Siyâset ve kavramlarımız: Vesâyetçi diktatörlükten post-faşizme gidiş

Türkiye’nin kuruluşundan îtibâren vâr olan diktatoryal niteliğini tasfiye edemediğini görüyoruz. Burada, hukuk devleti ile hukuk dışı devletin ve hattâ “anti-hukuk devleti”nin biraraya geldikleri “ikili devlet” formasyonuna yakın bir rejim gözlenmekte.

Geçen hafta, Türkiye siyâsetinin izâhında kullanılan kavramların akademik olmanın ötesinde, pratik sonuçları da olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Örnek olarak da “demokrasi” kavramı ve bu kavram üzerinden geliştirilen bir takım rejim sınıflandırmalarının Türkiye siyâsetiyle ilişkilendirilmesinde gördüğüm bâzı sorunlara değinmiştim.

Bu hafta, kavramlarımız ve siyâset arasındaki ilişkiye dâir sorunları biraz daha geniş bir çerçevede ele almak istiyorum.
Bir başlangıç noktası olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Anayasası’nda yazdığının aksine, demokratik bir devlet olmadığını ele alalım. Burada, bâzen şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: “Türkiye Cumhuriyeti demokratik değilse değil, olmak zorunda mı?” Bu soruda, yaygın bir zihniyet kalıbı olarak hâlâ hayli revaçta olduğunu sandığım “biz bize benzeriz” milliyetçiliğinin, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!” ile bitişmiş bir yansımasını görmekteyiz.

CUMHURİYETİN DEMOKRATİK OLMA MECBURİYETİ

Oysa cevap açık ve nettir: “Evet, Türkiye Cumhuriyeti demokratik olmak zorundadır!” Sebeb? Bir kere, her cumhuriyet gibi Türkiye’de de kanun yapma, kanunları uygulama ve hukukî uyuşmazlıkları âdil bir biçimde çözme yetkilerini tekelinde bulunduran, bu nedenle de başına “egemen” sıfatını eklediğimiz “devlet” diye adlandırılan varlığın aslî sâhibi, devleti kuran ve devletle aralarında adına vatandaşlık denilen bir hukukî bağ oluşturan bireyler ve tabiî bireylerin âidiyet ilişkisi içinde oldukları veyâ kendilerini böyle hissettikleri gruplardır. Cumhuriyeti saltanattan veyâ adı ne olursa olsun her türlü monarşiden ayıran bu özelliktir.

Dolayısıyla, bir cumhuriyette yasama, yürütme ve yargı yetkileri vatandaşlar tarafından doğrudan veyâ temsilî mekanizmalar yoluyla kullanılır ve bunların kullanılmasında bugün bildiğimiz en ileri seviyede temel hak ve özgürlükler bütün vatandaşlar için eşit olarak güvence altındadır. Bunun Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden târihî gelişme sürecindeki ifâdesi, “halkın kendi kaderini bizzat ve bilfiil idâre etmesi esâsı” olarak târihe kazınmış durumdadır. Bu da, Türkiye’nin demokratik olma mecbûriyetinin târihî sebebidir.

Üçüncü olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası devletin demokratik devlet olduğunu hükme bağlamıştır. Yâni, normatif olarak Türkiye demokratik bir cumhuriyet olmak zorundadır. İşte, burada bir nokta açığa çıkıyor ki, cumhuriyet kavram olarak demokrasiyi içerse de, hukuk normları olması gereken düzen olarak demokrasiyi işâret etse de, gerçek durum böyle olmayabiliyor. Sâdece Türkiye’de değil, dünyâ üzerinde, geçmişte de, bugün de demokratik olmayan cumhuriyetler yok mu? Elbette var ama bu “olgu”, cumhuriyetin demokratik olma mecbûriyetini ortadan kaldırmıyor.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ NEDEN BİR TÜRLÜ DEMOKRATİK OLAMIYOR?

Bu sorunun cevabı, gerçekten tatminkâr bir cevap verilebileceğini farz etsek bile, bir köşe yazısının boyutunu fersah fersah aşar. Bununla birlikte, Türkiye siyâsetini îzah ederken başvurduğumuz bâzı kavramların da “demokratik olamayışımızda” rol oynadığını düşünmekteyim. Hayli idealist bir yaklaşım; ilk bakışta öyle görünüyor değil mi? Oysa bu kavramlar, bir cumhuriyette olmaması gereken “tahakküm” veyâ “zûlüm” uygulamalarının üstünü örttükleri, hattâ bu tür uygulamaları meşrûlaştırdıkları ölçüde, bir “yanlış bilinçlilik” biçimi olarak işlev görüyorlar. “Devletin ideolojik aygıtları” da bu kavramları kullanarak bu işlevi pekiştirip sürdürüyorlar.

Bugünlerde de zaman zaman tesâdüf ediyorum ama artık “modası geçti” galiba. “Vesâyet” diye bir terim/kavram vardı bir zamanlar. AKP’nin iktidara yürüyüşünde ve özellikle “sivil anayasa” tartışmalarında çok kullanıldı. Hattâ bir ara o kadar çok, o kadar sık ve o kadar ilgili ilgisiz
bağlamlarda kullanıldı ki, iyice aşındı, yıprandı. Vesâyet kavramı ile birlikte bir de “diktatörlük” kavramı var. Bu ikisinin arasında bir ilişki olabilir mi? Bakalım. Önce vesâyet.

“Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman demokratik bir cumhuriyet olmadı” diyorsak, bu elbette
kuruluş evresini, yâni tek-parti dönemini de kapsar. Bu dönemle ilgili akademik dünyâda da, sosyal hayatta da yaygın bir görüş var. Buna göre: “Cumhuriyet’in kurulması bir “devrim”dir, “demokratik” yollarla yapılamazdı, ama nihâî amacı demokrasiye erişmektir. Ancak, yeni kurulan bir ulus-devletin eğitimsiz, fakir halk kitlesine “demokratik usûllerle” kendi kendini yönetme yetkisi verilemezdi. Halkın kendi kendisini yönetebilecek bir kültür seviyesine gelmesinden sonra demokrasiye geçilebilirdi.”

“Vesâyet” bu görüşün adıdır. Daha doğrusu, Cumhuriyet’in bir “diktatörlük” olan tek-parti dönemi için “vesâyet” nitelemesini kullanan siyâset bilimcileri ve hukukçular, dönemin diktatörlük niteliğini “nihâî olarak demokrasiye geçiş” amacı ile birleştirerek, iki büyük savaş arası dünyânın diğer otoriter ve totaliter diktatörlüklerinden farklı göstermek istemişlerdir. Burada ilginç olan bir nokta, bizzat Atatürk’ün kendisinin ölümünden sonra geride kalacak olan manzarayı bir “dictature manzarası” olarak nitelemiş olmasıdır.

DİKTATÖRLÜK AMA NASIL?

Siyâset ve hukuk teorisinde diktatörlük, bizim gündelik dilde her türlü zorbalığı ifâde etmek üzere kullandığımız bir kavram değildir. Târihî burjuva devrimlerinin ürünü olan “kurucu iktidar” kavramı bağlamında modern siyâset teorisinin temel konularından biri hâline gelen diktatörlük, bir siyâsî iktidar türünü anlatır ve iki tipi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, çağdaş demokratik hukuk devletlerinde de yakından bildiğimiz “olağanüstü hâl” altında ortaya çıkan ve hukuk düzeninin askıya alınmasına ve yürütme organına geniş yetkiler verilmesine dayanan “anayasal diktatörlük”tür. Bu diktatörlük tipi geçicidir, genellikle birkaç aylık bir dönem için îlân edilir ve uygulanır.

İkinci diktatörlük tipi ise, mevcut bir devlet veyâ anayasa düzenini yıkıp, onun yerine yepyeni bir devlet ve anayasa düzeni kurmayı amaçlayan ve bu nedenle de kendisini hiçbir hukuk normuyla bağlı görmeyen “kurucu diktatörlük” tipidir. Bu tip de sürelidir, kurmak istediği yeni devlet düzeni inşâ edildiğinde kendisi de ortadan kalkar. Genellikle devrim, darbe vb. durumlarda ortaya çıkar.

VESAYET VE DİKTATÖRLÜĞÜN KALICILIĞI

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu bir “devrim” olarak nitelendirdiğimizde, bunun Osmanlı Devleti’nin yerini alan yeni bir devlet, yeni bir anayasa, yeni bir hukuk ve hattâ yeni bir toplum inşâ etmeyi hedeflediğini de gözönüne aldığımızda, siyâset ve hukuk teorisinde sözü edilen “kurucu diktatörlük” tipinde bir rejimin ortaya çıkmış olduğu bir vâkıâdır.

Bu diktatörlüğün “vesâyetçi”, yâni nihâî demokratikleşmeyi amaçladığını ileri sürdüğümüzde ve buna bağlı olarak çok partili hayata geçilmesini de “demokrasiye geçiş” diye gördüğümüz zaman, geçmişin
değerlendirilmesiyle ilgili fazla bir sorun kalmıyor. Ancak, diktatörlüğün bu kavramsal değerlendirme tarzlarında çok ciddî bir sorun var, o da diktatörlüğün kavramsal olarak, her iki tipte de sunulduğundan farklı olarak, “geçici” değil, aslında “kalıcı” olduğu. Örneğin Giorgio Agamben, birinci “anayasal diktatörlük” tipi bakımından tartıştığı “istisnâ hâli” ile ilgili yaklaşımında, bunun modernliğin toplumu yönetme paradigması olduğunu gâyet iknâ edici bir biçimde göstermektedir.

“Kurucu diktatörlük”le ilgili tartışma ise, özellikle Türkiye bakımından, daha farklı bir mecrâda gerçekleşiyor. “Devrimci tek-parti dönemi”nin demokrasiye elverişli bir toplum yaratmak ve bundan sonra demokrasiye geçmek gibi özetlenen vesâyetçi yaklaşımının Türkiye Cumhuriyeti’nde, eşyânın tabiâtı gereği, ikili bir düzen oluşturduğunu ileri sürmemiz mümkün görünüyor. Buna göre, bir yanda devletin 1924, 1961, 1982 gibi târihlerle bildiğimiz anayasaları var ve devletin kurumları bu anayasalardaki kurallara göre oluşturuluyor ve çalışıyor. Diğer yanda ise, devletin bâzı kurumları ve faaliyetleri ya farklı bir hukuk düzenine tâbi, ya da bütünüyle hukukun dışında bir alanda gerçekleşiyor.

Burada, “kurucu diktatörlük” döneminin bir özelliğini akılda tutmamız gerek. Bu da, halka duyulan güvensizlik. Vesâyet kelimesinin ve onun Batı dillerindeki karşılığı olan “tutelage” kelimesinin kök anlamlarında da belirlendiği üzere, henüz olgunlaşmamış bir kimseye, burada halka, onun iyiliğini gözeten bir üst otoritenin ne yapması gerektiğini öğretmesi ve bunu sürekli denetim altında tutması. Tek-parti dönemi, adı üzerinde tek-parti olduğu için ve bu anlayış “tek dereceli seçim”e izin vermediği için, fazlaca kurumsal mekanizmalara ihtiyaç göstermeyen bu yaklaşım, 1961’den îtibâren ordunun ve yargı bürokrasisinin seçimle belirlenen siyâsî otoriteler üzerindeki denetimini kurumlaştırmıştır. Bunu, demokrasi olarak değil, kurucu diktatörlüğün devâmı olarak değerlendirmek daha doğru olur, kanımca.

SON DÖNEM

Türkiye siyâsetinin son yirmi küsûr yılının bir bölümü, özellikle 12 Eylül 1980 darbesinin ardından ve 1990’lar karanlığının ardından, bir “demokratikleşme” merhalesini oluşturuyor, en azından bugünden bakınca öyle görünüyor. Hem Anayasa değişiklikleri, hem Kürt özgürlük hareketinin yükselişi ve buna bağlı olarak gelişen çözüm süreci, toplumsal cinsiyet, kadın hakları, LGBTI+’ların hak talepleri, AB üyelik süreci, sâdece devletin değil toplumun da bütüncül olarak târihinin karanlık sayfalarıyla eleştirel bir biçimde hesaplaşmasının gündeme gelmesi ve ardından otoriterleşme eğilimini açıkça ortaya koymaya başlayan iktidara karşı güçlü bir toplumsal muhalefet hareketi olarak patlak veren Gezi direnişi.

Ama, olmadı. Bugün gelinen noktada Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan îtibâren vâr olan diktatoryal niteliğini tasfiye edemediğini görüyoruz. Burada, hukuk devleti ile hukuk dışı devletin ve hattâ “anti-hukuk devleti”nin birbirlerini destekleyecek biçimde biraraya geldikleri bir “ikili devlet” formasyonuna yakın bir rejim gözlenmekte. Bu rejimin târihî ve güncel karakteristiği ise, kavramın çıktığı bağlam olarak, faşizme ile bağlantılı olmasıdır. Çağımızda faşizm, iki büyük savaş arasındaki Nazi ve İtalyan faşizmi hareketlerinin özelliklerinden bâzılarını göstermeyip, seçimlerin yapıldığı “anasayalı” bir düzende vâr olabilmeyi başardığı için, neo- veyâ post- öneki ile anılmaktadır.

Özetle, Türkiye’nin bugün geldiği nokta, post-faşizme çok yakın duran bir ikili devlet noktası gibi görünüyor. Geçen hafta ve şimdi burada ele aldığım kavramlar, bugünün Türkiye’sinde “resmî muhalefet”i de, yalnızca kurumsal siyaset düzeyinde değil, toplumsal düzeyde de içine alan, böylece “totaliter” bir manzara ortaya koyan durumu görmemizi engelliyorlar. Bu engellemenin, kurucu diktatörlüğün kalıcılaşarak ikili devlet formatına dönüşmesinde olduğu gibi, târihî kökleri var. Haftaya …


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi