Orwell’ın Burnu

‘Orwell’ın Burnu’, ünlü yazarın kokularla olan ilişkisi üstüne bir kitap ama sadece bu değil. Daha çok bir biyografi denemesi, bir tür Orwell üstüne uzun deneme gibi

George Orwell’la ben ‘1984’ yılında tanışmıştım. Yazarın 1948’de yazdığı en ünlü romanı o zaman gündeme gelmiş, ben de kitaplara meraklı bir çocuk olarak edinip okumuştum. Sonra birkaç kere daha okuduğum bu müthiş romanın kurduğu atmosferden, kahramanı Winston Smith’in zaaflarından ve tabii ki basit ama etkileyici metaforik dünyasından çok etkilenmiştim.

Yıllarca en sevdiğim romanlar arasında yerini alan ‘1984’, 2000’li yıllarda tüm dünyada ve ülkemizde despotik yönetimler etkisini gösterdiğinde tekrar popüler olacak ve çok satan listelerinin üst sıralarından inmeyecekti. 2021’de Orwell’ın 70 yıllık telif hakkı dolunca bütün yayınevleri bastı kitaplarını. Şimdi sayısız edisyonu var ve sanıyorum hala en çok okunan kitaplardan biridir.

Tabii Orwell’ın birçok başka kitabı var ama hiçbiri totalitarizm eleştirisi olan distopik ve fantastik kitapları ‘1984’ ve ‘Hayvan Çiftliği’ kadar ünlü değil. Nazi Almanya’sının ve daha çok Stalin SSCB’sinin eleştirisi olan bu romanlarını tutucu solcular pek sevmez. Tam da bu özelliği dolayısıyla Batı’da özellikle Soğuk Savaş döneminde çok önemsenip desteklendiğini biliyoruz.

Türkçede yeni yayımlanan yazarın biyografisi ‘Orwell’ın Burnu’nda, kitabın yazarı John Sutherland de ‘1984’ü okullarda mutlaka okutulan neredeyse zorunlu bir temel eser olarak hatırlıyor. Ama romanla ilk tanışması başka, televizyonun ilk yıllarında BBC’de yayımlanan bir dramayla olmuş.

1950 yılında, 47 yaşında ölen George Orwell (gerçek adıyla Eric Blair), ‘biyografisinin yazılmamasını’ vasiyet etmiş. Son eşi bu vasiyete uygun biçimde biyografi çalışmalarını geciktirmek için elinden geleni yapmış. Ama bugün İngilizce’de yazılmış pek çok kitap var. Belki bu gecikmeden dolayı Türkçe’ye çevrilmiş olan az. Benim bulabildiğim kadarıyla sadece 1985’te Afa Yayınları’nın bastığı Raymond Williams’ın Orwell biyografisi var. Şimdi bunlara bir yenisi eklendi: Siyah Kitap’ın yayımladığı John Sutherland imzalı ‘Orwell’ın Burnu-George Orwell’ın Patalojik Biyografisi’.

Kitap adından da anlaşılacağı gibi eğlenceli bir üslupla yazılmış ve hareket noktası George Orwell’ın kokulara olan hassasiyeti. Yazarı Sutherland, İngiliz bir edebiyat araştırmacısı, çok sayıda kitabı, sayısız makalesi olan bir akademisyen. Bu kitabı yazmaya ise kendisi 2012’de koku alma duygusunu yitirince karar vermiş. Orwell romanlarını tekrar okurken yazarın bu konuda ne kadar çok iz bıraktığını görmüş. Dünya edebiyatında kokuların ve tatların anlatıcısı olarak Marcel Proust bilinir. Sutherland’in kitabını okurken, Orwell’ın de ondan aşağı kalır yanı olmadığına ikna olabilirsiniz.

Kokunun edebi anlamı hafızadır. Anıları kaydetmemize yarayan, onları hatırlamamızı, çağrışımlar yapmasını sağlayan bir yanı var koku alma duyumuzun. Aslında son derece kişisel ve ifadesi zor bir duyu. Pek çok dilde kokuları tarif eden, bu duyuya has sözcükler yok. Onları hep bir şeylere benzeterek tarif etmeye çalışırız. Kokunun son derece kişisel bir yanı var. Yine de kolektif bellekte çağrışımı olan ortak kokular, edebiyatın tasvir gücünü pekiştirmek için sık sık başvurduğu bir alan.

George Orwell’ın neredeyse tüm kitaplarında kokular sık sık karşımıza çıkıyor. Bazen bir hastane koğuşunu ya da yatılı okul banyosunu tanımlayan ‘dışkı’, ‘peynir gibi havlu’ kokulardan bahsediyor, bazen ‘1984’teki kolektif evleri haşlanmış kabak kokularıyla, kötü kahveyi ‘teneke kokusuyla’, ‘Zafer’ cinini kekremsi kokusuyla tanımlıyor. Ama güzel kokular da var onun kitaplarında, Julia’nın saçlarının kokusu, seviştikleri kırların hoş kokuları gibi… İşte tüm bu kokular biyografi yazarı Sutherland’e göre kaynağını yazarın hayatından, onun kişisel tecrübelerinden alıyor.

Her şeyden önce George Orwell kokular konusunda çok hassas birisi. Bir tür koku virtüözü. Yaşamın kokularına düşkün bir yazar. Sutherland onun “Tuhaf bir koku duygusuyla” doğduğunu yazıyor: “Bir tazıda görülebilecek cinsten nadir bir beceriye, her kokuyu bileşenlerine ayırıp tespit etme yetisine sahipti.” Tıpkı hayata bakışı gibi kokularla olan ilişkisi de hazcı, hep iyi ve güzel olandan yana değildi. Evet, kırların iç açıcı kokusunda cinsel bir çekicilik bulurdu ama ahırlardan hastane ve yoksul barınaklarına o istenmeyen yerlerin kokularına, insan bedeninin saldığı kokulara karşı da bir ilgisi vardı. Orwell’ın kendine has bir vücut kokusu vardı ve belki de ölümüne tüttürdüğü o sayısız sigarayla bu kokusunu bastırmaya çalışıyordu…

Orta sınıf bir ailenin akıllı çocuğuydu ama garip bir şekilde hep hayatın diplerine ilgi duydu. İngiltere’nin en iyi okullarından birini son yılında bırakıp Burma’da polislik yaptı. Londra’da, Paris’te, Barselona’da en basit işlerde çalıştığı, en kötü yerlerde yatıp kalktığı yılar geçirdi. Hayvan Çiftliği yayınlanıp da onu zengin edinceye kadar hiçbir zaman iyi bir hayat yaşamadı. Kötü mekanlar, yoksul insanlar ve kötü kokular arasında geçti ömrünün önemli bir kısmı. Koku merakı o seviyedeydi ki siyasi analizlerini bile bunun üstünden yapmaktan çekinmedi. Bir keresinde şöyle yazmıştı: ‘alt sınıflar kötü kokar’. Nitekim Orwell için sınıf meselesi de her şeyden öte ‘koku meselesiydi’: “İngiliz toplumu hiyerarşik olarak kokuya göre sıralanmıştı. Bond sokağı parfümerisinin hoş kokusu ile en üstte burnu havada züppeler; ortada alt sınıfın leş kokusu ile aristokrasi kokusunun arasına güç bela sıkışmış, Lifebuoy karbolik sabunuyla yıkanan orta sınıf; en altta ise Büyük Yıkanmamışlar. (Kitaptan)”

‘Orwell’ın Burnu’, ünlü yazarın kokularla olan ilişkisi üstüne bir kitap ama sadece bu değil. Daha çok bir biyografi denemesi, bir tür Orwell üstüne uzun deneme gibi… Kitabın yazarı John Sutherland’in zaman zaman araya girip yorumlar yaptığı, adı gibi ironik ve eğlenceli, bazen atlaya zıplaya konular arasında gidip gelen serbest bir hayat hikayesi anlatımı. Orwell’ın bütün eserleri gibi hakkında yazılan her şeyi okuyarak işe koyulan Sutherland bize kokular eşliğinde ünlü yazarın hayatını ve yaratıcılık sürecini anlatıyor. Orwell’ın edebiyatından başka bir şeye fazla önem vermeyen bir bencil olduğunu, yazdıklarının çoğunun kişisel tecrübelerinden izler taşıdığını, tanıdığı insanları sırf iyi edebiyat için romanlarına haksızca katmaktan çekinmediğini, politik yalpalamalarını, kadınlara düşkünlüğünü, ailesiyle mesafeli ilişkisini, çiftlik hayatına olan merakını ve hayatının tam aydınlanmamış az bilinen pek çok dönemi olduğunu bu kitaptan öğreniyoruz.

Sutherland, Orwell’ın hayatla ve bedeniyle marazi bir ilişkisi olduğunu da savunuyor. Öyle ki aslında ölümü bir tür intihar gibi… Yazara göre Orwell’ın hayatı için “uzun sürmüş bir Rus ruleti” denilebilir. Hep zayıf ciğerlere sahip, defalarca zatürre olmuş ve neticede vereme yakalanmış biri olarak Orwell, bedenini zorlamaktan ömrü boyunca hiç çekinmemiş. Aşırı çalışma, aşırı sigara, tehlikeli yolculuklar, pervasız maceralar, yetersiz tedavi… Dolayısıyla onun bir nevi intihar ettiğini düşünüyor: “Yaşlanmaktansa genç(imsi) bir adam olarak ölmeyi yeğlerdi…” diyor. Belli ki öyle yapmış.


Cem Erciyes: Gazeteci, yayıncı. 1971 doğumlu Cem Erciyes, İzmir Bornova Anadolu Lisesi’ni ve Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dalında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe 1992’de Dünya Gazetesi’nde başladı. Dünya Kitap dergisi ve kültür sanat sayfalarında çalıştı. 1997 yılında Radikal’e geçti. Kültür Sanat Editörü ve Radikal Kitap Eki Yayın Koordinatörü, Ek Yayınlar Yönetmeni gibi görevler üstlendi… 2016 yılında Doğan Kitap’ın yayın direktörlüğünü üstlendi. Halen bu işi yapıyor. Çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde yazıları yayımlandı. TRT’de, Açık Radyo’da kültür sanat ve tarih programları hazırladı, sundu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cem Erciyes Arşivi