Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
Soğukkanlı bakınca: Hezimet yıkıcı değil
Pazar günkü yazımda belirttiğim üzere, 14 Mayıs seçimleri sonrasında muhalefetin yaşadığı hezimet duygusunun asıl kaynağı seçimlerin sonuçlarından çok, beklentinin (anlaşılır nedenlerle) çok yüksek olmasıydı.
Yoksa hem cumhurbaşkanlığı, hem de milletvekili seçimleri bir önceki seçimlere göre Erdoğan ve Cumhur İttifakı başta olmak üzere herkesin kaybettiği seçimler oldu.
İlk hafta muhalefetin yaşadığı psikolojik yıkımın atlatılamayacak gibi olmadığını yazmıştım, bu yazıda şunu eklemek isterim: Geçen seçimde muhalefet seçmenlerinde olan ‘çantada keklik’ duygusunun şimdi iktidar seçmenlerinde olması Erdoğan için önemli bir handikap.
Muhalefetin travmayı atlatıp seçimlere asılması durumunda - ki ilk hafta biterken gelişme bu yönde - sürpriz sonuç imkansız değil.
İyi de zaten sorun bu değil mi?
Bloke olmuş destekçileriyle partiler artık (zaten iyice içi boşalmış) demokrasi oyununda, yani seçimlerde oyunu artırmanın bir yolunu bulamıyor. Rakip partilerin seçmenlerinin sandığa gitmemesi, sandık/seçim güvenliği vb. (tek) çözüm olarak düşünülebiliyor.
Bu yazıda bazı kısa vadeli çözüm önerileriyle birlikte asıl seçimlerden sonra mevcut bloklaşmayı aşmanın yolu olarak “oy kazanma mücadelesini bırakarak oy vereni kazanma” şeklinde özetleyebileceğim ‘başka bir siyaset’ önerisini dile getireceğim.
Seçimden sonra maç sonu değerlendirmesi tadında yazmayı ve konuşmayı seven siyasi analizciler, futbolda olduğu gibi daha önce söylediğinin tam tersini söyleyerek sürekli haklı olan akıl hocası konumunu bırakmıyor.
Bunu yaparken, izleyenlerde fikri takip olmayacağı güvencesine, toplumdaki ‘dün dündür bugün bugündür’ mantığının hakimiyetine sığınıyorlar.
Bugün çivisi çıkmış demokrasicilik oyununda işi iyice zıvanadan çıkaran bir hamle olarak ikinci tura kalan iki aday da adeta alay edercesine retorik değiştirirken, aynı mantığa sığınıyorlar. Siyasette ilkesizliğin mottosu olan bu sözdeki ‘dün’, şimdi ‘geçmiş’ değil, gerçekten ‘bir gün öncesi’ anlamına geliyor artık!
Siyasetin içinin boşaltılması, seçimlerin sadece imajlar savaşına dönüşmesi anlamında demokrasi krizinin doruklarından biriyle karşı karşıyayız.
Mesele, bu siyasetin alıcısı bir ‘demos’un/halkın mevcut olmasıdır. Çözüm ise bunu değiştirmek gerekli zihniyet dönüşümünü kendine amaç edinen bir siyaset ve halka cazip gelecek bir vizyon, yeni bir söz sunmaktır.
Geriye doğru teleolojik okumayla muhalefetin seçim öncesi süreçteki başarısı ve iktidar için gerçekten dezavantajlı koşulların inkar edilmemesi gerekir. Buna rağmen iktidarın aldığı az hasarlı seçim sonucu unutulmamalıdır.
Sonuç olarak Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlarının yaratacağı psikolojik yıkım birkaç ay sonra güz aylarında başlayacak olan Mart 2024 Yerel Seçimleri heyecanı nedeniyle unutulurken, daha önemlisi yukarıda değinilen temel/kökten sorunlar da konuşulmayacak maalesef.
Güncel politika bağlamında yapılması gereken şey, ikinci tur için herkes elinden geleni yamasıdır. Ancak sonuç ne olursa olsun seçim öncesi Millet İttifakı birlikteliği ve seçim kampanyası bağlamında önemli başarısına rağmen muhalefetin neden yeterince birinci turda ve meclis seçimlerinde başarılı olamadığının veya tüm olumsuz koşullara (çuvallamaya) rağmen iktidarın neden büyük kayba uğramadığının nedenlerini bulma yönünde çalışmalar ve tartışmalar yapılmalıdır.
OLASI YENİLGİ YIKICI OLMAMALIDIR, OLMAYACAKTIR
Seçimlerin sayısal veri analizi yapıldığında muhalefet için ilk anda sanıldığı kadar kötü bir tablonun ortaya çıkmadığı görülecektir. Ancak buna rağmen mevcut meclis dağılımına bakarak yine de şok olacaksak bunun nedeni iktidarın 2018 yılına göre daha iyi sonuç alması değil, yirmi yıllık iktidardan sonra ve önceki yazıda söz ettiğim son zamanlardaki başarısızlıklarına rağmen iktidarın hala nasıl hezimete uğramadığına şaşırmak ve bunu düşünüp tartışmak gerekiyor.
Üstelik, Kılıçdaroğlu seçimi ilk turda kazansaydı bile Erdoğan’ın yüzde kırklarda oy alması, meclis seçimlerde milliyetçi muhafazakar oyların hala yüzde kırklarda olması durumu için de aynı şaşkınlık ve düşünme söz konusu olmalıydı, olmalıdır.
Ancak bunu maç sonu değerlendirmesi sığlığında değil, sosyolojik ve uzun erimli bir süreç olarak ele almak gerekiyor. İlk baştan söz verdiğim üzere, bu köşede zamanla daha çok yapmaya çalışacağım da bu olacak.
Öncelikle şunu unutmamak gerekiyor ki muhalefetin adayının seçimi kazanması her şeyin güllük gülistan olacağı anlamına gelmiyordu zaten. AKP’nin devrettiği ekonomik, hukuki ve siyasi enkazı kaldırma konusunda yeterince güven vermediği gibi Millet İttifakı içindeki milliyetçi muhafazakar kanadın Kürt sorunu ve göçmenler gibi suiistimale açık akut meseleler başta olmak üzere birçok sorunu çözme konusunda sürekli engel çıkaracağı belli. Ancak yine belli olan, ama aynı zamanda belirleyici olan, şimdi milliyetçi kanadı daha da güçlenmiş mevcut muhafazakar milliyetçi iktidarın devamı durumunda bu sorunların kesinlikle çözülemeyeceğidir. Değişmesi ise kesinlikle sorunların çözülmesi ve hatta daha ilksel düzeyde çözümünün konuşulması bağlamında devasa bir adım niteliğinde olacaktır.
Diğer yandan, AKP iktidarı kötünün devamı olabilir, ama daha da kötüleşeceği anlamına gelmez. Hatta (tarihteki örnekleri gibi) ‘müşfik diktatör’ (benevolent dictator) imajıyla siyasi tarihe geçmek isteyen bir Erdoğan, artık pek ihtiyaç duymayacağı keyfi baskı ve zulmü azaltabilir. Mesela, seçimden sonra ihtiyacı devam edeceği için Demirtaş’ı uyduruk ithamlarla içeride tutmaya devam edebilir ve hatta en çok korktuğu İmamoğlu’na keyfi yargılamayla siyasi yasak getirmekten vaz geçmeyebilir. Ancak küçük bir ihtimal de olsa Kavala ve Gezici ‘rehineleri’ bırakmak gibi jestlerle bir tür ‘müşfik diktatörlük’ (benevolent dictatorship) deneyebilir.
Ancak asıl umut elbette mücadelesi durmayacak/bitmeyecek olan muhalefetin daha örgütlü ve kararlı devam edecek olmasıdır. Modern tarihte Türkiye’nin şansı bu mücadelenin hiç eksik olmamasıdır. Umut oradadır.
ACİLEN NE YAPMALI?
Sonuç olarak, seçim öncesi iktidar için çok olumsuz ve muhalefet için oldukça olumlu havaya/koşullara rağmen, bir hezimet yaşandı. Ancak öncelikle seçim henüz bitmedi ve ikinci turda her şeye rağmen ortada iki ihtimal var. Bu ihtimallerden biri, otoriterliğin yol açtığı krizleri büyüterek sürmesi ve totalitarizmin inşasının tamamlanması olacaktır. Bu durumda ekonomik kriz başta olmak üzere ülkede siyasi, sosyal ve kültürel krizin de büyüyeceğinin birinci turda Erdoğan’a oy verenlere ve sandık başına gitmeyenlere daha iyi anlatılması gerekiyor. Doğrusu, 1980 ürünü ‘yüce halkımız’ın bunu ne kadar umursayacağını kestirmek zor, ama ilk etapta yapacak başka bir şey yok.
Diğer yandan Kılıçdaroğlu’nun kazanması krizlerin kısa sürede tamamen çözülmesi anlamına gelmeyecektir, ama bunun için gerekli olan koşulların oluşması anlamında yirmi yıllık sultanın bitmesi elzemdir.
İkinci tur için son günlerde bu keskin çelişkinin öne çıkarılması ve en etkili, ikna edici bir dille ve yaygın şekilde anlatılması çok önemlidir.
Ayrıca, seçimin kaybedilmesi durumunda özellikle Millet İttifakı seçmeni için geleceğin büyük umudu olan İmamoğlu’na karşı kullanılacak siyasi yasaklama silahının, büyük bir siyasi kayıp olacağı da çok iyi anlatılmalıdır. Özellikle birinci turda niteliksel ve niceliksel olarak yeterince angaje ol(a)mamış muhalif seçmene son birkaç günde bunu anlatmak etkili olacaktır.
ORTA VADEDE NE YAPMALI?
Orta vadede yapılması gereken şey, demokrasi mücadelesini sandık oyunu olmaktan çıkarmaktır.
Daha önce yazdığım üzere demokrasicilik oyununun ipliği pazara iyice çıkmış durumda, ama bu sorunun aşılması için çare bu demokrasicilik oyununu reddetmek olmayacağı gibi, daha radikal ve tuzu kuru devrimci tavırla anti-parlamentarizm de olamaz.
Bir yandan parlamenter mücadele devam ederken, hızla bu mücadeleyi reklam veya iletişimcilik esaretinden kurtarmalıdır. Ne olursa olsun seçim günü oy almak için gerekli olan bu araçlar kadar, oy vereni de aklı ve gönlüyle kazanmak için gerekli dönüştürücü çalışmalar da seçimden hemen sonra başlamak üzere aralıksız ve asıl siyasi faaliyet olarak yürütülmelidir.
*****
ZULÜM OY KAYBETTİRİR Mİ? PARANTEZİ
Otoriterliğin dolaysız sonuçları olarak değerlendirilebilecek ifade özgürlüğüne darbe, hukuksuzluk, polis şiddeti vb. olguların bugün seçimlerin iktidar aleyhinde sonuçlanma ihtimalini artıracak unsurlar arasında yer almaması kendi başına bir felakettir aslında.
Ancak olguların seçmenlerin oyları üzerinde etkili olacağını düşünenler, sanırım dünya ve Türkiye tarihini düşünmeden böyle bir beklenti içine girenlerdir.
Seçim öncesi dönem, giderek dozu artan haksız tutuklamalar ve ifade özgürlüğünün iyice kısıtlanması konusunda 1980li darbe yıllarıyla karşılaştırılmaya başlanmıştı. Her gün artan ve giderek daha çok keyfi olarak kullanılan polis şiddeti, demokrasinin en önemli sahnesi olan sokağı kriminalize etmeye başlamıştı. Öyle ki her hangi bir protesto için sokağa çıkmak, orantısız polis şiddetini göze almak anlamına geliyordu. Üstelik, bu şiddetin sonucu olarak oluşan sahnelerin yandaş medyada kaos ve istikrarsız göstergesi olarak kullanılması korkusuyla ana muhalefet de sürekli en meşru hak olan sokağı engellemeye çalışıyordu. Bunların iktidar seçmeni geniş kitleler üzerinde etkisi neredeyse hiç görülmedi, görülmüyor.
Ancak modern tarih boyunca kapitalist diktatörlüklerde maalesef ‘normal’ olan bu.
Bunu aşmanın yolu da siyasetin sadece iletişimden ibaret olmadığını kabul ederek konuyu sosyolojik bir mesele olarak almaktan geçiyor.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.