Şenay Aydemir
Popülerin yeniden üretimi: Yerli biyografi filmleri
Cem Karaca filmi mahkeme kararıyla kısa süre önce vizyondan kaldırıldı, haftaya ailenin itirazına rağmen ikinci Ahmet Kaya filmi geliyor. Atatürk zaten yılda bir kaç kez sinemalara konuk. “Murat Göğebakan”, “Çiçero”, “Naim” ve “Dilberay” konuşuldu. Aybüke Öğretmen filmi fazla ilgi görmezken, “İyi ki Varsın Eren” yapımcısının yüzünü güldürdü. Öte yandan “Müslüm”, “Ayla”, “Bergen”, 1989'dan bugüne tutulan seyirci istatistiklerine göre en çok izlenen on yerli film listesinde. Neşet Ertaş filmi mahkeme kararıyla durduruldu, Zeki Müren epeydir çalışılıyor, Adile Naşit’in eli kulağında…
Liste uzayıp gider. On yıl öncesine kadar büyük tarihi figürler dışında biyografik yapımlara fazla yüz vermeyen memleket sineması, bu tür filmlerle dolup taşıyor artık. Yeşilçam, kimi tarihi figürleri perdeye taşımış olsa da bunları biyografi türünden çok ‘fantastik’ kategorisine almak daha anlamlı olacaktır. Tarkan, Malkoçoğlu serilerinden “Rabia”lara kadar sektörün meseleye yaklaşımının seyirciyi bir biçimde sömürmek olduğu gerçeğini hatırlamak yeterli.
Biyografi filmlerine ilgi yalnızca Türkiye ile sınırlı değil üstelik. Hollywood da gaza basmış görünüyor. Kuşkusuz bu türde iyi film denilince akla ilk gelen Amerikan sineması. tarihi boyunca önemli kişilere dair destansı yapıtlara imza attı. Ama bu durumun genel anlatı içinde ağırlığının son yıllarda giderek arttığını söylesek yanmış olmaz sanki. Şu sıralarda Oscar’a doğru emin adımlarla ilerleyen “Oppenheimer” gibi yapımlar bir yanda dursun, Hollywood da müzisyen hikayelerine çok fazla ilgi gösteriyor. “Bob Marley” filmi bu hafta bizi sinemalarımıza da uğradı. Amy Winehouse filmi “Back to Black” mayıs ayında tüm dünyada gösterimde olacak. Freddie Mercury”nin dünyasına girdiğimiz “Bohemian Rhapsody” birkaç yıl önce ortalığı kasıp kavurmuştu. Hakkını yemeyelim Hollywood müzisyenleri her zaman severdi. "Amadeus", "Ray" "Sınırları Aşmak", "Love & Marcy", "The Doors" bir çırpıda sayabileceklerimiz ama bunların bile çoğu 2000’li yıllardan sonrasına tekabül ediyor.
Biz yine memlekete dönelim. Türkiye’de biyografi filmlerine bu kadar ilgi olmasının altında yatan şey nedir? Her ne kadar bu furyanın her filmine ilgi gösterilmese de artık, yapımcıları ve izleyiciyi cezbeden şey nedir? İlk olarak Türkiye’de ana akım sinemanın kurumsal, planlı bir stratejiyle ilerlemediğini içgüdüsel ve parayı takip eden bir reflekse sahip olduğunu belirtmemiz gerek. Yani bir anlatı biçimi tutup bol gişe yapınca diğer yapımcılar kolay yoldan para kazanmak için benzerlerini çekmeye başlıyor. Bu 2000’li yılların ilk yarısından itibaren uzunca bir süre komedi filmleriydi. Özellikle de Recep İvedik’lerin gördüğü ilginin ardından onlarca benzer yapım çekildi örneğin.
İkinci ve asıl olarak günlük hayata içkin popüler kültürün yeniden üretimi olarak bakabiliriz bu yapımlara. 2010’lardan sonra bir furya olarak başlayan, ağır eleştiriler almasına rağmen o dönem çok satan ‘popüler kültür dergileri’nin hem üzerine konduğu hem de büyüttüğü iklimle dolaysız bağlantı içinde bu yapı. Söz konusu dergiler, toplumun günlük hayatında kısa dönemli popüler gündemler dışında daimi olanları sezip sömürmekte oldukça mahirdiler.
Adile Naşit, Neşet Ertaş, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Barış Akarsu, Kemal Sunal, Müslüm Gürses vb. Onlarca yıldır toplumun popüler kültür ile kurduğu ilişkinin başat aktörleri olarak vardılar. Söz konusu dergiler özellikle de gezi sonrasının ruh haline uygun bir biçimde bu karakterleri hem gerçek hem de kurmaca kimlikleriyle yeniden popüler kültür dolaşımına soktular. 2017’de “Ayla” ve 2018’te “Müslüm” filminin gördüğü ilgi diğer yapımcıları da bu kolay paranın izini sürmeye itti.
Popüler kültürün bu yeniden üretim biçiminde toplumun geniş kesiminde karşılığı olan figürler anlatılırken, yukarıda andığım dergilerin bağlamlarından koparıp sömürdüğü edebiyatçılara ise yüz verilmedi sinemada. Can Yücel, Cemal Süreya, Edip Cansever, Gülten Akın, Orhan Veli, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali gibi büyük edebiyatçıların eserlerinden alınan ve melankoli/ arabesk karışımı bir paketin içinde okura sunulan bu dil, filmlerin dokusunda fazlasıyla görülüyordu ama. Anlatıların hepsinde ‘çile’, ‘acı’, ‘yoksulluk’ vb. bugünün kültürüyle harmanlanmış melez bir arabeskle sunuldu. “Ayla”, “Çiçero”, “Naim”, “Eren” vb. gibi yapımlarda ise merkeze alınan karakterin toplum tarafından ne kadar tanınıp tanınmadığından çok, yükselen milliyetçiliğin kodları ustaca kullanıldı. Küçük bir çocuğu koruyup kollayın Türk, yabancıları dolandıran Türk, dünyayı kaldıran Türk, doğuştan asker Türk vb. Popüler siyasetin dili, iktidar ve ulusalcı muhalefetin medya organlarının günlük hayatta egemen kıldığı Türklük şuuru ile birleşince bu filmleri besleyen akaryakıta dönüştü. Nasıl ki söz konusu dergiler bir süre sonra ‘marka’ haline getirdikleri adlarıyla kafeler, restoranlar açıp şirket haline geldilerse; bu ilkimin sinemada da paraya dönebileceğini fark eden yapımcılar biyografi filmlerine üşüştüler.
Öte yandan biyografi filmlerinin üretimine ve tüketimine yönelik ilginin artmasında küresel çapta yükselen “influencer” olgusunun da dolaylı etkisinin olduğunu düşünüyorum. Hayatın anlamından mutluluğun formüllerine, birisini etkilemenin on yolundan nasıl sevişileceğine, tarihin ne olduğundan siyasetin nasıl okunması gerektiğine, hangi filmin sevilip hangisinden nefret edileceğine kadar hemen her yerde ‘başkalarının hayatı, dedikleri’ etkileyici oluyor artık. Sabah uyanıp instagramdan günlük burç yorumuna, filme gitmeden önce birisinin tavsiyesine ihtiyaç duyuluyor; öğlen yemeği için lokanta, tatil için lokasyon hep başkalarının beğenilerine göre seçiliyor artık… Ötekinin hayatının bu kadar cazip geldiği bir evrende, ‘başarmış’ olanları izlemek de tatmin edici oluyor kanımca. Kendi hayatımıza odaklanmak yerine (belki de ondan kaçmak için) başkalarının hayatını daha çok merak ettiğimiz bir çağda, biyografi filmlerinin artıyor olması son derece makul.
Türkiye’de biyografi filmlerinin estetiğine uzun uzadıya girmeyeceğim. Ama Hollywood’un yanına bile yaklaşamadığını söylemeden geçmeyelim. Bizde genellikle karakterin bütün hayatına, o hayatın da acılı yönlerine bakan bir anlatı söz konusu. Ama asıl olarak karakteri toplumsal bağlarından, sosyolojik tarihinden koparıp anlatma kolaycılığı var. “Bergen” dönüşürken Türkiye’nin dönüşümünü görememek, “Naim”in Türkiye’ye gelişini Özal dönemi siyasetiyle okuyamamak, Cem Karaca’nın politik serüvenini üstün körü geçmek gibi…
Mesela “Social Network”te zeki bir çocuğun nasıl zalim bir kapitaliste dönüştüğünü, “Oppenheimer”da bir bilim adamının dilemmalarını, “Bohemian Rhapsody” de bir hayatın değil bir şarkının ortaya çıkışını izlediğimiz gibi hikayelerin toplumsal bağlamlarına da oturduğu bir anlatı bulmak hayli zor bizim sinemamızda.
Bitirirken meraklısı için biyografi filmlerinin estetiğine dair meslektaşım Burak Göral ile geçen yıl Kıraathane İstanbul’da yaptığımız söyleşinin linkini şuraya(https://www.youtube.com/watch?v=HzR00x81jBg) bırakayım.