Post-Kemalizm derken geldi çattı post-faşizm

Kemalizm’in demokratikleşme yönünde aşılması anlamında bir paradigmatik dönüşüm olarak “post-Kemalizm” gerçekleşemedi ve değişim artık Kemalist/Atatürkçü paradigmada mündemiç olan otoriterliği işaret ediyor.Manzara kanımca faşizme daha yakın duruyor.

Görsel: Eugène Berman, Mükemmel Günbatımı, 1941


İzninizle, pek yapmadığım bir şeyi yapıp, 2001 târihinde yayınlanmış olan Kemalizm/Atatürkçülük konulu yazımdan bir alıntıyla başlamak istiyorum. İletişim yayınlarından basılan Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce dizisinin Kemalizm cildinde yayınlanan bu yazımın sonuç paragrafını küçük değişikliklerle ve kısaltarak şöyle aktarıyoruum::

“Kemalizm, hem ilk oluştuğu 1930’ların dünyasında, hem de bugün, Türkiye toplumunu ve devletini, ekonomik, kültürel ve siyasî düzeylerde yenileştirme hedeflerini içeren bir tasavvurlar bütünüdür. Bununla birlikle, Kemalizm’in özgül paradoksları ile modernitenin içsel gerilimleri, Kemalizm’in devralmış olduğu tarihi gelenekler ve devlete toplumsal hayatın hemen her alanında yüklediği görevlerin yerleştirdiği merkezi kontrol imkânları, Türkiye’de otoriterliği kalıcı hâle getirmiştir. Demokratikleşmenin idealize edildiği günümüz dünyasında, demokrasi görünümü altında, sinsice ilerlemekte olduğu teşhis edilebilen "yumuşak despotizm" tehlikesi Türkiye’de zaten mevcut olan otoriterliği kimi zaman maskeleyen “çok partili temsilî sistem”in açık ve büsbütün totaliterlik potansiyeli taşıyan bir başka rejimi doğurma tehlikesine işâret etmektedir. Bunun yanı sıra, Türkiye toplumu, Kemalizm’i eleştirerek aşma anlamında bir “post-Kemalist" süreci hayata geçirme imkânına da kavuşmuştur. Değişimin daha otoriter, hattâ totaliter bir yönde mi, yoksa post-Kemalist demokratikleşme yönünde mi olup olmayacağını, elbette Türkiye toplumunu meydana getiren birey ve grupların politik edimleri belirleyecektir.”

Yaklaşık olarak 22 yıl önce yazılmış olan bu satırlarda post-Kemalizm, Türkiye’nin demokratikleşmesi için geçilmesi gereken bir evreyi ifâde etmektedir. Burada “post-Kemalizm” bir kavram olarak, Kemalizm’in eleştirilerek aşılmasını ifâde etmekte ve böyle bir evreye geçilebilmesi, Türkiye toplumunu oluşturan bireylerin ve grupların siyâsî tavır ve eylemlerine bağlı olduğu vurgulanmaktadır.

POST-KEMALİZM NEDİR?

Batı dillerinde bir önek olarak kullanılan “post” sözcüğünün sözlük anlamı, önüne geldiği sözcük her ne ifâde ediyorsa, ondan sonrasını anlatmaktadır. Bu nedenle de, Türkçeye sıklıkla “sonra” diye tercüme edilmektedir. Örneğin, post-modernism, Türkçeye “modernizm sonrası” diye aktarılabilmektedir. Böyle yapıldığı zaman da, sanki modernizmin bittiği ve ondan sonraki bir duruma geçildiği ve bu yeni geçilen “post-modern” durumda, modernlikten hiçbir iz kalmadığı gibi bir kanaat oluşmaktadır. Oysa bu, doğru değildir. Post-modernizm, modernizmin eleştirisini ve aşılmasını ifâde ettiği kadar, aynı zamanda modernizme özgü olan bâzı unsurların bu yeni durumda dönüştürülerek vâr olmaya devam ettiğini anlatmaktadır. Örneğin modernizmin en önemli unsurlarından biri olan akılcılık yâni rasyonalizm, post-modernizmde yerini akıldışılığa ya da irrasyonalizme terk etmemekte ama akılcılığın eleştirisi yoluyla farklı içrikler kazanmaaktadır.

Buna benzer bir durum Kemalizm için de geçerlidir. 1930’ların Türkiye’sinde, Cumhuriyet’in îlânı ve sonrasındaki reformlarla birlikte, Türkiye toplumunu bir Türk ulus devletinin insan unsurunu oluşturacak şekilde dönüştürmeyi amaçlayan ilkeler bütünü olarak formüle edilmiş bir ideoloji olarak Kemalizm’in, akılcılık ve pozitif bilim ilkelerine uygun olarak inşâ etmeyi öngördüğü kültürel ve siyâsî yapıyla, modernitenin Aydınlanma sonrası evriminin zirvesini oluşturan anayasal demokratik düzeni arasında açık bir uyumsuzluk mevcuttu.

Bu uyumsuzluğun aşılması, çok partili siyâsî hayâta geçilmesinden sonra Kemalizm yerine Atatürkçülük teriminin kullanılmasıyla ancak kısmen mümkün olmuştur. Hep üzerinde durduğum gibi, toplumsal çoğulluk ile her tür (Kemalist/Atatürkçü veyâ Türk-İslâm Sentezcisi) milliyetçilik arasındaki uyumsuzluk, Türkiye’nin demokratikleşememesinin paradigmatik nedeni olarak varlığını sürdürmüştür.

Dolayısıyla, bu yoruma göre, Kemalizm/Atatürkçülüğün aşılması anlamında “post-Kemalizm”, demokratikleşmenin de ön şartlarından biri olmaktadır. Burada “Kemalizm’in aşılması” ile kastedilen, öncelikle bir devlet paradigmasının dönüştürülmesidir. Bu paradigmatik dönüşüm de, milliyetçi devlet anlayışında içerilen “biz-onlar” veyâ “dost-düşman” ikiliğinin ve bu ikilikleri temel alan hukuk dışı “istisnâ hâli siyâsetin” reddini içermelidir. Bunun olabilirliği ise, dünyânın pek çok ülkesiyle birlikte Türkiye siyâsetinde de son dönemde yükselen “popülizm”in gücünün demokratik yönde kırılmasına bağlıdır.

POST-FAŞİZM

Kemalizm’in demokratikleşme yönünde aşılması anlamında bir paradigmatik dönüşüm olarak “post-Kemalizm” gerçekleşemedi ve değişim artık, 22 yıl önce öngörmüş olduğum üzere, Kemalist/Atatürkçü paradigmada mündemiç olan otoriterliği daha totaliter bir toplum-devlet ilişkisini işâret ediyor. Bu yön, çoğu kez popülizm, popülist otoriterlik veyâ rekâbetçi (yarışmacı) yâhût seçimli otoriterlik gibi adlarla anılıyorsa da, önümüzdeki manzara kanımca faşizme daha yakın özellikler gösteriyor.

Kavram olarak faşizmin tanımlanması pek kolay değil. Bununla birlikte, iki dünyâ savaşı arasındaki dönemde Avrupa’da yükselen ve dünyâyı da etkisi altında alan bir siyâsî hareket olarak faşizmin çekirdeğini meydana getiren bâzı özellikleri belirlemek mümkün. Bunlar arasında ideolojik unsurlar olarak irrasyonalizm veyâ akılcılık karşıtlığı, lidere tapınma, ultramilliyetçilik ilk akla gelenler. Kezâ, bizde sık sık güvenlikçi politikalar bağlamında müracaat edilen bir unsur olarak “bekâ endişesi” ve buna eşlik eden varlığını korumak için sürekli mücâdele ve teyakkûz hâlinde olma tavrını da belirtebiliriz. Bunun uzantısı olarak faşizm, güçlü olmakla bekâ endişesini gidermek arasında doğru orantılı bir ilişki kurduğu için, gücü kutsamakta ve buradan ırkçılığa uzanmaktadır. Tabiî, siyâsî rejim tercihi ile ilgili olarak faşizmin demokratik süreçleri, bu anlamda iktidarın seçimle belirlenmesi usûlünü reddettiğini de vurgulamak gerekir.

Bu ideolojik unsurlara ek olarak, faşizmin kapitalist toplumsal formasyonda ortaya çıkan krizlere bir yanıt olarak belirdiğini, tabanını İngilizce’den aktarma bir terimle “orta sınıflar”ın yâni “küçük burjuvazinin” oluşturduğu bir tepki olarak ortaya çıktığını biliyoruz. Bu sınıfsal tabanın, kapitalist formasyonda her ana sınıf olarak burjuvaziye hem de emekçi sınıflara tepkiyle güdülendiği de bir sır değil.

İçinde bulunduğumuz dönemde, özellikle de 2008 krizinden sonra dünyâ üzerinde yaygınlaşan, yerleşik anayasal demokratik rejimleri tehdit etmenin yanında Türkiye de dâhil pek çok “demokratikleşmekte olan” toplumda otoriterlik yönünde değişimlere yol açan “popülizm” diye adlandırılan siyâsî hareketlerde de yukarıda saydığım klâsik faşizmin özelliklerini görebilmekteyiz. Bu “popülist otoriter” denilen hareketleri klâsik faşizmden ayıran en önemli yön, seçimle iktidara gelmeyi yâni siyâsî partilerin ve seçimlerin varlığını kabûl eden bir yasallığa îtiraz etmemeleridir.

Bu, günümüz dünyâsında yükselen ve seçim kazanarak iktidara gelen uç sağ milliyetçi hareketlerin post-faşizm adıyla anılmasının da önde gelen nedenidir. Buna ek olarak, seçimle iktidara gelen bu hareketlerin, klâsik faşizmin dayandığı örgütlü sokak milislerinin uyguladığı şiddet unsurunu da çoğu zaman içermediği gözlenmektedir. Bu bakımdan post-faşizm, klâsik faşizmin pek çok ideolojik öğesini muhafaza eden daha “barışçı” bir versiyonunu anlatan bir kavram olmaktadır.

14 MAYIS VE POST-FAŞİZM

Türkiye siyâsetinin 21 yüzyılın ilk çeyreğindeki değişimine damgasını vuran AKP’nin, 2001’le başlayıp dönem dönem patlak veren ekonomik ve siyâsî krizlerle yüklü uzun iktidar döneminde, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olarak Kemalizm ile sorunlu bir ilişkisi olan orta sınıfların tepkisinden beslenen bir dizi politikayı uygulamaya koyduğunu biliyoruz. Bu politikaların Kemalizm’i demokrasi yönünde aşmayı öngören post-Kemalist bir perspektifle yorumlanabilmesi bir noktaya kadar mümkündü. Buna karşılık, özellikle 2011 genel seçimlerinden sonraki çizgi, göreceli de olsa yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti nosyonlarıyla uyumlu olmaya çalışan kurumsal yapının dönüştürülmesini hedeflemiş, bunu da özellikle 2016 sonrasında “istisnâî yönetim usûlü”nü rutinleştirerek gerçekleştirmiştir. Bu süreç, hukuka uygun işleyen devlet ile siyâsî mülâhazalarla hukuk dışı çalışması gereken devlet yapılarının birlikteliğini içermiştir.

Alman hukukçu Ernest Fraenkel’in Nazi tecrübesinden yola çıkarak formüle ettiği ve diktatörlüğün kalıcı bir türü olarak kavramlaştırdığı “ikili devlet”e yakınlaşan bu durum, Nicos Poulantzas’ın klâsik eseri Faşizm ve Diktatörlük’te işâret ettiği bir noktayı akla getirmektedir. Buna göre, “devlet aygıtının (devlet sisteminin) bir bütün olarak yeniden teşkilâtlandırılmasına denk düşen istisnâ devleti, devletin ideolojik aygıtlarında ve bu ideolojik aygıtların devletin baskı aygıtlarıyla olan ilişkilerinin radikal bir biçimde dönüştürülmesini içermektedir. Faşist devlet bunun en iyi örneğidir.”

2017 Anayasa değişikliğini, Türkiye devletinin ideolojik aygıtları olarak Diyânet’in değişen siyâsî rolünü ve hukuk sisteminin içinde bulunduğu durumu bu bağlamda değerlendirdiğimizde, içinde bulunulan durumun “post-faşizm”e daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. 14 Mayıs sonrasının TBMM tablosu ve 28 Mayıs’taki ikinci tura giderken muhalefet tarafından da marûz bırakıldığımız ultramilliyetçi, hattâ ırkçı propaganda, maalesef, post-Kemalist demokratikleşmeyi beceremeyen bir toplumun post-faşizme yöneldiğini düşündürtmektedir.


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi