Yavuz Baydar
Serdar Kılıç'a OHAL valiliği yakışır mı? Yakışır!
Türkiye'nin itibarını sonunda dibe vurdurmayı başardılar.
Linkini burada verdiğim videoyu lütfen dikkatle izleyin.
İzlediyseniz bir daha izleyin.
Geçenlerde bir Batı haber sitesinde ''Erdoğan'ın halkını holiganlaştırması'' gibi bir ifadeye rastlamıştım.
Bu videoda kanun kural tanımayı reddeden bir devlet yöneticisinin, başta büyükelçisi olmak üzere resmi heyetindeki bila istisna herkesi nasıl lümpenleştirdiğinin, nasıl ilkelleştirmeyi başardığının kısa belgeselini göreceksiniz.
Salı akşamı, Türkiye'nin ABD büyükelçilik konutunun önü...
Küçük bir Kürt grubu toplanmış, ellerinde megafon, 'Demirtaş'ı serbest bırakın!' pankartları, ABD'de Anayasa'nın birinci maddesiyle güvence altına alınmış haklarını kullanarak gösteri yapıyorlar. Aslına bakarsanız, çap bakımından minik bir eylem. Ben saydım, kaldırımda taş çatlasa 15 Kürt gösterici var.
Karşılarında ise, hepsi izbandut gibi, gözü dönmüş, medeniyet yuları takılı, takım elbiseli, resmi kokartlı ve rozetli Türkiye resmi heyeti görevlileri. Sonradan anlıyoruz ki (Yeni Şafak'ın tweetlerinde de teyit edildiği üzere) bu 'medeni' zevat Erdoğan'ın korumaları.
Karşı taraf sloganlar attıkça deliriyorlar.
Bir ara sloganlar 'Terörist Erdoğan!' seviyesine varınca, kendilerini tutmaya çalışan Amerikan polislerini de iteleyerek, bir koroya dönüşüyorlar.
'Recep-Tayyip-Erdoğan! RecepTayyipErdoğan!'
Dünya diplomasi tarihi, tarih olalı beri böyle bir garabet görmedi. Zimbabwe'nin Mugabe'sinin, Azerbaycan'ın Aliyev'inin, Venezuela'nın Maduro'sunun korumaları bile, görev sınırlarını bilir; ona göre eğitilmişlerdir. İşleri, sükuneti bozmadan, güç kuvvet kullanımını en sona saklayarak liderlerini saldırılara karşı korumaktır.
Erdoğan'ın korumaları dünyaya 'bu iş böyle yapılır'ın Türkçesini anlatıyor epeydir. Washington'da geçen ziyaretlerden birinde kuvvetli karşı sloganlar atanların karşısına geçip, topluca 'aaaaaaa!' diye bağırarak akıllarınca perdeleme yapmışlardı. Burada otel lobilerinde gazeteci de kovalamışlardı.
Daha sonra, başka yasaların hüküm sürdüğü yabancı topraklarda adam dövme aşamasına geçtiler. Adam da değil, kadınla başladılar. Ekvador'da insan hakları ihlallerini protesto eden yerel bazı kadın örgütlerinin temsilcileri ile bir milletvekiline tekme tokat giriştiler ve çekip gittiler.
Sonra, Brookings adlı düşünce kuruluşunda Erdoğan konuşma yapacağı sırada, binanın etrafında gene terör estirdiler, itirazlarını dile getirmek isteyen insanları hırpaladılar, kovaladılar. O sahneleri, kendisi de mağdur edilen meslektaşımız Amberin Zaman'a sorun da anlatsın.
Ve gelindi Trump ziyareti ardından patlayan rezalete.
Olanlar öyle yenilir yutulur cinsten değil.
Tam da tahmin ettiğim gibi Türkiye'den söz eden Amerikalı siyasiler şimdi nezaketi bırakıp 'bu it kopuk kabadayı sürüsü' diye başlıyor, 'haydut devlet mi artık bu?' sorusu ile bitiriyorlar.
Türkiye'deki meslektaşlarımız da, 'uzman'larımız da dibine kadar bu kepazeliğin farkında, ama korku dağları bekler, kimse ağzını açıp da 'bu ne rezalet' diyemiyor.
Çünkü yalakalık, dalkavukluk öyle yayılmış ki, artık en elitinden en aydın görünenine kadar herkes yalanda yaşamaya sığınmış durumda.
Türkiye'nin eli yüzü pak gözüken yeni Güney Afrika Büyükelçisi'nin 'sonunda demokrasi 16 Nisan'la gelmiştir' şeklinde yazdığı makaleyi bir Güney Afrika gazetesinde okuyunca, insanlığımdan utandım; 'Allah kimseye bu dalkavukluğu vermesin' diye geçti içimden.
Yapılacak bir şey yok. Diktatörlük eksenine kaymış biat kültürü artık tüm Dışişleri'ni kangren gibi sarmış durumda. Bu yüzden, az önce size linkini verdiğim video çekiminin ikinci dakikasında Washington Büyükelçisi Serdar Kılıç'ın hışımla konuttan çıkıp, yanında her an kafa atmaya hazır korumaları olduğu halde, orada insanları birbirinden ayırmaya çalışan Amerikan polislerine parmak sallayarak 'susturun bunları!' mealinde tehditler savurmasına da şaşmadım.
'Yazıklar olsun!' dedim içimden.
Nereden nereye gelindi, bilmiyorum farkında mısınız?
Kılıç'ın holiganca, kendi pozisyonunu bile bile aşağılayıcı bu çıkışı ardından Kürt göstericilerin saldırıya uğradığı bu konut, 1930'larda ABD başkentinin en demokratik mekanlarından biriydi. Bunu eski büyükelçilerden Namık Tan da bir anmaya dönüştürmüştü.
O zamanlar büyükelçi olan Münir Ertegün'ün iki gencecik oğlu, Ahmet ve Nesuhi Ertegün, caz merakları nedeniyle elçilik binasını o zaman sadece beyazların rahat gezindiği o bölgede siyahların uğrak yeri haline getirmişti. Konutta her gece caz konserleri veriliyordu. Bu gecelere siyahların ellerini kollarını sallayarak ön kapıdan girdiğini öğrenen bir Kongre senatörü, 'bu negroları nasıl ön kapıdan ağırlarsınız?' diye sorunca, baba Ertegün 'biz konukseveriz, ayrım yapmayız, ama siz eğer arka kapıdan girmek isterseniz o da olur' mealinde ağır bir mektup yazmıştı; arşivlerdedir.
Erdoğan ve adamları, Kılıç gibi aklını kaybetmiş diplomatlar şimid el birliğiyle bir imajı, bir geleneği iyice dibe vurdurmakla meşgul.
Türkiye artık ABD başkentinde en kaba diktatörlüklerle beraber adı anılan bir ülke.
Olaylar ardından ABD başkenti ayağa kalktı. Tabii zavallı Türk medyasına göre bu 'münferit bir olay, hem de teröristler kışkırttı' ama tepkiler çok büyük.
Dün bir başka sebeple CNN'e çıkan Cumhuriyeti senatör McCain - ki daha geçenlerde Saray'a gelip Erdoğan'la el sıkışmıştı - lafa girip şöyle konuşuyordu (aynen çevirdim):
''Bu adam dövme işine müthiş öfkeliyim ve öfkem geçmiyor. O Türk büyükelçisini ABD'den direkt geldiği yere yollamamız lazım. Burası ABD, burası Türkiye değil, burası herhangi bir üçüncü dünya ülkesi değil. Bu olay öyle diplomatik olarak bir şey olmamış gibi geçiştirilecek bir şey değil; bu adamlar kimlerse bulup yargı önüne çıkarmalıyız.''
CNN spikeri devreye giriyor ve soruyor:
''Görüntüler açık, bu haydutlar doğrudan Erdoğan'ın adamları... Beyaz Saray ve Senato ne yapmalı sizce?''
''Söyledim ya, önce bu büyükelçiyi sepetlerdim. Bunlar herhangi insanlar değil, bunlar Erdoğan'ın güvenlik birimi. Belki birileri bunlara çıkıp da bu barışçı göstericileri dövmelerini söyledi. Bunların kimliklerini tek tek tespit edip haklarında dava açmalıyız. Çünkü ABD yasalarını çiğnediler. Bu ülkede barışçı bir şekilde gösteri yapan insanları dövemezsiniz.''
Bununla kalmadı.
Dünyanın en saygın gazetelerinden Washington Post da konuya bir başyazı ayırdı:
"Başkan Trump bu hafta Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı ağırladı ve bu diktatör görünüşe göre o kadar evindeymiş gibi hissetti ki, haydutlarının barışçıl göstericilere dayak atabileceğini düşündü. Erdoğan’ın Türkiye’de muhalefeti bastırmakta ne yazık ki başarılı olması, ona bu ülkeye gelip en temel ve en kıymet verilen özgürlüklerinden birine saldırma izni vermez. Bu davranışın kabul edilemez olduğu ve hoş görülmeyeceği açıkça izah edilmelidir. Türkiye büyükelçisinin Washington’daki konutunun dışında salı akşamı yaşanan şiddetli kavga, 11 kişinin yaralanmasına yol açtı. İki kişi gözaltına alındı ve hafif suçlarla itham edildi; polis soruşturmanın sürdüğünü ve başkalarının da gözaltına alınabileceğini açıkladı. Türkiye’de bir devlet ajansının da teyit ettiği üzere, polisin protestoyu susturmak için yeterince adım atmadığını düşünerek (bu ne cüret?) kavgaya karışan Erdoğan’ın korumalarının davranışları soruşturmada özellikle incelenmelidir.''
Olay sırasında çekilen video ve fotoğraflarda, bazıları Türk bayrağı taşıyan takım elbiseli ve kravatlı adamlar protestocuları tekmeliyor ve onlara vuruyor. Üniformalı Washington polisinin bazı anlarda bu adamlara geriye çekilip sokağın öbür tarafına geçmelerini söylediği duyuluyor.Washington Emniyet Müdürü Peter Newsham durum özellikle şüpheli olduğunu çünkü bazı Türk korumaların silah taşıdığını söyledi. Washington Belediye Başkanı Muriel E. Boser da, "Barışçıl bir protestoya saldırılması, Washington D.C.’nin değerlerine ve Amerikalılar olarak haklarımıza hakarettir" dedi.
Bu, Erdoğan’ın ilk kez ABD’ye gelip de gaddar rejimiyle aynı fikirde olmama cesaretini gösterenlere kabadayılık yapışı da değil. 2016’daki Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne katılımı, korumalarının göstericileri hırpalamasının ve ‘istenmeyen’ gazetecileri dışarı çıkarmaya çalışmasının gölgesinde kalmıştı.
Bunun yaptırımları olmalıdır. Dışişleri Bakanlığı çarşamba günü Türk güvenlik personelinin karıştığı ‘şiddet eylemleri’nden endişe duyduğunu ve ABD’nin ‘bu endişeyi Türk hükümetine en güçlü ifadelerle ilettiğini’ belirten, kısmen sert bir açıklama yayımladı. Bu iyi bir ilk adım fakat yeterli değil.
Şiddete yol açan bu Türk personelin kimlikleri tespit edilmeli ve mümkünse haklarında dava açılmalı veya bu ülkede hoş karşılanmadıklarının bilinmesi için, varsa, diplomatik dokunulmazlıkları kaldırılmalıdır."
Bazı senatörler doğrudan Erdoğan'ın özür dilemesi gerektiğini düşünüyor. Böyle bir adım beklenemez, çünkü Erdoğan ancak Putin gibi kendisine kendi diliyle konuşan despotlar karşısında eğliyor ve özür diliyor.
Ama işin kovuşturma kısmı ciddiyet kazanabilir. Çünkü yasaların çiğnendiği açık. Korumalar diplomatik dokunulmazlık statüsüne atıfta bulunularak belki yargılanmaktan kurtulabilir ama büyük bir olasılıkla, hangileri olaylara karıştıysa kara listeye alınacaklar ve bir daha ABD'ye girişlerine izin verilmeyecek.
Türkiye adına sergilenen kepazelik akıl alır gibi değil ve cümle alem bir kez daha bunu öğrenmiş vaziyette.
Saldırıya uğrayan Kürt protestoculardan Ruken Işık, Huffington Post gazetesi için bir makale kaleme alarak yaşadıklarını anlatmış.
Maryland Üniversitesi’nde doktora öğrencisi olan Işık, "Erdoğan’ın korumaları mafya üyesi gibi davrandı" diye yazmış; Washington’da Kürtlerin 2014’ten bu yana IŞİD’i protesto ettiğini hatırlatarak Amerikan polisini de müdahale etmediği için eleştirmiş.
Saldırı sırasında yanında dört yaşındaki oğlunun bulunduğunu anlatan Işık, "Oğlumu arabasından çıkarıp kaçtım. Yanımdan geçen bir koruma kadın arkadaşlarımdan birini boynundan yakaladı, ona aklınıza gelebilecek tüm cinsiyetçi küfürleri saydırdı. Diğer yöne kaçarak Kenya elçiliğine sığınmaya çalıştım" diye yazmış. Işık, dört yaşındaki oğlunun da yaşadıklarını "Kötü adamlar anneyi yakalamaya çalıştı. Anne ağladı ve polis geldi. Ve kötü adamlar Mehmet Amca’ya vurdu" diye anlattığını aktarmış.
"Dokuz kişi yaralandı. Yaşlılara ve kadınlara bile saldırdılar" diyen Işık şöyle devam etmiş:
"Kötü adamları adalet önüne çıkarmak için mücadelemizi sürdüreceğiz. Kötü adamlar, Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın mafya üyesi gibi davranan korumaları. Erdoğan’ın şüpheci bir kişi olduğu ve korumalarını çok dikkatli seçtiği biliniyor. Örneğin, salı günkü korumalardan biri kuzeniydi. Salı günkü olay da, korumalarının barışçıl eylemcilere saldırdığı ilk vaka değildi. Her şeyin Erdoğan’ın emriyle yapıldığı ve hukukun üstünlüğünün olmadığı Türkiye’ye kıyasla, salı günü Amerikan topraklarında tanık olduğumuz şey önemsizdi. Türkiye’de insanlar her gün saldırıya uğruyor, tutuklanıyor ve işkence görüyor.''
"Gizli Servis ve Washington DC polisi bizim hiçbir zaman şiddete meyilli olmadığımızı ve kurallara her zaman uyduğumuzu biliyorlar. Salı günü de biliyorlardı. Fakat korumalar bize, ABD’nin en güvenli yerinde saldırdığında, ABD polisi bizi korumadı. Ekvador’da da olduğu gibi, söz konusu korumaların ülkeyi yetkililer hiçbir şey yapmadan terk etmesinden endişeliyim."
Evet, Amerikan polisi sadece Ekvador ve Brookings olaylarını değil, Hollanda'daki o itiş kakışta olanları da hesaba katmalı ve her ihtimale karşı hazırlıklı olmalıydı.
Maalesef geç kalındı.
İnsan yazmaya utanıyor ama inanın 12 Eylül döneminde bile Türkiye diplomatları kurallara, uluslararası nezakete uygun hareket etmeye azami gayret gösterirlerdi. Şimdi, beşinci sınıf bir insan kaynağı, kendi ülkelerinde insanlara reva gördüğü zulmü pervasızca ve inanılmaz bir cüretle başka ülkelere ihraç etme mücadelesi veriyor. Ve kısmen de başarılı oluyorlar.
Oluyorlar da, bizler utanıyoruz, ülke rezalette dibe vuruyor.
Beşinci sınıf devlet kadrosu olma hali aptallığı da açıklıyor.
Şimdilerde 'aman Reis belki laf eder' diye kendilerini sokağa atıp polise parmak sallayan, 'hadi Türkiye'deki polis gibi al içeri ve döv bunları' demeye getiren zevat öyle aptal ki, düşünemiyor: Eğer Erdoğan devlet-i ali ile anlaşıp barış masasını bir bahaneyle 2015 yazında devirmeseydi, o sokaktaki 14 Kürt gösterici yerine yüzlercesi Washington'da onu alkışlıyor olacaktı.
Unutmayacağız:
Türkiye'nin devlet tarihi, derin ahmaklığın tarihidir aynı zamanda.
Videonun bize kısa belgesel olarak anlattığı da budur.