Doğan Özgüden
Putların yıkıldığı tarih: 15-16 Haziran
Sosyal uyanışlar, özgürlük ve demokrasi için mücadeleler ve de ne acıdır ki darbelerle dolu yakın tarihimizin şahsen günü gününe yaşadığım ya da tanığı olduğum son 65 yıllık kesimine unutulmaz damga vuran olayların en başta gelenlerindendir 15-16 Haziran 1970 direnişi... Tıpkı 1961’de Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in, 1967’de de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)’in kuruluşu gibi... 15-16 Haziran aynızamanda küçük burjuva putlarının yıkıldığı tarihtir...
Bu tarihsel işçi direnişinin ardından Ant Dergisi’ne yazdığım başyazıda şöyle diyordum:
"Bu, emperyalizmin, yerli işbirlikçilerinin ve Amerikancı sarı sendikacıların elbirliğiyle hazırladıkları alçakça bir komploya karşı, Türkiye işçi sınıfının kahramanca direnişidir. Direnişin büyüklüğü, güçlülüğü, yüceliği oranındadır ki, egemen çevrelerin korku ve telaşı da büyük olmuş; ‘kalkışma’, ‘isyan’, ‘kızıl ihtilal’ iddialarıyla anayasa bir kez daha ayaklar altına alınarak, altı yıllık AP iktidarı döneminde ilk defa sıkıyönetim ilan edilmiş, Türkiye sanayi proletaryasının en yoğun olduğu bölgelerde askeri yönetim kurulmuştur."
Aslında bu tarihsel eylem sadece AP iktidarına ve onun destekçisi sarı sendikacılığa karşı değil, aynızamanda dönemin muhalefet partilerinin de dahil olduğu bir oligarşiye karşı isyandı...
Türk-İş’in Amerikan dolarına satılmışlığının ve işbirlikçiliğinin belgelerle ortaya çıkmasından sonra sosyalist sendikacıların kurduğu DİSK ve ona bağlı sendikalar kısa zamanda özellikle sanayi sektöründe, örneğin Türk Demir Döküm’de, Derby’de, Sungurlar’da, Singer’de, ECA’da, Talisman’da egemen duruma geçmiş, sömürüye karşı direniş ve grev hareketleri büyük boyut kazanmaya başlamıştı.
Sadece Koç ya da Sabancı gibi holdingler değil, subayları kapitalist sınıfa entegre etmek amacıyla kurulmuş olan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) da bu büyük uyanış karşısında panik halindeydi.
DİSK’in güçlenmesini engellemek, devrimci sendikaları yoketmek, işçi sınıfının ekonomik ve siyasal mücadelesini boğmak üzere AP milletvekili ve Türk İş yöneticisi Kaya Özdemiroğlu tarafından 274 ve 275 sayılı kanunları değiştiremek üzere hazırlanan tasarı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekillerinin de desteği alınarak bakanlar kurulu tarafından Meclis’e sevkedilmişti.
Büyük sermayenin, onun siyasal temsilcisi AP’nin, sözde sosyal demokrat CHP’nin ve de ordunun oluşturduğu oligarşinin bu komplosu karşısında işçi sınıfının İstanbul’u ve diğer sanayi kentlerinde direnişe geçmekten başka çaresi kalmamıştı.
15-16 Haziran, devrimci harekette öncü gücün işçi sınıfı mı, yoksa asker-sivil bürokasi mi olduğu tartışmalarına kesin noktayı koyuyordu. Bu işçi direnişi karşısında ordunun aldığı tavır, polislerle birlikte askerlerin de göstericilere ateş açarak üç işçiyi katletmesi, askeri bürokrasinin işçi sınıfına düşmanlığını ve devrimci güçbirliğine karşıtlığını belgeliyordu.
Ordunun safını tam belirlemesinden cesaret alarak da hükümet derhal sıkıyönetim ilan ediyordu. Bu, yakınlaşan bir askeri darbenin de habercisiydi.
Ordunun sıkıyönetim ilanından yararlanarak sendikacılara, işçilere ve sosyalistlere karşı uyguladığı baskıları ve subayların OYAK aracılığıyla kapitalist sınıfa nasıl entegre edildiklerini açıkladığımız Ant’ın Eylül 1970 sayısının kapağında, direnen işçilerin ve sendikacıların işkenceden geçirildikten sonra sıkıyönetim mahkemelerine sevkedilmesine tepki olarak "Kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz" sloganı yeralıyordu.
Bu sayının yayınlanması üzerine Ant’ın yayın yönetmeni olarak 1. Ordu Komutanlığı'ndaki sıkıyönetim adli müşavirliğinde saatlerce sorguya çekildim.
Büyük bir salonda üç kuvvete de mensup çeşitli rütbede çok sayıda adli subay vardı. Beni kapıda karşılayan havacı adli subay büyük bir masaya yöneldi. Masanın çevresinde kara, hava ve deniz kuvvetlerinden ikişer subay oturuyordu. Kendisi de masanın başına yerleşti, bana da tam karşısındaki sandalyeyi gösterdi.
Ben sorgulanmamı beklerken salondaki diğer subaylar arada bir ayağa kalkarak sinirli bir şekilde, özellikle de benim yanımdan geçerken husumetle bakarak volta atıyorlardı.
Havacı yarbayın önüne Ant'ın çeşitli sayıları serilmişti, her sayıda da belli satırlar çeşitli renklerdeki kalemlerle çizilmişti. Son sayıyı önüne çektikten sonra yekten sordu:
- Doğan Bey, bu ordu düşmanlığınız neden?
- Orduya sübjektif olarak düşman olmam için bir neden yok. Ben bu orduda bir buçuk yıl yedek subaylık yaptım; subayıyla, assubayıyla, eriyle birçok dostum oldu… Ailemde subaylar da var. Ben ordunun kapitalistleştirilmesini, subayların halk kökeninden kopartılmasını eleştiriyorum.
- Bakın şu sayılara... Her sayıda ordunun imtiyazlı konuma geçtiğinden, OYAK dolayısıyla bizlerin zenginleştiğimizden bahsediyorsunuz. Bu yazıları okuyanlar bize düşman kesiliyor. Çarşıya pazara üniformayla gittiğimizde bu düşmanlığı açıkça görüyoruz. Bunda sizin yayınlarınızın büyük rolü var.
- Böyle bir durum varsa sorumlusu herhalde biz değiliz. Biz ordunun kapitalistlerle ve emperyalistlerle işbirliği yapmayan bir halk ordusu olmasını istiyoruz.
Bunun üzerine yarbay ses tonunu yumuşattı:
- Bakın, biz de halkın çocuklarıyız. Tabii ki halkın ordusuyuz. Zaten bu OYAK'ın neye yaradığını biz de doğru dürüst bilmiyoruz.
- İşte biz de Ant'ta bunları açıklamaya çalışıyoruz. OYAK'la, savaş sanayii ile ordu, belki sizler farkına varmadan kapitalist sisteme entegre ediliyor.
- Peki, askeri yargıçlar suç işleyen işçileri, sendikacıları yargılayamaz mı?
- 15-16 Haziran Direnişi bir suç değil ki, anayasal hakları savunma eylemi... Hükümetçe, kapitalistlerce suç sayılsa bile, işçileri, çalıştıkları fabrikaların patronları değil, tarafsız yargıçlar yargılamalıdır.
- Biz nereden işçilerin patronu oluyoruz?
- Ant'ta açık seçik, belgeleriyle yazdık. Sizlerin ortak edildiğiniz OYAK, bugün direndikleri için suçlanan işçilerin çalıştıkları Good-Year'ın, TEO'nun, MAT'ın, Graphette'in, Hektaş'ın, TPAO'nun, TUKAŞ'ın, Pe-Re-Ja'nın, MAİS'in sahibidir. Gelecek yıldan itibaren de OYAK, Fransız firması Renault ile Bursa'da otomobil imal etmeye başlayacaktır. Takdiri size bırakıyorum.
Ben somut verilerle konuştukça, havacı yarbay da, sorguda bulunan diğer subaylar da suçlayıcı bir tonla konuşmaktan vazgeçerek OYAK'ın ortaklıkları üzerine somut sorular sordular.
İki saate yakın süren sorgunun sonunda havacı yarbay:
- Bu adli bir sorgu değildi, sadece sizin düşüncelerinizi öğrenmek istedik. Teşekkür ederiz, diyerek beni kapıya kadar geçirdi.
Tam el sıkışarak ayrılıyorduk ki,
- Bir şeyi merak ettim, dedi. Niçin foto muhabiriyle geldiniz, içeri girerken fotoğraf çektirdiniz de?
- Girdiğim gibi çıkabileceğimden emin olmadığım için.
Yüzündeki ifade tekrar ciddileşti:
- Bakın, bu kez bu kapıdan geldiğiniz gibi çıkıyorsunuz. Ama gelecek defa hiç de böyle olmayabilir.
Sıkıyönetim 16 Eylül’de kalktığında 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılan değişikliklerle sendikal hak ve yetkileri hayli sınırlandırılmış olan DİSK’in yöneticileri mücadelenin siyasal boyutuna da ağırlık vermek istiyorlardı.
Kendilerinin kurmuş olduğu Türkiye İşçi Partisi ne yazık ki daha önce partide birlikte iki tasfiye yapmış olan Aybar ve Boran grupları arasında Çekoslovakya Olayları bahane edilerek, ama özünde yaklaşan milletvekili seçiminde koltuk kaybetme endişesinden kaynaklanan iç çekişmelerden hayli zayıf düşmüştü.
Partinin 1965 seçimlerinde Meclis’e 15 milletvekiliyle girmesini sağlamış olan milli bakiye sistemi kaldırıldığından 12 Ekim 1969 seçimlerinde TİP adına Meclis’e sadece Mehmet Ali Aybar ve Lastik-İş Genel Başkanı Rıza Kuas girebilmişti.
Bir yıl sonra 29 Ekim 1970’de yapılan 4. TİP Kongresi Boran Grubu’nun parti yönetimine tamamen hakim olması ve MDD’ciler başta olmak üzere tüm karşı grupları partiden tasfiye girişimi başlatmasıyla sonuçlanmıştı.
Kürt sorunu konusunda getirdikleri bildiri önerisinin kabul edilmesine rağmen sosyalist Kürt arkadaşlar yeni tasfiyeci yönetime mesafeliydiler… TİP’in kurucusu olan sendikacılar da…
İşçi sınıfı mücadelesinin siyasal boyutunu yeniden canlandırmak umuduyla DİSK yöneticileri tüm solu toparlayacak yeni bir siyasal örgütlenmenin olanaklarını tartışmak üzere güven duydukları sol aydınlarla sık sık temas kuruyorlardı. Ant yöneticileri olarak biz de bu toplantılara katılıyorduk.
15-16 Haziran Direnişi'nden beri özellikle MDD’cilerin sol harekete empoze etmiş olduğu asker-sivil bürokrasinin başını çekeceği devrimci cephe hayali artık tam anlamıyla iflas etmiş, özellikle Dev-Genç içerisinde "işçi sınıfı öncülüğü" artık tartışmasız kabul edilir hale gelmiş, «ordu-gençlik elele» sloganının yerini «işçi-gençlik elele» almıştı.
Ant’a Dev-Genç yöneticilerinin DİSK’le ilişki kurmak istedikleri haberleri geliyordu. Sendikacıların arayış toplantılarından birinde, yıllardır dostluk ve yoldaşlık ilişkisi içinde olduğumuz DİSK ve Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler'e bunları yansıttım.
- Bir grup aydınla kuracağınız ilişkiler yeterli değil, dedim. Bugüne kadar belki de haklı olarak mesafeli davrandığınız sol örgütlerle de, gençlikle de diyalog ve ilişki aramalısınız.
Türkler'in yanıtı kategorikti:
- Hayır, bize çok küfrettiler. Diyalog ve ilişki için henüz erken. Ben kabul etsem bile sendikacı arkadaşlarıma kabul ettiremem. Zamana bırakalım…
Ne ki, 15-16 Haziran’da harekete geçirilen askeri çözüm süreci artık işlemeye başlamıştı. Önce12 Mart Muhtırası, Nisan sonunda «Balyoz Harekatı» ve sola karşı topyekun savaş…
Sendikacıların "tüm solu toparlayacak yeni bir siyasal örgütlenme" girişimi artık kendiliğinden işlemez hale gelmişti.
Aradan bunca yıl geçti. İşçi sınıfımız, Kürt halkıyla birlikte, tüm demokratik güçlerle birlikte 12 Eylül darbesinin yasaklarını ve zulmünü yaşadı. DİSK kapatıldı, yöneticileri yıllarca zındanlarda tutuldu.
Bugün DİSK de, ona bağlı sendikalar da tüm baskı ve teröre rağmen işçi sınıfımızın haklarını savunmak için ayakta… Üstelik bu kez Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun etkin üyeleri arasında yeralması, Kürt halkının tüm engellemelere karşın örgütsel gücünü ayakta tutması ve parlamentoda sesini yükseltmesi, sivil toplum örgütlerinin dinamizmi ve mücadeleciliği DİSK’i daha da güçlü kılıyor…
Evet, üzerinden 47 yıl geçtikten sonra da 15-16 Haziran mücadele ruhu daha da güçlü olarak ayakta…
Onu unutturmamak, daha da güçlü kılmak kendine "demokratım" diyen herkesin görevi…