Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

Savaşın bitiminden 75 yıl sonra hâlâ o kafa…

Dersim kıyımını yapıp Nazım Hikmet’i zindana attıktan sonra Hitler’le dostluk anlaşması imzalayan o kafa, şimdilerde islamcılığın yeşiliyle renklenmiş, hükümferma olmaya devam ediyor.

Mayıs’ın ilk iki haftası, gazeteciliğe başladığım 50’li yıllardan beri anılar ve anmalar açısından yılın en yoğunluklu olan haftalarıdır… 1 Mayıs’ta yaşadıklarımı, geçen haftaki yazımda ayrıntılı anlatmıştım… 50’li yıllarda yasaklı İşçi Bayramı’nı bir matbaa köşesinde kaçgöç kutlayışımızdan 1 Mayıs 1971 günü sıkıyönetim tarafından dergimizin kapatılıp hakkımızda yüzlerce yıllık ceza tehdidiyle illegale zorlanışımıza kadar…

1971’den bu yana da 49 yıldır her 11 Mayıs, sahte pasaportla Türkiye’yi terk ederek sürgüne çıkışımızın hüzünlü yıldönümüdür…

Ama daha da önemlisi, 1972’den beri Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın 12 Mart cuntası ve onun emrindeki parlamenterlerin cürüm ortaklığıyla idam sehpasında hayattan hoyratça kopartılışını andığımız gündür 6 Mayıs…

Her yıl olduğu gibi bu yıl da hem Deniz Gezmiş’in çok sevdiği Rodrigo’nun Aranjuez konçertosunu, hem de Nesimi’nin 1975’te Brüksel’de konuğumuzken üç fidan için söylediği Bugün 72, 6 Mayıs’tır ağıtını tekrar tekrar dinleyerek bu acıyı tekrar yaşadık.

"Kesilmedik ormanda fidan mı olur?" diye soruyor ağıtında sevgili Nesimi… Ya yakılan ormanda? 1993’ün 2 Temmuz'unda Sivas'ta Madımak Oteli ateşe verilmişti, halk müziğinin o ulu çınarını da 36 canla birlikte o yangında yitirmiştik.

İşte dün, Nesimi’nin ağıtını dostlarımızla da paylaşmak için facebook’a yüklemeye çalışırken, ekranlara sevgili dostumuz, 40 yıllık mücadele arkadaşımız Ragıp Zarakolu’na karşı başlatılan bir saldırının haberi düştü. Artı Gerçek’teki bir yazısından dolayı cumhurbaşkanlığı sarayından başlatılan saldırı besleme medya ve trolcular tarafından açıkça ölüm tehditleri de içeren bir küfür kampanyasına dönüşmüştü.

1968’in efsanevi direniş günlerinde tanıdığımız, ardından Ant Dergisi’nde ABD emperyalizmine karşı ve sosyalizm için birlikte mücadele verdiğimiz, 1971 darbesinin de, 1980 darbesinin de birlikte hedefi olduğumuz Ragıp’a "darbeci" diye saldırmaları, bu müfteriler ordusunun nasıl bir lağım çukurunda debelendiğini gösteriyordu.

Ragıp’a "darbeci" diye iftira ederek onu ve Artı Gerçek sorumlularını bu iddiayla mahkûm ettirmek için savcılığa şikâyet edenler, iktidarlarının daha ilk yıllarında aynı Zarakolu’nu, 12 Eylül Darbesi’ne karşı yayımladığı kitaplardan ötürü mahkemeye vermişlerdi.

Bu kitaplardan biri 11-12 Aralık 1988 tarihlerinde Köln’de 12 Eylül rejimini yargılamak üzere kurulan bir uluslararası mahkemenin tutanaklarını içeren ve Belge Yayınları tarafından yayınlanan "12 Eylül yargılanıyor – Askeri rejime karşı uluslararası mahkeme" idi.

O mahkemede Türkiye’de hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınması konusunda ben de tanıklık etmiştim. Artık hayatta olmayan Server Tanilli, Dursun Akçam, Gültekin Gazioğlu, Enver Karagöz de tanıklar arasındaydı. Uluslararası üne sahip düşünür, yazar, hukukçu ve insan hakları savunucularından oluşan mahkeme jürisi tanıklıklarımızı dinledikten sonra 12 Eylül rejimini her bakımdan suçlu bulmuş, "işkence ve katliamların sorumlusu olan hükümet ve devlet görevlileri, polis ve ordu mensupları ve bunların arkasındaki güçler yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır" çağrısında bulunmuştu.

Darbecilere bu denli karşı olan Ragıp’ı müfteriler sonra da rahat bırakmadılar. 2011 yılında yine uydurma bir suçlamayla gözaltına alarak Kandıra’daki 2 Nolu F tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde aylarca hapis yatırdılar.

Dokuz yıl sonra Ragıp’a karşı aynı iktidarın yeni bir komplosu sahnede… Komplocular Artı Gerçek’ten hak ettikleri yanıtı derhal aldılar: "Boş yere uğraşmayın, Artı Gerçek’ten ve Ragıp Zarakolu’dan darbe malzemesi çıkaramazsınız!"

Hem Artı Gerçek’in hem de Zarakolu’nun bu alçakça saldırılara yanıtlarını, sosyal medyada aşağıdaki notu düşerek paylaştık: "Üç yılı aşkın süredir sayfalarını özgürlük, insan hakları ve demokrasiden yana tüm yazarlara açan Artı Gerçek'in 40 yılı aşkın süredir tüm darbeler karşısında birlikte mücadele verdiğimiz Ragıp Zarakolu'yla örnek dayanışmasını alkışlıyor ve paylaşıyoruz."

***

Mayıs’ın ilk iki haftası benim için sadece yukarıda anlattığım olayları değil, tüm insanlık için yaşamsal önemdeki bir başka olayın da yıldönümünü kapsıyor. Alman Nazizmi’nin 3 Eylül 1939’da Polonya’ya girerek başlattığı ve altı yıl boyunca 50 milyondan fazla insanın yaşamına mal olan İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği tarih: 7 Mayıs 1945.

Bu sene tam 75. yıldönümü…

Savaş yılları benim büyük kısmını gurbet acısıyla yaşadığım çocukluk dönemime rastlıyor. Babam demiryolu emekçisi, Anadolu bozkırının ıssız ara istasyonlarındayız. İlk yıllarda ne bu istasyonlarda ne de çevre köylerde radyo var… Savaş haberlerini ancak düzensiz olarak arada bir trenle gelen Ulus veya Cumhuriyet gazetelerinden izleyebiliyoruz. Babam o gazetelerden öğrendiklerini istasyona gelip giden köylülere anlatıyor, soruları yanıtlıyor, zaman zaman tartışmalara da giriyor.

Köylülerin kimi Almancı, kimi Rusçu… Ama savaşın Türkiye’ye sıçramasından herkesin ödü kopuyor. Balkan Savaşları sırasında çocuk yaşta Makedonya’dan göç etmiş, savaşın tüm acılarını tanımış, üstelik Nazım Hikmet hayranı olan babam kesinlikle Türkiye’nin tarafsızlığından yana…

1941 yazında istasyonumuza ulaşan gazetelerde manşetten verilmiş bir haber Almancıları çok mutlu ediyor. Türkiye o güne kadarki tarafsızlığını bir yana bırakarak, kıta Avrupası’nın hemen hemen tamamını, Afrika kıtasının kuzeyini işgal etmiş olan Hitler Almanyası ile Dostluk Muahedesi imzalamış…

Hatırımda belli belirsiz kalmış olan bu olayın ayrıntılarını, ancak yıllarca sonra internetteki gazete arşivlerine girerek öğrenebiliyorum. 18 Haziran 1941’de imzalanan Türk-Alman anlaşmasının uzantısı olarak Hitler ile İnönü’nün fotoğraflarıyla süslenmiş bir haber: "Milli şefimizle Führer arasında samimi tebrikler." İnönü "Ekselans Adolf Hitler" diye başlayan telgrafında "Bugün, iki memleketimiz ve milletlerimiz, karşılıklı bir itimad devresine, daima orada kalmak kat’î azmiyle giriyorlar. Bu mes’ud fırsattan bilistifade, size dostluğumun bütün teminatını yolluyorum" diyor.

Yine bugün arşivleri kurcaladığımda öğreniyorum ki, Türkiye’nin "sadık dostluğunu ve desteği"ni güvenceye aldıktan dört gün sonra, 22 Haziran 1941’de Alman ordusu Leningrad, Moskova ve güneydeki petrol sahalarını işgal etmeyi amaçlayan ünlü Barbarossa Harekâtı’nı başlatıyor.

Hemen ardından da Alman savaş gemileri Boğazlar’ı geçip Karadeniz’de cirit atmaya başlarken silah sanayii için büyük önem taşıyan krom ve bor madenleri artık sadece Almanya’ya ihraç ediliyor, dahası Alman modeli bir ırkçılık ve anti-komünizm Türkiye’nin ana akım medyasına, eğitim ve kültür kurumlarına iyiden iyiye hâkim oluyor.

***

Savaşın son iki yılında artık Anadolu bozkırında değil, okulsuz istasyonlardaki demiryolcuların çocukları için Konya’da, garın tam karşısında açılmış olan yatılı ilkokuldaydım.

Konya’da tanık olduğum iki olay, 2. Dünya Savaşı’na ilişkin anılarımın en derin iz bırakanlarındandır. Bir yanda savaşa fiilen girmemiş Türk Ordusu askerlerinin, öte yanda savaşa girmiş, Hitler’in çılgın rüyalarını gerçekleştirmek için üç kıtada kan dökmüş Alman Ordusu askerlerinin ağırlanışı…

Bir sabah uyandığımızda okul binasının çevresini âdeta askeri işgal altında bulduk. Binlerce asker çeşitli birliklere sevkiyat için Konya’ya getirilip istasyona yakın alanlarda kampa alınmıştı. Askerler oralarda açıkta yatıp kalkıyor, sevkiyat gününü bekliyordu. Aralarında 50-60 yaşında görünenler, saçı sakalı ağarmış olanlar da vardı. Kimi buldularsa askere almışlardı.

Askerlerin yanıbaşımızda konakladığı sırada bizlerde iz bırakan bir olay ise hergün kurulan tayın karaborsasıydı. Savaş yıllarında askere özel tayın çıkıyordu. Sivil halka, ekmek karnesiyle kişi başına çeyrek ekmek verildiğinden, o da kılçıklı arpa unu karıştırılarak yapılmış kara ekmek olduğundan, hatta bazen o da bulunmadığından, asker kendisine verilen tayını tamamen yemiyor, üç beş kuruş için satışa çıkartıyordu. Karaborsacılar bu tayınları ucuza kapatıp sonra iki üç misli fiyata satıyorlardı.

Bu ekmek karaborsasını bizler de ilgiyle izliyorduk. Çünkü okul yemekhanesinde her öğün verilen bir iki dilim dişimizin kovuğuna gitmiyordu. Arada bir kuru fasulya, nohut, mercimek, bulgur v.s. de verilmese sofradan hiçbir zaman doğru dürüst doymuş olarak kalkamayacaktık. Ama karaborsadan ekmek alacak paramız da yoktu…

***

Konya’da konaklayan askerlerin sevkiyatı yapıldıktan sonra kent yeniden eski sükunetine kavuştu. İşte bu sakin ortamda bir sabah kahvaltı için yemekhaneye indiğimizde gözlerimize inanamadık.

Masalardaki ekmek sepetleri tepeleme doluydu. Beyaz peynir dilimleri sanki herzamankinden daha iri kesilmişti, zeytin taneleri de daha fazlaydı. Şaşkın şaşkın birbirimize bakarken nöbetçi öğretmen yüzünde coşkulu bir ifadeyle yemekhaneye daldı:

- Çocuklar, dedi, bugün Müttefikler düşmanı boğdu, Nazi Almanyası teslim oldu. Bunun şerefine bugün için ekmek serbest… Dilediğiniz kadar yiyebilirsiniz.

Kızılordu’nun Nazi ordularına kahredici darbeyi indirerek Berlin’e girmesini ve Reichstag’ın tepesinde orak-çekiçli kızıl bayrağı dalgalandırmasını izleyen 7 Mayıs 1945…

Hep bir ağızdan bir sevinç çığlığı koparttık. Almanya’nın yenildiğine mi, dilediğimizce ekmek yiyebileceğimize mi seviniyorduk tam anımsamıyorum. Herhalde her ikisine de… Ne ki ekmek sevinci uzun sürmedi. Ertesi günden itibaren dilimler yine sayıyla gelmeye başladı. Ama savaşsız bir dünyada yaşama umudu her şeyi unutturuyordu.

…Ve de Alman askerleri!

İşte bu barış rehaveti içindeyken bir sabah uykudan uyanıp yatakhanenin penceresinden okulun arka tarafındaki büyük planör sahasına baktığımızda şaşkına döndük. Alana bir sürü çadır dikilerek âdeta küçük bir kent kurulmuştu. Askeri araçlar ha bire malzeme taşıyor, ustalar akarsu getirmek için borular döşüyor, istihkam araçları voleybol ve futbol sahaları açmak için yerleri düzlüyordu.

Tüm bu hazırlıkların niçin yapıldığını öğretmenlerimiz dahi bilmiyordu. Derken büyük gürültülerle bir sürü askeri sevkiyat aracı meydana girmeye ve yolcularını indirmeye başladı. İnenlerin hepsi üniformalıydı. Bir keresinde tüm öğrencileri götürdükleri bir savaş filminde görmüş olduğumuz Alman askerlerinin üniformasından…

Nihayet durum açıklığa kavuştu. Bunlar Ortadoğu cephesinde Müttefiklere esir düşen Alman ordusunun askerleriydi. Almanya’ya sevkedilmeden önce bir süre Konya’da konaklayacaklardı.

Bizi asıl hayrete düşüren ise, savaşta yenilmiş olmalarına rağmen Alman askerlerinin Konya’da kaldıkları günleri bir tatil kampındaymış gibi oldukça keyifli geçirmeleriydi. Kamptan sık sık dışarı çıkarak kentte dolaşıyorlardı.

Sanki 18 Haziran 1941’de imzalanan Türk-Alman Dostluk Anlaşması Nazi rejiminin çökmüş olmasına rağmen hâlâ yürürlükteydi. Savaşa girmiş ve savaştan yenik çıkmış bir ordunun askerleri Konya’da her türlü ihtiyaçları karşılanarak itibarlı misafirler gibi ağırlanıyordu. Almanların kaldığı planör sahasının çevresine çöp bidonları konulmuştu. Esirlerin yiyecek artıkları oraya atılıyordu. Yoksulluk o derecedeydi ki, hiç unutmuyorum, akşam üzeri yüzlerce insan, kadın erkek, çoluk çocuk bu çöplüklerin başına üşüşüyor, atılmış konserve kutularının dibinde kalanları tadabilmek için birbiriyle boğuşuyordu.

Türkiye savaşa girmediği halde, daha birkaç ay önce sevkiyat için yine bizim okulun çevresinde konaklayan kendi askerlerimizin sefaletini görmüştük. Ayrıca, hepimiz demiryolcu çocuğu olduğumuz için, oradan oraya kara vagonlara büyükbaş hayvanlar gibi üstüste yığılarak sevkedilen askerlerin savaşta çektiklerini çok iyi tanıyorduk.

Dahası… Böylesine misafirperverlikle ağırlanan Alman esirleri bir süre sonra ülkelerine dönecek, üzerinden bir yıl geçmeden, ABD’nin Missouri Zırhlısı İstanbul Boğazı’na demirleyecek, bu kez Amerikan GI’lerini en iyi şekilde ağırlamak için Beyoğlu’nun genelevleri boyanacak, beş yıl önce Hitler’le "dostluk anlaşması" imzalandığı gibi, bu kez ABD emperyalizmiyle ardı arkası gelmeyen teslimiyet anlaşmaları imzalanacaktı.

Ya bugün? Savaşın bitiminden 75 yıl sonra, Avrupa ülkelerinde ve Rusya’da, Nazi vahşetini sona erdirmenin mutluluğu kutlanırken, Dersim kıyımını yapıp Nazım Hikmet’i zindana attıktan sonra Hitler’le dostluk anlaşması imzalayan o kafa, şimdilerde islamcılığın yeşiliyle renklenmiş, Türkiye’de hükümferma olmaya devam ediyor.

Tüm yaşamında darbeciliğe karşı savaşmış ve bunun bedelini defalarca zindanlarda yatarak ödemiş 72 yaşındaki seçkin bir aydına yaşamı yeniden zindan etmek için elinden geleni ardına koymuyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi