Ümit Kardaş
OHAL’de hak ve hukuk ihlalleri
Siyasi iktidara ve parlamentoya yönelik darbe girişiminde bulunanlar açısından 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen bir suçüstü durumudur. Bu girişimde bulunanların sübuta eren fiilleri bakımından adil bir yargı sürecine tabi tutularak cezalandırılmaları gerekir. Bunların dışında darbe girişiminin azmettiricileri ve iştirakçileri de bulunmalı ve yargılanmalıdır. Bu kaydı düştükten sonra 20 Temmuz 2016'dan bu yana devam eden OHAL uygulamalarında yargının işleyiş süreçlerini temel hak ve özgürlükler , hukuk güvenliği ve evrensel hukuk kriterleri açısından değerlendirmek gerekir.
Gazetecilik faaliyeti üzerinden yazı, haber ve twitler delil olarak gösterilerek çok sayıda gazetecinin tutuklanması, terör örgütü üyeliği ve darbe teşebbüsü suçundan delilsiz iddianameler düzenlenmesi, tutukluluk sürelerinin kanuni dayanağı olmadığı halde uzaması, sivil ölüm anlamına gelen ve 1876 yılında kaldırılan genel müsadere sonucunu doğuran kapsamlı elkoymalar yapılarak eş ve çocukların sivil ölüme mahkum edilmesi, avukatın şüpheli veya sanıkla görüşmesinin kamera kaydına alınarak ve yanlarında bir görevli bulundurularak savunma hakkının sınırlandırılması adil yargılanma hakkının açıkça ihlal edilmesidir.
Yine iş adamlarının yaptıkları iş ve meslek örgütlerine üye olma, akademisyenlerin de akademik faaliyetleri üzerinden aynı şekilde mağdur edilmeleri, delil olmadan terör örgütü üyesi olarak suçlanmaları, uzun süre tutuklu kalmaları ve mallarına el konulması söz konusu. Son olarak insan hakları temsilcilerinin tutuklanıp haklarında delile dayanmayan iddianame düzenlenmesi durumun geldiği vahim noktayı göstermekte.
Ayrıca binlerce kamu görevlisinin herhangi bir adli soruşturmanın sonucu beklenmeden istihbarat bilgilerine dayanılarak görevlerinden uzaklaştırılmaları, bu işlemlere karşı idari yargı denetimine gidilememesi, bu kişilerden önemli bir kısmının tutuklanması ve bütün mallarına ve gelirlerine elkoyma tedbirinin uygulanması süreçleri yaşanmakta.
İç hukuka da evrensel hukuka da uymayan bu uygulamalar ifade ve medya özgürlüğünü, çalışma ve iş yapma özgürlüğünü, akademik özgürlüğü, hukuk güvenliğini, adil yargılanma hakkını ihlal anlamına gelmekte.
Darbeciler ve terör örgütleriyle mücadele gerekçesiyle özellikle gazeteciler, iş adamları, akademisyenler ve kamu görevlilerine ilişkin yürütülen soruşturmalardaki gözaltı ve tutuklamalarda masumiyet karinesi, suç ve cezanın şahsîliği, savunma ve âdil yargılanma haklarına riayet edilmemekte.
Yapılan gözaltılar MİT’in düzenlediği listelere göre yapıldığından yani delilden sanığa gidilmediğinden en baştan hukuka aykırı. Gözaltında yapılan keyfi ve aşağılayıcı muameleler, tutuklama nedenleri somutlaştırılmadan yapılan tutuklamalar, tutukluluk halinin devamı kararlarında hukuki hiçbir değeri olmayan klişe olarak tekrarlanan ve dosyayla somut bağlantısı olmayan gerekçeler, infaza dönüşen uzun tutukluluk süreleri, avukat görüşmelerindeki kısıtlamalar söz konusu ilkelerin ihlalinde zirveye gelindiğini göstermekte.
Mesela tutukluluk halinin devamına ilişkin kararlarda başkalarının kaçmış olması kaçmayıp tutuklanan kişiler bakımından devam gerekçesi gösterilerek şahsilik ilkesi ihlal edilmekte. Yani "onlar kaçtığına göre siz de kaçarsınız" yaklaşımı bir gerekçe olarak kullanılmakta. Oysa AİHM içtihatlarına göre kaçmanın şahısla ilgili somut kanıtlarının dosyada bulunması gerekmekte. Gerçekten hastalığı ve yaş durumu nedeniyle cezaevine kalamayacak tutuklular dahi tahliye edilmemekte. Diğer tutukluların çoğunluğu ise delil olmamasına rağmen ağır ceza tehdidi ile karşı karşıya.
Bütün bunların dışında hakim teminatının ortadan kalktığı açık. Bu teminat hakimlere değil yargılan kişilere tanınmış bir güvence. Yargılan kişilerde ve avukatlarda bu anlamda bir güvensizlik oluşmuş durumda. Mesela 31/03/2017’de gazetecilerle ilgili görülmekte olan bir davada mahkeme heyeti 21 tutuklu sanık hakkında tahliye kararı verdi. Medya mensubu bazı kişilerin kışkırtıcı ve yargıyı tehdit eden mesajlarından üç gün sonra heyetin tamamına ve savcıya görevden el çektirilerek açığa alındılar. Tahliye edilen sanıklar da aniden başka suçlar icat edilerek tahliye olmadan tekrar gözaltına alınıp tutuklandılar. Bu görülmemiş bir skandaldı.
Hakim bağımsızlığı önce iktidara ve parlamentoya karşı korunmakla birlikte medyaya karşı da korunmak zorunda. Bürokratik kurumların özellikle istihbarat örgütlerinin yargıyı yönlendirmesi, istihbarat bilgilerini delilmiş gibi sunması ve mahkemelerin bunları delilmiş gibi kabul etmesi hukuk güvenliğini yok eder, yargıyı güvenilir olmaktan çıkarır. Özellikle siyasi suçlarda bu durum bütün eleştiri , protesto ve muhalefet etme hakkının yok edilmesi sonucunu doğurur.
Söz konusu davalarda Bank Asya’da hesap hareketlerinin bulunması ya da Bylock uygulamasının bir telefona indirilmiş olunması delil olarak değerlendirilmekte. Legal olarak çalışan bir bankada insanların hesabının ya da hesap hareketlerinin bulunması delil olarak kabul edilemez. Söz konusu kişilerin hiyerarşik yapı içerisindeki örgüt bağlantıları, bu bağlantıları somutlaştıran, illiyet bağı kurulabilecek delillerin bulunması gerekir.
MİT’in düzenlediği sadece isim bildiren Bylock listelerini delil olarak kabul etmek tüm ceza muhakemesi hukuku birikimini yok etmek demek. Kişilerin bu program üzerinden örgütün hangi üyeleriyle hangi tarihte görüştüğünün ve bu konuşmaların içeriğinin ne olduğunun ortaya konulması gerekir. Litvanya’da olduğu iddia edilen yer sağlayıcının veri tabanında mevcut olan verilerin ne kadar sağlıklı olduğu dikkate alınmadan sadece Bylock programına sahip olunması suç delili olarak kabul edilemez. Ayrıca söz konusu iletişim olduğuna göre iletişimin tespitiyle birlikte dinlemenin hakim kararıyla olması zorunlu. Bu dinleme hakim kararıyla da olsa elde edilen bu delil tali bir nitelik taşır ve ancak asıl güçlü delillerin yanında destekleyici bir fonksiyon icra eder yoksa tek başına bir delil olarak kullanılamaz.
Sadece Bylock uygulamasını ya da banka hesaplarını, çalışma yerlerini, yazıları gerekçe göstererek mahkumiyete gidilebiliyorsa bu bizi yargısal süreçle ilgili endişelere, güvensizlik duygusuna götürür.
Ceza muhakemesi hukuku suçlulardan çok masumların hukukudur. Çünkü tüm özgürlüklerimizin ve haklarımızın kısıtlanması bu kanunla mümkün olmakta. Ceza muhakemesi hukukunun evrensel anlamda uygulanıp uygulanmadığı hususu insan hakları bakımından bir ülke için medeniyet , gelişmişlik ve hukuk güvenliği kriteridir.
Kanımca söz konusu davalar bakımından mahkemelerin hangi tarihi suç tarihi olarak kabul edecekleri de ayrıca önem arzetmekte. Nitekim bunun önemini Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks’in 7 Ekim 2016 tarihinde yayınladığı "Memorandum on the human rights implications of the measures taken under the state of emergency in Turkey (CommDH(2016)35) "isimli Memorandum’da, 15 Temmuz sonrası OHAL süresince alınan tedbirlerin "Ceza hukuku yönünden" (Criminal Law Aspects) değerlendirilmesi başlığı altında belirttiği görüşlerinden anlamaktayız. " 15 Temmuz’dan sonra kapatılan ve bu Hareketle bağlantılı pek çok örgütün bu tarihe kadar açık ve yasal olarak faaliyetlerine devam ediyor oldukları da şüphe götürmemektedir. Türkiye Cumhuriyetinin herhangi bir vatandaşının o ya da bu şekilde bu hareketle bir irtibatı ya da münasebeti olmamış olmasının ender bir durum olduğuna dair genel bir kabul söz konusudur. "
Komiser yukarıdaki değerlendirmelerin FETÖ/PDY’nin yapısı ya da saiklerine ilişkin olmayıp, bu örgüte üyeliği ya da destek vermeyi suç kabul ederken yasa dışı faaliyetlere iştirak edenler ile örgütün şiddet uygulamaya hazır olduğunun farkında olmaksızın Harekete sempati besleyen veya destek verenler ya da Hareket ile bağlantılı yasal olarak kurulmuş tüzel kişiliklere üye olanlar arasında bir ayrım yapma ihtiyacına işaret ettiğini vurgulamakta. Bu noktaya aynı zamanda Avrupa Konseyi Genel Sekreteri de işaret etmekte. Olağanüstü hal kararnameleriyle getirilen bazı idari tedbirlerin muğlaklığı ve bazı idari yaptırımların cezai bir nitelik taşıyormuş gibi görünmesi karşısında pek çok kişi kendileri yasa dışı bir fiil işlememiş olsalar dahi müeyyidelere maruz kalmaktan haklı olarak korkmaktadır.
Komiser, yetkilileri, Fetullah Gülen hareketi ile bağlantılı olsa bile yasal olarak kurulmuş ve faaliyet gösteren kuruluşlara sadece üyelik ya da bu kuruluşlarla irtibatın cezai sorumluluk oluşturmak için yeterli olmadığını ve terör suçlamasının 15 Temmuz tarihinden önceki eylemlere geriye dönük olarak uygulanmayacağını sarih biçimde ifade ederek bu korkuları bertaraf etmeye davet etmekte.
15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimine iştirak edenlerin dışında kalan ve yukarıda durumları belirtilen kişiler için suçun manevi unsuru olan kastın tespiti bakımından suç tarihinin 15 Temmuz 2016 tarihinin kabul edilmesi hem hukuki hem de vicdani olacaktır.
Anayasa Mahkemesinin başvurular karşısında kendisini fiilen işlevsiz duruma getirmiş olması kişilerin hukuk güvenliğini teminatsız bırakmış durumda. . Hukuk camiasının da iyi bir sınav vermediği ortada. İktidarın telaş, korku ve öfkeyle yaptığı bazı uygulamaların toplumsal barışı ve hukuk güvenliğini tehlikeye soktuğu açık. Hukukçuların sorunlu alanlarda görüşlerini dile getirmeleri önemli. Tabii iktidarın bu görüşleri değerlendirmesi de.
Aileleri ve çevreleriyle birlikte bir milyonu aşkın insanı trajik sonuçlar yaratacak şekilde mağdur etmek insan haklarını, toplumsal barışı ve birlikte yaşama iradesini yok etmek demek.