Şili'de neler oluyor?

Şili, yeni bir tarih sayfasını acı ve kan içinde açıyor. Şili'de doğan neoliberalizm, yine Şili'de milyonların isyanıyla sorgulanıyor.

Latin Amerika’nın en büyük ekonomilerinden birisi, kişi başına düşen GSYİH bakımından birincisi olan Şili, on gündür büyük bir halk ayaklanmasıyla sarsılıyor.

Olaylar metro biletlerine getirilen 30 pesoluk zamla başladı. 18 Ekim günü, zamları protesto eden öğrenciler Santiago’da 81 metro istasyonunu işgal ederek, metro ulaşımını kestiler. Sivil muhafızlar (karabinerler) istasyonları basarak gençlere ağır biçimde şiddet uyguladılar. Ancak bu eylemin sokaktaki yansıması çok büyük oldu. 24 saat geçmeden kuzeyden güneye bütün Şili kentlerinde sokak eylemleri başlamıştı. Metro istasyonları, otobüs durakları yakılıyor, özelleştirmeler protesto ediliyordu. Hatta eylemler içerisinde, ülkenin özel elektrik şirketinin genel merkezi dahi ateşe verildi.

ŞİLİ DEVLET BAŞKANI PİÑERA: SAVAŞTAYIZ

Piñera hükümeti, yükselen halk hareketini kendisine karşı bir tehdit olarak gördü. Ona göre, "göstericilerin örgütlülük ve lojistik düzeyi, ancak bir suç örgütünde görülebilecek seviyedeydi".

Piñera "şiddeti hiçbir sınır tanımaksızın uygulayabilecek güçlü bir düşmana karşı savaştayız" diyerek, sıkıyönetimde uygulayacakları şiddetin hiçbir sınır tanımayacağını ilan etti. Piñera, 18 Ekim’de OHAL, 19 Ekim’de ise başkent Santiago’da sokağa çıkma yasağı ilan etti. Sokağa çıkma yasakları ülkenin diğer büyük şehirlerine de yayıldı.

Sokağa salınan ordu ve keza sivil muhafızlar (karabinerler) çok sayıda ve yaygın insan hakları ihlalleri gerçekleştirdiler; gerçek mermi ile insanları hedef alarak en az 18 Şili vatandaşını katlettiler, 2500 civarında insanı yaraladılar, en az 12 kadına gözaltında tecavüz ettiler, gizli ve yasadışı gözaltı merkezleri kurdular, pek çok insanı gaz fişeği ile gözlerinden ve kafalarından yaraladılar, 7 bin kişiyi gözaltına aldılar, yüzlerce insana gözaltında işkence yaptılar.

MİLYONLUK GÖSTERİ DENGELERİ DEĞİŞTİRDİ

Latin Amerika’nın sözüm ona en medeni, en istikrarlı, en demokratik ülkesi, üç gün içerisinde 40 yıl geriye gitmiş gibiydi! Asker ve sivil muhafızların sokaklarda uyguladığı devlet terörü, Şili halkına Pinoşe diktatörlüğü günlerini anımsatıyordu. Gerçekte Pinoşecilik hiçbir yere gitmemiş, devletin çelik çekirdeği içerisinde muhafaza edilmişti. Fakat tersinden, Allende’nin, Victor Jara’nın ve Miguel Henriquez’in manevi mirası da bir yere gitmemiş, halkın bilincinde korunmuştu.

Sıkıyönetim halkı sindireceği yerde daha da ateşledi. Sokaklardaki kitleler binlerden on binlere, oradan yüz binlere, nihayet 25 Ekim Cuma günü genel grevle birlikte, sadece başkent Santiago’da bir milyona vardı! (Şili’nin nüfusu 17 milyon)

Köşeye sıkışan ve halk desteği %14’e kadar düşen Piñera, önce "yeni bir sosyal pakt" ilan ederek, ücretlere ve emekli aylıklarına zam yapacağını, zenginlere yeni vergiler getireceğini, metro zamlarını geri aldığını ilan etti. Ardından ise bütün bakanlarının istifasını isteyerek yeni bir hükümet kurdu. Hükümet değişikliği ile yeni bir sosyal diyalog sürecini başlattığını ilan etti. Ancak bu adımlar halk eylemlerini durdurmadı.

Politik bakımdan tamamen yenilen Piñera, attığı bir tivit ile halkın yürüyüşüne övgüler dizerken, kimi askerler ise sokakta gösteri yapanlara "biz de sizden yanayız" demeye başladı. Piñera’nın daha bir hafta önce savaş ilan ettiği gösterileri övmesi sosyal medyada alay konusu oldu. Devlet terörünün teşhir olması neticesinde, Piñera yeni bir kararname ile 28 Ekim itibariyle Olağanüstü Hal’i kaldırmak durumunda kaldı. Bu şartlarda gösterilerin, halkına karşı ‘savaş’ ilan eden ve sokaklarda kan döken Piñera’yı devirmeden durulması çok olası gözükmüyor.

Ancak daha ötesi, 18 Ekim hareketinin sadece açık neoliberal Piñera’yı değil, son 30 yıllık neoliberal modeli kökten reddetmesi. Ki bu reddiye, 30 yılın büyük kısmında iktidarda olan Bachelet gibi sosyal demokratları da kapsıyor. Dolayısıyla, 18 Ekim ayaklanması, Şili’de 30 yıldır devam eden "sağ eyleyen sol hükümetler" geleneğini de sorgulamaktadır.

Dolayısıyla, işçi sınıfını yeniden siyaset sahnesine taşıyan 18 Ekim ayaklanmasının, Şili ve dünya siyasetinde yeni bir dönemin habercisi sayılması yerinde olacaktır.

Şili, yeni bir tarih sayfasını acı ve kan içinde açıyor. Şili'de doğan neoliberalizm, yine Şili'de milyonların isyanıyla sorgulanıyor.

ÖRNEK OLARAK SUNULAN ŞİLİ MODELİ ÇÜRÜDÜ

İktisatçı Atilio Boron, La Haine’de yayınlanan makalesinde; Şili’nin Ruanda ile birlikte dünyanın gelir dağılımı en eşitsiz 8 ülkesinden birisi olduğunu, ücretli çalışanların yarısından fazlasının yoksulluk sınırının altında yaşadığını, en tepedeki %1’lik nüfusun milli gelirin %26,5’ini elde ettiğini anımsatarak, "Örnek dediğiniz ekonomi bu mu?" diye sordu. Boron, 2017 başkanlık seçimlerinde nüfusun %53,3’ünün sandık başına gitmediğini ve Piñera’nın kayıtlı seçmenlerin sadece %26,4’ünün oyuyla seçildiğini de anımsatıyor.

Görüşüne başvurduğumuz, bölgesel entegrasyon sistemleri uzmanı Francisco Gonzales'e göre; protestoların arkasında Latin Amerika liberal demokrasilerinin örnek modeli olarak pazarlanan, ama gerçekte bunun tam tersi olan Şili neoliberal modelinin çürümesi bulunuyor.

Sebastian Piñera yönetiminin ilan ettiği sokağa çıkma yasakları ve ordunun sokaklara sürülmesi, halkı sindirmek yerine halkın daha çok sokağa çıkmasına yol açtı çünkü insanlar sistemden bıkmıştı. Neticede, Gonzales’e göre; ortaya 1980’lerden beri görülmedik bir hareket çıktı. Bachelet döneminde izlenen politikalar sebebiyle zayıflatılan sol, bu hareketi kucaklayacak örgütlülükten yoksundu. Bachelet, sosyalizmden bahsediyor ama neoliberalizmi uyguluyordu, tıpkı Pinoşe sonrası dönemin tüm sosyal liberal hükümetleri gibi. 19 Ekim hareketi, Şili tarihinde ilk kez hem Pinoşeciliğin hem de Uzlaşma (Concertación) döneminin aşılmasının olanaklarını barındırıyor.

LATİN AMERİKA’DA SAĞ DALGA BİTİYOR MU?

2015’de Arjantin seçimlerinde Macri’nin seçilmesi, ardından Şili’de milyarder Piñera’nın iş başına gelmesi, Ekvador’da Lenin Moreno’nun dümeni sağa kırması, Kolombiya’da paramiliter çetelerin temsilcisi Ivan Duque’nin başkan olması ve nihayet Brezilya’da Lula’nın hapsedildiği koşullarda yapılan yarı-darbe yarı-seçimle tam bir faşist olan Bolsonaro’nun iktidara getirilmesi. 2000’li yılların ilk on yılına damgasını vuran sosyal demokrat dalganın tam tersi yönde bir sağ dalgayı oluşturuyordu.

Ancak son aylarda art arda gelen gelişmeler, bunun aksi yönde bir hareketin kıtaya yayıldığını gösteriyor. Kolombiya’da FARC’ın yeniden dağlara çıkması, Ekvador’da işçi ve yerlilerin başkent Quito’yu doldurarak Moreno’ya benzin zamlarını geri aldırması, Arjantin seçimlerini sol-peronist bloğun adayı Alberto Fernandez’in kazanması, Kolombiya’da yerel seçimlerde Duque’nin partisinin yenilmesi ve solun mesafe kat etmesi, Uruguay ve Bolivya’da solun seçim zaferleri ve nihayet Şili’de süre gelen milyonluk halk isyanı yeni bir sol dalganın habercisi gibi.

Ancak kapitalizmin bunalımının en yakıcı ve keskin biçimde hissedildiği kıtalardan birisinde, sosyal demokrat partilerin hangi soruna ne ölçüde çare olabileceği de bir muamma.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Alp Altınörs Arşivi