısını yaparken umdukları şey, hedeflenen şey bu türden saldırıların artık olmayacağı bir döneme geçmek olmalı.
CUMHUR İTTİFAKI’NIN İRADESİ
O zaman Cumhur İttifakı'nın Ömer Öcalan’ın görüşmesine onay vermesi de bu amacı elde etmeye yönelik bir adım, doğal olarak. Bu durumda örgüt saldırıyı hangi amaçla yapmış olursa olsun, ister bazı gözlemcilerin dediği gibi süreci baltalamayı hedefliyor olsun ister Karayılan’ın söylediği “Önder Apo’nun elini güçlendirme” gibi bir maksadı taşısın, “artık böyle saldırıların olmayacağı bir döneme geçmek” konusunda Öcalan’ın rolünün temel önemde olduğu gerçeği değişmiyor. Eğer böyle ise Cumhur ittifakının saldırıyı “süreci bitirecek” bir iş olarak değerlendirmekten çok, başlattığı sürecin gerekliliğine (ve belki de aciliyetine) dair bir vaka olarak görme ihtimali zayıf değil. Nitekim, iktidardan ve muhalefetten (Özgür Özel) gelen, "Bizi yolumuzdan döndüremezler" açıklamaları buna yorulabilir.
HUKUKİ VE SİYASİ ZEMİN
Öcalan’ın “süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” sözü saldırıdan önce söylenmiş bir söz olarak, Erdoğan’ın sözüne bir cevap gibi duruyor: “Bir elde silahla siyaset olmaz.” Silahtan, yani “şiddet ve çatışma”dan uzaklaşıp, siyasete öncelik verme yani “hukuki ve siyasi zemin”e geçmeye “koşullar oluştuğunda” hazır olduğunu, dahası buna gücü olduğunu söylüyor.
Saldırının sürece olası etkileri konusunda üzerinde düşünebileceğimiz son bir hatırlatmayı yaparak bahsin şiddetle ilgili kısmını bitireyim: 2013-15 sürecini başlatan kararlar açıklandıktan kısa süre sonra Paris’te üç Kürt kadın siyasetçinin öldürüldüğü saldırı geldi; o saldırının da amacı, hedefi, süreçle ilgisi o günden bugüne kadar hep tartışıldı. O zaman o saldırı sürecin yürütülmesine bir engel olarak görülmedi çünkü taraflar zaten o tür işlerin bitirilmesi amacını öne tutma eğilimindeydi. Elbette iki saldırıyı kıyaslama gibi bir niyetim yok, demeye çalıştığım şey şu: Şiddeti bitirme ve siyaseti (Öcalan’ın vurgusundaki hukuk dahil olmak üzere) öne çıkarma iradesi öne çıkarsa umutlu olmaya devam edebiliriz, tersi olursa 1984’ten bu yana devam eden mekanizmanın tekrarından başka bir şey göremeyiz ki böyle olmasını isteyenler şimdiden hükümete “Bak gördün mü yaptığını” minvalinde eleştiri yağmuruna başladı bile. Son olarak, 2013/15 süreci tamama erse (yapan eğer gerçekten örgüt ise) bu tür saldırılar gelmez, koca dokuz yıl heba olmazdı.
KRİTİK SORU: TECRİT NASIL BİTECEK
Şimdi Öcalan’ın mesajından ne anlayabileceğimizi tartışmaya geçebiliriz: Öncelikle, tecrit devam ediyor, diyor ve ekliyor: “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.”
Sözünü ettiği koşullardan ilki, artık herkesin iyi bildiği tecritin bitmesi. Peki nasıl bitecek? “Çatışma ve şiddet” zemininden “hukuk ve siyaset” zeminine geçişin ilk yolu, tecriti oluşturan hukuksuzluğun, yani hukukun değil “çatışma ve şiddet” mantığının öne çıkmasıyla oluşan hukuksuzluğun giderilmesi ise Öcalan, öncelikle iktidarın arzuladığı “hukuk ve siyaset zemini”ne geçmek için iktidarın kendisinin “hukuk” zeminine geçmesi gerektiğini söylemiş oluyor. Buradaki kasıt elbette öncelikle anayasal bir hak olan “avukatları ve akrabalarıyla görüşme hakkı”nın tanınması ama sadece bununla sınırla olması pek mümkün değil; zira önceki (2013-15) süreç dahil benzer her durumda “yoğun görüşme mekanizması” neticede pek de işe yaramadı. Hatırlarsak, dönemin HDP’li yetkililerinden oluşan “İmralı heyet”leri sık sık adaya gelip giderlerdi, hatta Kandil’e de geliş gidişler oldu. O yöntemin temel özelliği, devlet yetkililerinden ve HDP’lilerden oluşan aracılarla yürümesiydi, belki de sorun “aracı”lık fikrindeydi. Zaten bugün iktidar mensupları bu türden heyetler, görüşmeler olmayacağını da söylüyor, o halde “koşullar” nasıl sağlanacak? Tecritin bittiğine Öcalan’ın ve diğer (ister DEM Partililer gibi meşru muhatap gösterilen ister Kandil gibi muhatap görülmeyen) aktörlerin ikna edilmesi nasıl sağlanacak? Tek yol görünüyor: Öcalan’ın sağlayacağı “siyasi ve hukuki zemin”e geçiş için iktidarın işi tamamına erdirme arzusu varsa hiç gecikmeden bir “siyasi ve hukuki zemin” oluşturması gerekli. İşin tamamına ermesini istemeyenlere zaman ve zemin kazandırmamak için şart görünüyor bu.
SON VEYA DEĞİL AMA ÖNEMLİ BİR ŞANS
Selvi’nin yazısında şöyle bir bölüm var: “Bahçeli’nin çağrısı üzerine PKK’nın silah bırakması ve terörün sonlandırılması konusunda yeniden inisiyatif üstlenmek istediğini bildiren Öcalan’a son bir kez şans tanındığı söyleniyor.”
Selvi, çok ketum davrandığı, iktidarın hedeflerine ve söylemine titizlikle uymaya çalıştığı (bu bir eleştiri değil, böyle bir dönemde başka türlüsünü beklemek anlamsız) yazısında aktardığı “son bir kez şans tanıma” fikrini dile getirenler, belki Cumhur ittifakı için de son bir şans olabileceğini biliyorlardır bana kalırsa. Her halükarda Öcalan’ın Cumhur ittifakının çıkışına ve çağırısına cevabi çağırısı işi gerçekten tamamına erdirebilir, “silahı elde tutanlardan” gelen açıklamalara bakılırsa, özetle “Barışa Öcalan karar veriyor” diyorlar.