Şenay Aydemir
Sapkın: 'Ama bir güç var!'
Ortalık uydurulmuş aforizmalardan, birbirine karışan özlü sözlerden geçilmediği için temkinli davranarak Nikola Tesla’ya atfedilen bir cümleyi hatırlatarak başlayayım: “Kiliseye paratoner takıldığında, din ve bilim tartışması bitmiştir!”
Aslında çoktan bitmiş de olmalıydı. Ancak hem inanç meselesinin bundan daha karmaşık olması hem de egemenlerin yönetimi kolaylaştırıcı bir etken olarak dine olan ihtiyaçları tartışmaları güncel tutmaya devam ediyor. Din ile bilim, akıl ile inanç arasındaki çatışma yalnızca felsefi olanın konusu değil. Edebiyatın ve sinemanın da konusu oldu defalarca. “Nereden geldik, nereye gidiyoruz” sorusu bilimin gücünün yetmediği yerlerde, alanlarda inancın bir sığınak olarak kullanılmasının da yolunu açıyor çoğu zaman. Hele de içinden geçtiğimiz çağ gibi, insanoğlunun dünyaya olan ‘inancını’ kaybettiği bir zaman aralığında, dün bir sığınak olarak çok daha fazla öne çıkıyor. İşsizlik, geleceksizlik, çevre felaketleri, yoksulluk, mültecilik ve savaşlar arttıkça dünyanın kurulu düzenine dair sorular da artıyor. Akla yatkın cevapların uzaklığı, güçsüzlüğü ya da etkisizliği insanların türlü çeşit inançlara sığınmasına vesile oluyor.
Bu hafta vizyona giren, ilk gösterimini yaptığı Toronto Film Festivali'nden bu yana gündem olmayı başaran “Sapkın” (Heretic) da yukarıdaki tema etrafında dönüyor asıl olarak. İki genç kadının bir dağa bakarak seks üzerine konuştukları bir sohbetle açılıyor film. Kısa süre sonra Paxton ve Barnes adlı bu iki kadının Mormon kilisesine (İsa Mesih'in Son Zaman Azizler Kilisesi) bağlı misyonerler olduğunu anlıyoruz. Gün içinde belirlenmiş adreslere giderek inançlarını yaymaya çalışan bu iki kadının son duraklarında işler karışıyor. Kasabanın biraz dışında çaldıkları kapıdan içeri girdiklerinde onlar için uzun ve şiddetli bir gece başlıyor.
Evin sahibi Bay Reed ile misyoner kadınların sohbeti ilk başlarda inanç ile akıl arasındaki gerilim üzerine ilerliyor. Reed, misyonerlere inançlarını sınayacak, onları aklın olanaklarıyla köşeye sıkıştıracak soruyor soruyor, oyunlar oynuyor. Hatta Aydınlanma fikrinin en önemli kalemlerinden Voltaire’e doğrudan göndermeler bile yapıyor Reed. Tutucu bir cemaatte, dinsel öğretilerle büyütülmüş iki genç kadın için bu sorular kafa karıştırıcı olabiliyor. Film, özellikle ilk yarısında gerilimi din ile bilim arasındaki bu tarihsel rekabetten (aslında sonuç çoktan belli olmasına rağmen) alarak ilerliyor. İkinci bölümde ise bu gerilim bir fona dönüşüyor ve korku unsurları daha baskın hale geliyor. Yani Reed’in aklı önceleyen, hem Paxton ve Barnes hem de seyircide şüphe uyandıran soruları anlamını yitiriyor. Filmin orijinal adı olan “Heretic”in ‘kâfir’ tanımı baskın geliyor. Kadınlar kurbana, ‘kâfir’ ise canavara dönüşüyor.
“A Quiet Place” “65” ve “Haunt” gibi yapımlara imza atan senarist/ yönetmen ikilisi Scott Beck ile Bryan Woods’un türün hakkını verdiğini teslim edelim öte yandan. Çünkü yukarıda bahsettiğim geçişi ustaca yapmayı başarıyorlar. En nihayetinde ‘bilim-din’ ikiliğinin yarattığı enerjiyi bir sinema filminin malzemesine dönüştürmek üzere yola çıkılmış bir yapım söz konusu. Bu niyet için çıkılan yolda bir noktaya kadar murada ulaşılmış görünüyor. Her ne kadar finale doğru, inanç ile ilgili kafa karıştırıcı sorular soran beyefendi bir canavara dönüşse de. Çünkü burada yönetmenler bir tercih yapmış gibi duruyor daha çok. Belki de bunu, yani kibar ve seküler beyefendi Reed’in ortaya çıkan yeni yüzünü aydınlanma, pozitivizm, modernizm hattının sömürgecilik ve faşizm gibi şiddetli sonuçlarına bir gönderme olarak da okuyabiliriz istersek!
Scott Beck ile Bryan Woods, genç kadınların inançlarının aslında sandıkları kadar sağlam olmadığını filmin içine serpiştirdiği küçük bilgi kırıntılarıyla seyirciye de aktarıyor. Böylece, bir süre sonra onların bir aydınlanma yaşayıp yaşamadığı, kafalarında bir soru olup olmadığı da anlamını yitiriyor. Çünkü zaten o eve girmeden önce de sorular varmış kafalarında. Bu noktadan sonra labirent gibi kurgulanmış evde bir yandan kaçarak, diğer yandan akıl oyunlarıyla devam eden bir hayatta kalma mücadelesine dönüyor yapım. Genç oyuncular Sophie Thatcher ve Chloe East karakterlerinin yükünü ustalıkla taşırken, asıl sürpriz romantik komedilerin demirbaşı olarak sinemaseverlerin gönlünde taht kurmuş Hugh Grant’ten geliyor.