Şahap Eraslan
Öfke, hınç, haset… Berkin Elvan'ı neden katledemiyorlar
Can Dündar, eleştirel gazeteciliği nedeniyle pek çok defa cezalandırıldı. Yazıları nedeniyle işten atıldı, televizyonculuk kariyeri sonlandırıldı, hapis cezasına çarptırıldı ve hatta suikast girişimine uğradı. Daha sonra sürgüne gönderildi ve sürgünde yaşamak zorunda kaldı. Bu olaylar, Dündar'ın yazdıklarının ötesinde, bir öfke ve hınç patlaması gibi görünmektedir. Bu durum, onun kişisel eylemleriyle değil, daha çok toplumsal ve siyasal bir patolojiyle ilgili gibi duruyor.
Okuduğunuz bu yazı bir kitabın tanıtımı aslında…
Berkin Elvan diye bir çocuk var… Öldürdüler. Ölümden öte yol yok. Bitti… Failler için hâlâ bitmeyen ne? Berkin’de öldürdükleri halde öldürmedikleri ne? Kocaman bir adam, cumhurbaşkanı… Reis diyorlar. Öldürülmüş bu çocuğa hâlâ öfkeli. Adının geçtiği yerde öfke saçıyorlar… Öfkeliler Berkin’i öldürdüler ama Berkin’in masumiyetini öldüremiyorlar… Berkin’in masumiyeti yuhalayanlara fail olduklarını anımsatıyor sürekli…
Anneler var… Yıllardır günlerin adını değiştirmişler… Perşembe, cuma, annelerin yas günü ve pazar… Katledilmiş canlarını arıyorlar… Devlet en çirkin ve tandık yüzüyle… Yas tutan bu annelere dinmeyen bu öfkeyi anlayabilen var mı? Hınç, otorite/güç ve ideolojiyle birleştiğinde zulüm kocamanlaşıyor galiba.
Gazetede okuyoruz bazen… Kadın cinayetleri… Erkek ayrıldığı eşini 12/17/28 yerinden bıçakladı… Canım demiler, sarılmışlar… Sevmek ve sevişmek bir insanın bedenini ve ruhunu sevdiğine emanet etmesi değil midir? Sarılmış ve sevişmişler… Bir ölmüş kadın… Bir bıçak daha… Kadın öldü… Bir bıçak daha… Kadın öldü, bir bıçak daha, öldü kadın, bir bıçak daha… Öldürdüğü kadında daha neyi katletmek istiyor bu katil… Geçmişte kalan güzeli ve güzele dair ne varsa belki de… Bu öldürmek değil… Bu vahşice öldürmek… Aslında bir şeyleri öldürememek… Katilin bir bebek gibi mağduruna/kadına bağımlılığı ve yaşadığı güzellikler kendisiyle (kendi yeteneği/yeterliliği) değil de kadının becerisiyle olduğu gerçeğini kendisine itiraf etmesi ve güzel için birine bu kadar muhtaç olmanın yarattığı öfke.
Bazı isimler var… İbrahim Kaypakkaya, sevenleri İbo der. İşkencede öldürdü bu devlet. Cesedini bir torba içinde babasına verdiler… Adı geçince uyuyan öfkeleri yeniden depreşiyor… Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Mazlum Doğan, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya… Devletin zulmüyle tanıştılar. Adları geçince yeniden ve yeniden sembolik olarak katledilmek istenir…
Failleri/katilleri/zalimleri anlamaya çalışmak mağdurlara yapılabilecek kötülüklerden biridir sanki. Faile emek vermenin insanı utandıran yanı var. Biraz da insan kendisini sorgulamadan ve suçlamadan faille uğraşamaz. Yaşayanların, geride kalanların mağdurlara gibi görünen ama aslında kendi’sine (kendi, psikanalizde bir kuramsal yapının da adıdır) sadık kalmak için takındığı bir tutumdur ve mağdurların yasını tutmaya çalışmaktır da. Zalime kafa yormak çok yorucu yani. Problem şurada: mağdurla zalim arasındaki ilişki zulüm esnasında asimetriktir ve güç zalimden yanadır. Zulüm sonrası da bu güç ilişkisi zalimden yanadır çoğu kez. Zalim bir zulüm kültürü yaratıyor ve zulmü keyfileştiriyorsa zalimi anlamaya çalışmak zalime karşı korunmayı da öğrenmek demektir. Zalim ilgiyi hak ettiğinden değil, baş edilemediğinden ve bu nedenle anlaşılmalıdır belki de.
Bir kitap yazdım. Bir Kültürdeki Yolculuk Çağrışımları.[1] Bu sonsuz ve dışa vuruldukça çoğalan hıncı anlamaya çalıştım… Hıncı insan içinde tuttukça çoğalıyor ve tüketilemez, kendisini yeniden üreten ve çoğaltan hınca dönüşüyor. Bastırılan öfkeler hınç oluyor. Hınç da bitirilemeyen negatif duygu. Hınç dışa vurulduğunda orantısız çoğalmış bir öfke var. Başlangıç, ilk öfkeye genelde yaşanılan ya da kurgulanan, hayal edilen bir haksızlık/eşitsizlik neden olur. Bu haksızlık/eşitsizlik çeşitli nedenlerle dışa vurulmadığında kişi içinde tutuyor. İçeride tutmak bu öfkeden kurtulmak anlamına gelmiyor bilakis bu eşitsizlik anımsandıkça da kendini çoğaltıyor öfke. Hınç… Yaşandığı, zulme dönüştüğü anda psikotik bir durum oluşuyor.
Mesela ‘Türkün Türk’ten başka dostu yok’ diye düşünüyorsanız dünyayı artık bu gözlükle görüyor yaşanan olayları da bu açıdan yorumluyorsunuz. Bir dönem sonra içinde yaşadığınız dünya düşmanlarla doluyor. Bunun bir anlamı da o insanın içi de düşmanla doluyor. İşte iç dünyanın düşmanla, negatifle tıka basa doldurulması güzele alan bırakmıyor. Güzel o insanın içinde boğuluyor âdeta. Psikoz… İnsanın iç dünyanın dış dünyayla bire bir örtüşmesi, eleştirel olana, pozitife, kuşkuya yer kalmaması. İşte bu andan sonra o insana duygusal ulaşmak çok zor. Irkçılar, İslamcılar… Bu insanların dünyasında düşman olarak kodlanmak… Terörist, komünist, Ermeni, Kürt, Alevi, Fetöcü… Bu saydıklarım birer kimlik değil düşman öteki olarak kodlanma da. Ölseniz bile bu hıncı bitirmiyor… Çünkü hınç reel bir suçla ilişkili değil. Alevilik, Ermenilik, teröristlik bir fantom, bir şablon gibi… Negatif öfkelerin depolanacağı…
Bu eleştirileri yaparken masumun radikal masumlaştırılması derdinde değilim. Yani Aleviler, Kürtler sadece ve her kontekste sadece masumlar gibi bir durum yok. Mesela bir Alevi de başka bir kontekstte suçlu olabilir. Eşini döver, komşusuna şiddet uygular, yani suçludur. Burada başka bir çerçeve söz konusu olan. Psikanalizde tedavi edici çalışmanın (Freud’un durcharbeiten olarak tanımladığı mesele) zorluğu negatif duyguların gerçeklikle ilişkilen(diril)mesi. Psikanalizde okulda birinci sınıfta bir Kürt öğretmenle negatif deneyim yaşayan birinin Kürt düşmanlığını bu gerçeklikle iç içe geçirmesi ve çalışmanın zorluğu. Nevrotik olanın gerçeklikle iç içeliği.
Seçici algılama ve bu seçilmiş algılama üzerine oluşturulan seçici yorumlar paranoyak bir dünya kurgusu ortaya çıkıyor. Bu negatif algılama ve yorumla hayatın diğer alanlarına da yansıyor. Komşuluk, iş, alışveriş, spor hatta aşk ilişkilerine… Dünyanın düşmanlarla dolu olması, sürekli bu düşmanlardan korunma, savunma halinde olmak sürekli bu negatif duygu hali… İnsanı içten içe zehirliyor ve öfkelendiriyor. İçeride tutulan bu öfke bir yandan kendisini çoğaltıyor ve diğer yandan da seçici algılama ve yorumlar nedeniyle yeni öfkeler üzerine geliyor. Bu öfke kişinin içinde mayalanmış süt gibi hınca dönüşüyor. Hınç dışarı vurulduğunda rahatlama yaratmak yerine dışa vurulduğu için, öfke olarak yaşandığı için katmerleniyor… Hıncı genelde hiçbir ceza hafifletmiyor…
Yıllardır İslamcılar seçici algılamayla dünyanın herhangi bir yerinde Müslümanın yaşadığı kötülüğü dile getiriyorlar. Kuşkusuz Müslümanlara Müslüman oldukları için kötülük yapılıyor. Ve Müslümanların bunu görmesi, karşı çıkması çok olumlu bir durum. Ama problem şurada: Dünyada çeşitli kötülükler var ve Müslümanlar seçici olarak genelde kendilerine yapılan bu kötülüğü algılıyorlar sadece. Bir dönem sonra Müslüman için oluşan realite dünyada sadece Müslümanlara kötülük yapılıyor realitesi. Bu kurgudaki bir problem de insanların uzaklarda yaşanan bir kötülüğü bu seçici algılamakla kendilerine yakın getirmeleri…
Danimarka’daki bir karikatür dünyanın öbür ucundaki Müslümanı çıldırtabiliyor. Ama kendi mahallesinde katledilen Berkin Elvan umurunda olmuyor. Kötülüğü Osman Kavala’da kişiselleştiriyorlar. Dünyadaki kötülüğün sebebi sanki kişiselleştirilen ve Führer/reisleri tarafından suçlu ilan edilen bu kişiler… Ekonomik sorunlardan, doların yükselişinden Ali İsmail Korkmaz sorumlu… Hınç… İnsan içinde hıncı bu şekilde biriktirince bu kişiselleştirilen ve kötü olarak imlenen bu insanlara hıncı bitiremiyor… Çünkü hınç bu kontekstte reel bir suçun karşılığı değil. Kurmaca/uydurmaca suçlar üzerine oluşturulan anlatı. Berkin Elvan’ı katletmenin döviz kurundan sorumlu olması. Reel bir suç olsa verilen ceza adaletin yerini bulduğu duygusu yani rahatlama yaratır. Çocuğu öldürdüler. Üzerinden yıllar geçti içleri soğumuyor. Failler ve yandaşları ve yaşanmış tüm kötülükleri bu kurgusal kötü’ye depoluyorlar. Yöneticiler için de kendi yanlışlıklarını, kötülüklerini, beceriksizliklerini sürekli başkalarının üzerine atarak kendilerini taraftarlarının gözünde ‘temiz’ bırakıyorlar. Uygun ve kullanışlı kötü bulan ve bunu kabul edilir hale getirenler kötülük imparatorlukları kurabiliyorlar…
Öfkenin başladığı yerdeki öfkeyle yaşanan arasında, yaşananla hayal edilen öfke arasında da yoğunluk farkı var. İşte hayal edilenle, kurgulanan intikam anı arasındaki fark zalimi çıldırtıyor. Bu farkı kapatmak, zulmü hayal ettiği gibi haz dolu yaşmak arasındaki fark. Zalimin zulüm anındaki haz öldürme tabusunu çiğnemenin getirdiği bir trans hali. Mağdura kızgınlık mağdurun ölerek bu hazzı sınırlamış olması mesela…
Bir film izleyelim. Zalim ve güçlü biri sokakta güçsüz birini kıyasıya dövüyor. Bu durumu izleyenler genelde zalime tepki gösterirler, gönülleri mağdurdan yana olur. Yani insanlar genelde haksızlığa uğramış olan zayıfın yanında olmayı denerler. Sokakta dayak yiyen bir çocuğu zalim bir yetişkinin elinden almak normalimiz. İşte insanın güçsüzden ve mazlumdan yana olma eğilimi zalimi tedirgin eder… Her zalim önce mazlumdan mağduriyeti çalar ve mağduru suçlu ilan eder… Torunlarına masal anlatacak yaştaki toton Aziz Nesin suçlu ilan edildi… Semahlar suçlu, Pir Sultan Türküleri zalim ilan edildi. Hasret’in gözlükleri, bakışları… Her şey, ama her masum şey suç sayıldı… Zalim/fail/katil mağduru suçlu ilan ettikten sonra, masumiyeti çaldıktan sonra yaptığı her zulmü reva görüyor ve zulmüne gerekçe olarak ilk ‘sözde’ masumiyetini gösteriyordu… Elvan… Çocuktu… Terörist ilan edildi… Hrant’ta Ermenilik, Tahir Elçi’de Kürtlük suçtu…
Zalim ivmeyi buradan kazandı… İşte zalim ne yaparsa yapsın sıktığı kurşunda, sapladığı her bıçakta masumiyetini sonsuza kadar kaybediyor ama… Telafisi ve geri dönüşü yok. Katili çıldırtan ve mağduru öldürmesine rağmen öldüremediği ve bu nedenle mağdur öldükten sonra da katilin öldürmeye çalıştığı kendi zulmüyle yitirdiği masumiyeti masumda da yok etmek… Ölüm sonrası asimetrik durum masum/zalim masumiyet ortadan kaldırıldığında bütünüyle yok olur umudu. Yani masumiyet zulüm anlatısını bütünüyle yok etmek ya da zulmü hak etmişleri anlatısını yaygınlaştırmak.
Çocuğuna kızan bir baba, sevgilisine kızan bir erkek şiddete baş vurduğunda zalim olabilir, ama yenilir, kaybeder. Şiddeti fail kazanmak için kullanır ama kaybeder. Çocuğuyla tartışamayan, onu ikna edemeyen, çocuğunun direnme gücüne kavga anında saygı duyamayan, çocuğunun tartışırken getirdiği argümanları takdir edemeyen baba güçsüz biridir. Şiddeti güçlülük sandığından uygular. Ama o an baba kaybeder ve yenilir… Şiddeti uygulayanlar daha sonra kendilerini ve çevrelerini şiddetin kaçınılmaz olduğuna ikna etmeye çalışırlar. Derinlerde bir yerde fena yenildiklerini bilirler…Katiller mağduru öldürürler… Ama yenilirler… Mağdur ölür ama yenilmez…
Katiller katlettiklerinde yıllar geçse de yenmiş olma duygusunu yaşamak için şiddeti sürdürürler. Deniz Geçmiş idam sehpasında öldü… Yenilmedi… Ben de katiller de bunu biliyoruz… Her yıl ona yeniden saldırmaları onu yenebilmek içindir… Bazı mağdurlar öldükten sonra da direnirler aslında. Katil sadece öldürmekle yetinmek istemez, mağduru teslim de almak ister, iradesini kırmak da ister… Bir çatışmada yenilen yeneninin galibiyetini kabul ettiğinde galip gelen yenmenin sevincini, yengiyle galibiyet duygusunu galibiyetini bütünleştirir (hileyle kazanlar çok mutlu olmazlar çünkü galibiyet duygusu gölgelidir. Anormal asimetrik güç dengesinde güçlü olanın yenmesi yoğun bir galibiyet duygusu sunmaz). Yenilen bu yengiyi kabul etmiyorsa yengiye gölge düşer ve galibiyet sevince dönüşmekte zorlanır. Galip gelen mağdurunun kırılan iradesinde yengiyi tatmak ister. Yalvartmayı…
İşte bu yalvarmalar ona güçlü olduğu duygusu verebilir… Ama bazı asiler ölümleriyle cellatlarını da sembolik olarak öldürürler… Galip görünenler öldürürler ama katletmek yenmek değildir. Yani yengi sayısal, niceliksel bir mesele değil niteliksel de bir yanı var. Hakimiyet kurmak, boyun eğdirmektir bazen galibiyet. İşte mağdur bu imkânı kullanarak faili yener aslında. Seyit Rıza’nın söylemişti: Bu da size dert olsun… Seyit Rıza haklı çıktı galiba… Katillere hâlâ dert. Bu dert aslında asimetrik güçle de ilgili… Güçlüler kendilerinden çok güçsüz olanlara orantısız zulüm yaptığında öldürdükleriyle de biraz ölürler. İşte mağduru öldürürken kendilerinde mazlum olabilme ihtimalini de öldürdüklerinden zulüm sonrası öldürdükleri bu yanı geri almak isterler ve bunun için mağdura arkasından saldırırlar. Mağdurun adı her geçtiğinde celallenmeleri bundandır… Zalimi anlayalım, anlayış gösterelim, zalime merhamet duyalım diye değil bunlar…
HASET VE KISKANÇLIK
Eğer mağdurda olan ama katilde eksik olan bir şeyden söz ediyorsak konu hasettir. Haset iki insan arasında yaşanırken kıskançlıkta duygu üç kişi arasındaki dinamikte oluşur. Hasedin meselesi bir eksikliktir, yani bir beceri, bir yetenek, bir özelliktir eksik olan. Eksik olanı edinme arzusundan doğar haset. Bu arzu yıkıcı ya da özenerek gelişmeye yönelik olabilir. Kıskançlıkta arzu edilen kişinin dışında iki insanın yaşadığı ilişkidir duyguyu yaratan. Benim dışımdaki iki insan arasındaki ilişkiye dair şeylerdir kıskançlığın konusu. Kıskançlık ve hasede sıkça birlikte rastlarız, çünkü iki insan arasındaki ilişkide benim sahip olmadıklarım da mevcuttur.
Hasedin ve hasede bağlı olarak oluşan hıncın başlangıcında çok insani bir durum vardır: haksızlığa uğramış ve acı çeken biri. Bu durum acıya ve haksızlığa hassas bir ruh hali yaratır. Bu hassasiyet başka insanların görmezden geleceği minimal haksızlık ve eşitsizlikleri de algılar ve bu algı da acıya dönüşür. Bir dönem sonra bu durum acıya karşı korunma mekanizmalarını yok eder. Burada nefret ve öfke süreklileşir. Artık yaşanan bir olaya gösterilen yaklaşım da diğer insanlarınkinden farklı olmaya başlar. Daha sonra anlatılan hikâyeler, yaşanan gerçeklik ve her şey başka bir gözle, hasetle anlaşılıp yaşanır. Normallik kaybolur. Anlatılan bir hikâye, izlenen bir film, okunan bir haber, artık bambaşka anlaşılır.
Haset çok bilinen ama bir o kadar da gizlenen, evrensel bir duygudur. Yunanlar ve daha sonra Romalılar da tarihleri boyunca tanrılarının hasedinden korkmuş, tanrılarına kendi hasetlerini yansıtmışlardı.[2] Tanrıların hasedi canice ve yıkıcıydı çoğu kez; haset tanrılardan insanlara aktarılırken sekiz milyon kadın cadı olarak görülerek hasedin kurbanı olmuştur.[3] Bazı kültürlerde nazar mefhumu anonim hasedi içerir. Bu anonim hasedin bizim kültürümüzde özel bir biçimi mevcuttur: Her yerde kötülük, ayartılma, şeytana uyma tehlikesi vardır. Bütün yaşam alanları tehlikelerle doludur.
Dünya tehlikeli ve kötü bir yerdir; dünyaya, yaşam alanına güven duyulamaz, kendinizi güvencede hissedemezsiniz ve yoğun biçimde korkarsınız. İşte bu korkuya bir de anonim haset eklenir. Birilerinin bana haset hissetmesi için benim hasedi hak etmem, yani bana haset besleyenlerden daha üstün, özenilecek bir yanımın da olması gerekir. Psikanalist Hermann Beland hasedin insanın kendine saygısına yönelik (Selbstachtungsaffekt) ve olgunlaşmayı da sağlayabilecek bir duygulanım olduğunu yazar, tabii eğer öfkeye bürünüp yıkıcı özelliklerle yoğunlaşmazsa.[4] Yine de bu duygusal karmaşa hasedin çoğalmasına yol açar.
Hasedin başka bir belirgin özelliği de kendimizle uyumlu olmadığımızın sinyalini bize vermesidir.[5] Ayrıca haset “kendi”mize dair kavrayışımızın dengesini de bozar. Yaşanan ya da algılanan veya kurgulanan bir haksızlık, bir mağduriyet yarattığından ve mağduriyet bir zayıflık ve zaaf oluşturduğundan, insanlar intikam alarak eski güçlerini yeniden kazanmak isterler.[6] Verona Kast haklı bir hasetten de söz eder: Sosyal adaletsizliğin olduğu yerde “haklı bir haset” de (Berechtigter Neid)[7] oluşur ve bu adaletsizliğin düzeltilmesi gereklidir. Haset aslında korku, çaresizlik, kızgınlık ve yetersizliğin karışımı görünen bir keder ve yastır. Başka insanların üstünlüğüne tanık olmanın getirdiği yetersizlik duygusunun yarattığı kederin üzeri hasetle örtülür. Kast, yetersizlik neticesinde bir mücadeleye girişmektense rakibi yok etmeyi tercih etmeyi hasetle de ilişkilendirir.[8]
Kıskanan, kendisini kıskandığıyla özel bir ilişkide hisseder. Yani kişi kendisinde bu insanı kıskanma “hakkı” görür. İşte bu hak görme fikri kıskançlık ve haset ilişkisini “özel” kılar. Dolayısıyla bu özel kişi bu özel ilişkide ihanet edemez, aldatamaz, adaletsiz olamaz; şayet olursa, bu durum şiddeti kıskanan açısından haklı hale getirir. Kıskançlık aslında annenin kucağının sadece bebeğe ait olmasıdır. Anne kucağını kaybetmek aslında ilk kıskançlık ve hasedin filizlenmesine imkân tanır. Bu özel bir ilişkidir ve o çocuğa aittir. Kıskançlık obsesiftir. Kıskançlık, zihinde kurgulanan biriyle girişilen rekabet, aslında ikili ilişkiden kaçınma biçimidir. Haset de ikili ilişkiyi pozitif yaşayamayacağı için ötekinin yok edilmesini amaçlar. Haset ve kıskançlık özel bir haz biçimidir ve kıskanç birinin “sevme yeteneği yoktur.”[9]
Weiss, hasetçi olanın "alttan yukarı bakışı"nın suçlayıcı, itham edici olduğunu yazar.[10] Bu da iki insan ya da grup arasında güç ve otorite konusunda farklılıkların bulunduğu, ilişkinin asimetrik olduğu anlamını taşır. Bu güç farklılığında mağdur olan, alttan bakan, altta olan aynı zamanda kendini haklı gördüğünden ve ahlaki üstünlüğün kendinden yana olduğuna inandığından, aynı zamanda kendi iç dünyasında üstenci bir tutumdadır. Gerçekte altta olan kendini üstte saymaktadır. Yani hem altta hem üsttedir ve ötekini de bu durumda iki hale getirir. Böyle bir durumda o an içinde geçmişten de gelen asimetrik durumların öfkesi ve zulmü de çoğu kez bu âna eklenir. Yani öfke ve haset, o durumun hak ettiğinden daha da fazlalaşır. Anormal olan bu durum daha da anormalleşir. "Benim öfkemden, benim mağduriyetimden sen sorumlusun!" İslamcıların/ırkçıların yaşadıkları yoksulluktan ve dışlanmışlıktan sürekli ötekini sorumlu tutmaları ve bu durumda bütünüyle masum olmaları da böyledir. Bu insanlar güç elde ettiklerinde de yaptıkları zulümden bütünüyle ötekini sorumlu tuttular. Kameralar önünde kafa kesen İslamcılar, o eylemlerinden bütünüyle "öteki"ni sorumlu tutuyorlardı. Erdoğan, en başından beri Gezi Parkı'nda yaşananlardan ve zulümden bütünüyle mağdurlarını sorumlu tutuyor.
İNTİKAM
İntikam yapılan bir haksızlığa gösterilen tepkiyle ilk/başlangıç durumun yeniden oluşturulması eylemi. İntikam adalet değil de adalet duygusu sağlar. Mesela tarlası sürülen köylü tarlasını sürenin tarlasını sürerek intikam alır. İlk durum ama inşa edilmez. Ötekine yaşadığı durumu yaşatır. Bu onu psikolojik olarak rahatlatabilir ama tarlasının sürülmüş olması gerçeğini değiştirmez. İntikam bir zarara/zarar verene aynı/benzer zarar yaşatılarak yaşanabilen duygudur. İntikam sadece duygusal alanda bir eşitlenme halidir, reel bir eşitlenme olmaz. Başka bir intikam duygusu var. Psikanalizde sublimasyon dediğimiz, yaratıcı, olumlu, yıkıcı olmayan yapıcı bir intikam…
Alevilerin Maraş Katliamından sonra acılarını/intikamlarını ağıtlarla almaları. Ağıtlarla kültürel hafızaya bu travmanın kazılması, kültüre kodlanması… Kürtlerin ölüme, zulme, hapse buldukları yanıt… Barış istiyoruz. Mağdurun bulduğu çözümler ama bu ülkede soruna merhem olmuyor çünkü güç/iktidar/devlet fail geleneğini sürdürüyor. Eğer bir kültürde yaşanan zulümle yüzleşme olmuyorsa fail taraf failliği kültürleştiriyor, kimliğinin parçasına dönüştürüyor. Yaratıcı barışçı çabalara da arkaik, fail kültürüyle tepki veriyor. Yani failin bu savunmacı/korunmacı hali onu saldırganlaştırıyor ve empati yeteneğini de yok ediyor.
Jerry S. Piven terörizm ve din üzerine tartıştığı metinde İslamcı teröristleri incelerken onların bir özelliğine dikkat çeker: Bu insanlar sadece kendi dindaşlarına, kendilerinden olana empati gösterebilirler.[11] Kendi mağduriyetlerine ve kendi gruplarındakine gayet empatiyle davranabilirler, kendilerine yapılan zulme ve haksızlığa karşı çıkarlar. Aynı zamanda rakiplerine çok acımasız ve empatiden yoksunca davranırlar ve bu durumu bir çelişki ya da sorun olarak görmezler. İntikam haksızlığa uğrayan açısından çok pozitif bir reaksiyondur, çünkü bir haksızlığın giderildiği duygusu verir ve rahatlama sağlar. Yani haksızlığın telafisi reel değil de duygusal düzeyde intikamla olur çoğu kez. İntikamın olduğu yerde hukuk ortadan kalkar ya da hukuk varsa intikama gerek kalmaz.[12] Dışarıdan bu durumu gözleyenler için intikam da yeni bir acının ve zulmün onaylanmasıdır. Bir kötülük en az aynı oranda acı ve zulümle ortadan kaldırılabilir.
Psikanalist Hildegard Wollenberg bir bisiklet örneği üzerinden ilerler.[13] Bisikletiniz yoktur ve birinin keyif ala ala bisiklet sürmesini izlersiniz. Bisikletinizin olmasını arzularsınız. Ötekinde olan sizde yoktur. İçinizde haset başlar ve o bisikleti çalarsınız. Aslında sizde olmayana artık sahipsinizdir, bisiklet süren kadar sizin de mutlu ve keyifli olmanız gerekir. Ama siz bisikleti öfkeyle kırarsınız, çünkü o bisikletli kadar keyif almazsınız.
Bisiklete, aslında bisikletin sahibine, sahibinin bisikletiyle olan ilişkisindeki keyife, o kişinin mutlu ve dengeli olmasına hıncınız vardır. Burada şöyle bir durum oluşur: Mutlu olmak için ötekinin sahip olduğuna sahip olmanız yeterli değildir; onun kültürünü, onunla keyif almayı da bilmeniz gereklidir. Bisiklet sürmeyi bilmeden bisiklet sahibi olmanın mutsuzluğudur bu. "Bende yok, onda var ve bu nedenle o mutlu ve ben mutsuzum!" Buradaki eşitsizlik bir haksızlık olarak yaşanır ve bulunan çözüm, bisiklet sahibi olmaktır. Bisiklet sürmeyi bilmeyince de bisiklet sürme zevki yaşanamaz. Yine mutsuz olunur ve sürekli ötekini sorumlu tutmayı bellemiş kişi gene o anki halinden de ötekini sorumlu tutar. Ötekinin sahip olduğunu çaldığı için aslında bir ödeşme vardır, ama öfke bitmez ve bisiklet süremiyor olmanın öfkesini (aslında bu kendine öfkedir) dışavurur ve bisikleti kırar (yok edici öfke: hınç). “Haz alana haset” ve bunun yarattığı öfke, hınç. Rath, Lacan’a atıfla öteki haz alırken kendisi aynı hazzı alamadığı için oluşan öfkenin önemine vurgu yapar.[14]
Birçok bağlamda hazza duyulan hasedi ve bunun şiddetini gözlemeyebiliriz. Mesela grup halinde yüksek sesli eğlenen yabancılar korku ve haset yaratır. Benzer şekilde eğlenmeyenler, eğlenenlere eğlenmeyi yasaklamaya çalışır. Diyelim ki dans etmeyi bilmiyorum, eğlenirken utanıyorum, bu yüzden eğlenmekten vazgeçiyorum. Dans eden, eğlenen insanları gördüğümde, inkâr ettiğim, içimde bastırdığım bir arzuyla yüzleşiyorum. Dans etmemeyi kendim için daha kolay hale getiriyorum ama dans etme arzumu yasak olduğu için engelleyerek görmezden geliyorum. Eğlenenlere karşı düşmanca davranıyorum çünkü başkalarının eğlenmesi bana beceriksizliğimi hatırlatıyor.
Bisikleti olmayanlar eksik bir şeyi (bisikleti) edindiklerinde rahata ve huzura kavuşacaklarını, bisikleti olanlar kadar mutlu olacaklarını düşünüyorlar. Buradaki temel duygu şu: sahip olduklarım değil de sahip olamadıklarıma sahip olduğumda mutlu olabilirim.[15] Burada eksik olanı edinme ve edindiğimde mutlu olurum tutumu söz konusudur. Mutluluk şu andan daha fazlasıdır, sahip olduklarımla mutluluk yaratmaktan daha fazlasıdır, gelecekte olan bir şeydir, sadece onu elde ettiğimde mümkün olan bir şeydir. Mutluluk sürekli ertelenen bir şeydir. Bir bisikletim olduğunda, okulu bitirdiğimde, bir işe girdiğimde, ev kredisi ödendiğinde... İslam’ın mutluluk tasarımı da bugüne ilişkin olarak tasarlamamıştır.
Dünya fanidir ve imtihan yeridir. Mutluluk ileride, ölüm sonrasında, cennette olabilir ancak. Bu anlamda Müslümanlar tehir etmeyi, sonraya aktarmayı içselleştirirler. Bu mutlu olma, sevinme kültürünün gelişmemişliği öfke de yaratır, çünkü bir şeyleri edinme ve mutlu olma hayalleri varlığını sürdürür. Hayalin gerçek olacağı anda mutlu olma, bisiklet sürme geleneğinin olmadığını fark etmek ve burada oluşan öfkeyi mutlu olabilenlere yöneltmek. Bisiklet sürerek mutlu olmak bisikletin olması ve teknik olarak sürmeyi öğrenmekle mümkün olamaz. İnsanın bisikletle ilişkilenmesi, mutlu olmayı, keyif almayı bilmesi ve bisikletle (mutlu olunabilen obje) birbirini tamamlayıcı bir ilişki oluşturmayı deneyimlemiş de olması gerek. Bisiklet sürmenin, şarkı söylemenin, dans etmenin, haz veren şeylerin yasaklanması ve bunlardan haz alanlardan nefret edilmesi...
Recalcati, kapitalizmin gereksinimleri gidermek yerine gereksinimleri sözde gereksinimlere dönüştürdüğünü ve insanların bu sözde gereksinimlerinin giderek doyuma ulaştıklarını yazar.[16] Bu sakız çiğneyerek karnını doyurmaya çalışmak gibi bir şeydir.
Irkçılar bu ülkede iktidar olma sorunu yaşamadılar ve şimdi İslamcılar da… Para, güç her şey var. Bisikletleri var yani. Ama mutlu olma gelenekler, şarkı söyleme, çılgınca eğlenme gelenekleri yok. Katılıkları ve hayatı sevenlere düşmanlıkları bundan…
[1] Src Yayınları.
[2] Hermann Beland, “Neid: die systemsprengende Phänomene”, Journal für Psychologie, 7 (1999), s. 3
.[3] agy, s.
4.[4] agy, s. 7.
[5] Verena Kast, Neid und Eifersucht (dtv Verlag, 1998), s. 14.
[6] age, s. 17.
[7] age, s. 20.
[8] age, s. 23.
[9] Lutz Garrels, “Destruktive Umformung von Begehren”, Psyche Zeitschrift, Sayı 9/10 (2020), s. 782.
[10] Weiss, agy.
[11] “Terorismus als Religionersatz”, Der 11. September içinde, s. 188.
[12] Philipp Ruch, Ehre und Rache (Campus Verlag, 2016), s. 253.
[13] “Neid auf horizontale Ebene”, Neid: Zwischen Sehnsucht und Zerstörung içinde, ed. Focke, I. & Pioch, E. & Schulze, S. (Klett-Cotta Verlag, 2017), s. 74.
[14] Claus-Dieter Rath, Sublimierung und Gewalt (Psychososial Verlag, 2019), s. 184.
[15] Massimo Recalcati, Lab der Vergebung (Klett-Cotta Verlag, 2014), s. 26.
[16] age, s. 26.
[1] Massimo Recalcati, Lab der Vergebung (Klett-Cotta Verlag, 2014), s. 26.
[1] age, s. 26.