Süreyya Karacabey
Siz hep haklısınız
Nedensel bir akışla ilerleyen ve merak uyandıran bir yapıya sahip klasik dramatizasyonun politik eleştirisinde, kendini kaptırarak seyretmenin yarattığı yanılgıya yönelik uyarılar vardı. Eleştirel olanın açığa çıkabilmesi için ihtiyaç duyulanın bir uzaklık olduğu ve kesintisizmiş gibi görünen akışın ancak süreksizleştirildiğinde, kesintiye uğratıldığında, ona yönelen bakışın, kendi aklını ve duygusunu devreye sokabileceği vurgulanıyordu.
Kendini kaptırmanın bütün biçimlerinde oluşan körlük, kurgusal müdahalelerle açığa çıkarılacak ve eleştirel olan böylece bir imkan olarak ufukta belirecekti. Bu eski teknik, eleştirel bakışı önemseyenlerin bile, kendini kaptırma hikayesinden bir türlü kurtulamadıklarına sürekli tanık olunca yeniden aklıma geldi.
Kendini bir şeye kaptırmanın duygusal dünyada yarattığı büyülü anların ayrıcalığını bir tarafa bırakarak- materyalistinden idealistine, bu denli kendini ve düşüncelerini bir sürükleniş, kapılma dolayımında biçimleyen başka kitle görmediğimi söyleyebilirim. En akıllı insanı kendine karşı körleştiren çoğu zaman içsel bakışının her şeyi çözümlediğine ilişkin boş inancıdır.
Süzgeçten geçirdiğini düşündüğü olayları ayıklarken ve onlara bir anlam atfederken genellikle eski dramatizasyonun kurgu tekniklerini kullanır. Odakta sadece kendisinin olduğu bir akış ve bütün karşılaşmaların, yaşanmışlıkların bu merkez özneye karşı yönelttikleri tutum örüntüsünün yarattığı sonuçlar. Vicdani bir temanın körleştirdiği kişisellik ve buradan elde edilen varoluş biçiminin tamlığına ilişkin düşünce bulutu. Dramatik kurgudan daha beteri ise, merkezi öznenin tek bir bakış açısıyla olayları dizmesi ve kendi duygularına, düşüncelerine göre sonuçları sınıflamasıdır. Oyunlara haksızlık etmeyelim, orada hiç değilse, bir öteki olarak başka öznelerin kurguda söz alma ya da akışı etkileme hakları vardı. Buradaki öznel yazım, bütün diğer sesleri kendi tekil sesinin içine hapsedip, onları kendi yazgısının suçlu dramatik nesnelerine dönüştürür. Burada suçlu dramatik nesneleri etkisiz hale getiren öykülemenin en önemli sıkıntısı, merkez öznenin, kendine çıkabilecek bütün yolları, asla çoğaltamadığı bir tekillik içinde yok edişidir.
Çoğumuz yazgılarımızı bu biçimde kurarız, evet bütün anlam dünyamızı oluşturan yaşadıklarımızdan çok, onları yeniden kurduğumuz yalıtılmış zihinsel dünyamızdır. Bu bir kendine kapılma hikayesidir, asla bir dramatik dönemeçte gerçek bir kendiliğin belirmeyeceği, baştan sona duygusallığa batmış bir çözümsüz taraflık hali. Daha önce yazmıştım, kendimi biçimlerken etkilendiğim ilk örnek, Sartre'ın Baudelaire incelemesinde, onu tanımlamak için kullandığı bir cümleydi: O kendine hep bir başkası gibi bakıyordu. Bir de modernist “ya ya da” ikilisine karşılık önerilen “hem hem de”nin kapsayıcılığı vardı.
İlkinin dışlanmış olanı kapsanmış olandan ayırma çabasına karşılık, ikisini de birarada düşünebilmeyi mümkün kılan bir biçim. Bu da kişiselliğin inşasında işlevsel olarak kullanılabilir gibi gelmişti. Bir de merkezi sürekli kaydırarak düşünmeye çalışma. Kolay değildi, çünkü insanın kendinden sıyrılması mucizeye benzer, söylemesi kolay yapması çetrefildir. Bütün bu çabalara rağmen geçen gün bir arkadaşım bana, “sen eleştiriye tahammül edemiyorsun.” dedi. Çok şaşırdım, kızdım da. Sonra buna kızıyor olmanın, bütün yapmaya çalıştıklarımla nasıl çeliştiğini düşündüm ve oradan zihinsel olarak uzaklaştım. İnsanın kendini haklı çıkarma konusundaki refleksini kuran, besleyen bu yazım tekniğiydi, ve insanın kendini hep haklı görmesinde muhakkak hem zalimce hem de nezakete hiç sığmayan bir şeyler vardı. Allahım nefret ederken bile ne kadar düşkündük kendimize.
Bu kendini kaptırarak yaşama ya da düşünme denilen şeyin, kişisel formu, bizi kendimizle özdeşleşme yoluyla simbiyotik bir ilişkiye sokarken, kendimizi içeriden bildiğimiz yanılsamasını yaratırken, aslında hiç anlayamayacağımız kadar uzaklaştırıp, kendini anlamayan ama hep hak veren bir ergenin yabanıllığına hapsederken, bu dramaturjinin toplumsal formu daha yıkıcı sonuçlara yol açmaktaydı.
Bir zamanlar öğrenilmiş ve doğruluğu konusunda şüphe duyulmayan pek çok düşünce, yaklaşım vs.'in yeni bilgilerle ya da bakış açılarıyla tartışmaya açıldığı her noktada, daha doğrusu kesintiye uğratıldığı yerde yükselen itirazlardaki, savunmalardaki sertlik, benzer bir kurgunun işleyişinden başka bir şey değildi. Öğrendiğimiz ve doğru kabul ettiğimiz şeylere yönelik eleştiriler karşısında verdiğimiz tepkiler, önceden belirlenmiş bir kurgunun değişebileceğine ait korku, her bir topluluğun kendi açıklama biçimini mutlaklaştırması, bütün bunlar, bir kendini kaptırma dramaturjisiyle biçimlenmiş zihin dünyasının episodlarıydı.
Anlamak üzere yola çıkışın bütün duraklarında, kendi bilinmezliğinden beslenen bilme biçiminin yarattığı tuzaklara bir mutlaklık atfeden zihin, kendisiyle hiçbir dönemeçte gerçekten karşılaşmamış, ömrünü, hikayesini haklı çıkarmaya adamış öznelere bağlanacaktı elbette. Haklı çıkmanın siyaset ve düşünce dünyasında bu denli önemli bir rol oynamasının, “ben söylemiştim” yarışının, kendine ve düşüncelerine bu denli meftun oluşun başka bir mantıklı açıklaması gerçekten yoktu. Özdeşlik eleştirisine girişenlerin, karşı tarafa yönelttikleri itirazların dokusu, üslubu ve açılımının, eleştirdiği şeyin negatif ikizi olması da dikkat çekiciydi. Sertleşen tartışmalar, uzlaşmaya yanaşmayan dramatik personanın jesti, dışsal olanın aşırılığından çok içsel olanın fazlalığına temellendiği için, düşünsel anlamda değil yapısal anlamda bir sertliği meydana getirecekti. Sertlik, tözseldi, çıplak yoksulluk gibi, sömürü gibi, önümüzde öldürülmüş birinin bir cesedi gibi hakikatle aktif bir ilişkinin tezahürüyken, bir kapılmanın dolayımında beliren çatışmalardaki sertlik, kurgusal bir inat savaşımında kaybolmuş formlardan birinden kalan bir köşeye dönüşmüştü. Büyük amaçtan uzaklaşmış bir küçük yol, neyi inşa etmesi gerekeni çoktan unutmuş haklı, çok haklı özneler.
Haklı çıkmaya çalışmak kabalıktır, hele bu berbat dünyada, insanların kitlesel olarak kıyıma uğradığı bir dünyada kelimelerimizi seçerken ve kendi bakışımızı kurgunun odağına koymak için savaşırken azcık durmalı ve ben'e nasıl bir öteki'yi davet ediyorsak, kendi düşüncemizi merkezden çıkaracak bütün argümanları düşünme edimimize dahil etmeliyiz belki de. Ben giderek kirli siyasetin boş bir gösterene dönüştürdüğü bu kanlı haritada, gördüğüm şeyin ne olduğundan bile yeterince emin değilim. Ama siz hep haklısınız.
Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.