Doğan Özgüden
Sömürgeci putları tarihin çöplüğüne atılırken…
Haftalık yazımı kural olarak perşembe için yazmam gerek ama, yıllarca günlük gazete yönetmiş bir gazeteci olarak aktüalite zorunlu kıldığında kendimi tutamayıp bir gün önceye aldığım da oluyor. Nadiren hastalık veya toplantı engeli olduğunda da bir gün sonraya kaydırıyorum… Sağ olsun, yazar editörümüz Derya Okatan her daim son derece anlayışlı…
Bu kez yazıyı öne almamın nedeni, ABD’de siyah vatandaş George Floyd’un hunharca katledilmesi üzerine ırkçı polis terörüne karşı büyük tepki gösteren ülkelerin ön safındaki Belçika’da bugün bir ilkin yaşanmış olması… Ülkenin sömürgeci kralı Léopold II’nin geçenlerde Anvers’te ateşe verilerek hasara uğratılan heykeli bugün Belediye’nin kararıyla kaidesinden sökülerek bir müzeye kaldırılmış bulunuyor.
Heykelin tamir edileceğine ve uğradığı hasar giderildikten sonra yeniden eski yerine dikileceği söylense de buna artık kimse inanmıyor.
Nasıl inansın ki, bu sömürgeci kralın Belçika’nın hemen tüm büyük merkezlerinde dikili heykelleri zaten yıllardır kraliyetin sömürgeci geçmişini anımsattığı için bir yüz karası olarak görülüyor, zaman zaman fiziksel saldırılara uğruyordu.
İki yıl önce Artı Gerçek’te yayımlanan "Putları kırma üzerine Afrika dersleri" başlıklı yazımda da bu Léopold II adını taşıyan herşeye, heykeller, caddeler, tüneller de dahil, nasıl tepki gösterildiğini ayrıntılı anlatmış, bu nefretin tarihsel nedenleri konusunda şu bilgiyi aktarmıştım:
"Afrika kıtası denildiğinde akla ilk gelen zengin kaynaklar ve sömürge düzenidir. Sömürgecilik söz konusu olduğunda ise eleştirilerin çoğu İngiltere ve Fransa üzerinden yapılır. Ancak Afrika’daki sömürü düzeninde en az bu iki ülke kadar sorumlu olan bir diğer ülke, süper güçlerin Napolyon savaşlarından sonra tampon bölge olarak oluşturdukları suni Belçika Devleti'dir.
"1884-1885 yılları arasında düzenlenen Berlin Konferansı’nda Belçika’nın Kongo üzerindeki hâkimiyeti tanınmış ve Bağımsız Kongo Devleti kurulmuştur. Belçika Kralı Leopold II, sahip olduğu tapular sayesinde Kongo’yu kendi özel mülkü haline getirmiştir. Afrika’yı medenileştirme fikriyle yola çıkan Léopold, Kongo’daki fildişi ve kauçuk gibi zenginlikleri sömürebilmek için çeşitli koloni düzenleri kurmuştur.
"1890’lı yılların başında Avrupa’da gelişen sanayi ile birlikte kauçuk yeni bir zenginlik kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kauçuk ağacının olgunlaşması uzun yıllar aldığından, o dönemde kauçuk ağaçlarına sahip en geniş ülke olan Kongo, Belçika tarafından önemli bir gelir kaynağı olarak kullanılmıştır.
"Kauçuk üretiminde en dikkat çeken nokta yerel halkın acımasızca çalıştırılmasıdır. Kongolu işçilerden, isyan edenlerin elleri ve ayakları çapraz kesilerek itaat etmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Üretim kotasını dolduramayan Kongolu erkekler yakalanamadığında, askerler bu kişilerin eşlerinin veya çocuklarının ellerini kesmiştir. Tüm bu yaşananların etkisiyle 1880 ve 1920 yılları arasında Kongo'daki nüfusun 20 milyondan 10 milyona düştüğü tahmin edilmektedir."*
Belçika Kraliyeti’nin Kongo’daki cürümleri sadece Léopold II’nin yaptıklarıyla sınırlı değil. Tüm Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde güçlenen anti-emperyalist mücadelenin sonucu olarak Kongo da 1960 yılında bağımsızlığına kavuşmuş, ancak yeni devletin kurucu lideri Patrice Lumumba, üzerinden bir yıl dahi geçmeden, Kral Boudewijn’in saltanatı döneminde, CIA ile işbirliği halindeki Belçika gizli servislerinin bir komplosuyla devrilmiş, tutuklanıp işkence gördükten sonra bir ormanda kurşuna dizilmiş, ardından da nâşı ateşe verilerek yok edilmişti.
Boudewijn’in günahları bununla da sınırlı değil… Lumumba devrildikten sonra Kongo’yu yıllarca demir yumrukla yöneten Mobutu’ya, İspanya’da faşist diktatör Franko’ya sürekli arka çıkan kralın daha da ileri giderek Şili’de Allende iktidarının yıkılmasını amaçlayan CIA projelerinin finansmanına da katkıda bulunduğu da açığa çıktı.
Belçika’nın Kongo ulusal liderini katlettirme utancını bir nebze örtebilmek için 2018'in Haziran ayı sonunda Patrice Lumumba adı Kongolu siyah topluluğun yoğun yaşadığı Brüksel'in Ixelles semtinde bir meydana, işçi ağırlıklı Charleroi kentinde de bir başka alana verildi.
Ama o dönemin kurbanlarının torunları Lumumba adının bir kaç sokak ya da meydana verilmesiyle yetinmediler. Kongo'nun talanı üzerine kurulmuş olan ve geçen yıl büyük masraflarla restore edilen Tervuren'deki Afrika Müzesi’nde bulunan 120 bin’den fazla eserin geldikleri ülkelere iade edilmesini istediler.
Müzenin Léopold II'yi putlaştıran birçok eserlerden temizlenmesinden son derece rahatsız olan bugünkü Kral Filip Afrika Müzesi’nin yeniden açılış törenine bizzat katılmayı reddetti.
Daha da önemlisi, Belçika’da yaşayan Afrika kökenli yurttaşlar müstemlekeci kral Leopold II'nin Belçika'nın tüm kent ve kasabalarındaki heykel ve anıtlarının yıkılmasını talep ettiler.
Bu istemi ilk kez 2008 yılının Eylül’ünde yazar Théophile de Giraud ve arkadaşları Troonplein’deki Léopold II heykelini döktüğü kanın sembolü kırmızıya boyayarak başlatmıştı.
Bugün ülkenin birçok kent ve kasabasında Leopold II heykellerinin sökülmesi için geniş bir kampanya yürütülüyor. Geçtiğimiz pazar günü RTL televizyonunda bu konu tartışılırken Afrika kökenli konuşmacılardan biri şunu söyledi: "Eğer günümüz Almanyası’nın hiçbir yerinde Hitler’in heykeli yoksa, Belçika’da da Léopold II heykelleri olmamalıdır."
Yine geçtiğimiz pazar günü Korona yasaklarına rağmen maskelerini takıp Brüksel Adliye Sarayı’nın önünde bir araya gelen Afrikalısı, Asyalısı, Latin Amerikalısı ve Avrupalısıyla onbini aşkın Belçika yurttaşı bu istemlerin ardını bırakmayacaklarını bir daha kanıtladılar.
Korona sarsıntısından sonra yasakları giderek aza indiren Belçika bir yandan bu salgının yarattığı ekonomik, mali ve sosyal sorunlara çözüm bulmak sancısıyla kıvranırken, sömürgeci geçmişine karşı giderek daha büyüyen direncin istemlerini, örneğin Leopold II heykellerinin kaldırılması, Afrika’nın talanıyla oluşturulmuş Tervuren Müzesi’ndeki eserlerin geldikleri Afrika ülkelerine iade edilmesi istemlerine de süratle bir çözüm getirmek zorunda.
Şu sırada büyük sorun, 2019 seçimlerinden sonra bir yılı aşkın süredir hükümet kurulamadığı için üç aydır ülkeyi yöneten geçici hükümetin görev süresi sona erince, parlamentoda temsil edilen farklı eğilimlerdeki partilerin bir araya gelerek kalıcı bir koalisyon hükümeti kurup kuramayacakları noktasında düğümlenmiş bulunuyor.
Son seçimlerden büyük oy artışıyla çıkmış bulunan radikal Sol Belçika İşçi Partisi (PTB) ve aşırı sağcı Flaman Çıkarı (VB) esasen koalisyon pazarlıklarının dışında tutulmakta… Genellikle sol ve çevreci eğilimleri temsil eden Frankofon partileriyle, sağ ve milliyetçi eğilimleri temsil eden Flaman partilerinin ise kısa zamanda bir ortak program üzerinde birleşip hükümet kurmaları hayli zor. Yakın zamanda kalıcı bir hükümet kurulamazsa, Belçika’nın sonbaharda bir erken seçime gitmesinden başka bir çıkar yol görünmüyor.
Ancak böyle bir seçimin de soruna çözüm getireceği son derece kuşkulu… Radikal solcu PTB ile aşırı sağcı VB’nin bu seçimden daha da güçlenmiş olarak çıkması ve Meclis’e daha fazla milletvekili sokması halinde Belçika’nın bu erken seçimin sonrasında da aylarca, belki de yıllarca sürecek yeni bir hükümet krizine sürüklenmesi ihtimali çok kuvvetli.
Büyük sermaye çevreleri ve ana akım medya, bu ihtimalin yarattığı panikle, Frankofon kesimin ve Valon bölgesinin güçlü partisi Sosyalist Parti ile Flaman bölgesinin güçlü partisi milliyetçi NVA’nın görüş ayrılıklarını bir süre askıya alarak pragmatik bir program üzerine anlaşmaya varmaları için büyük baskı yapıyor.
Varılacak kısa vadeli çözümler ne olursa olsun, Napolyon savaşlarından sonra süper güçlerin kendi aralarında bir tampon ülke yaratma amacıyla 1830’da kurdukları ve başına da Saxe-Coburg ve Gotha hanedanından işsiz güçsüz Dük Léopold I’i kral diye oturttukları suni bir devlet olan Belçika Krallığı, 200. kuruluş yıldönümü olan 2030’a üniter bir devlet olarak varabilecek mi?
Şu andaki statüsüyle Belçika, federal hükümetin yanısıra federe düzeyde Flaman, Valon ve Brüksel bölge hükümetleri tarafından yönetilmekte… Brüksel bölge hükümeti içinde de Fransızca konuşanların ve Flamanca konuşanların birer alt hükümeti mevcut… Bunların yanısıra Valon bölgesiyle Brüksel bölgesinin Fransızca konuşanlarının bir ortak topluluk hükümeti var. Valon bölgesinin Almanya sınırında nüfusu Almanlardan oluşan küçük bir bölgede de Alman topluluğu hükümeti bulunuyor.
Üç ay önce Korona krizi başlayınca sağlık sorunlarına çözüm aranırken bu hükümetlerin her birinde sağlıktan sorumlu bir bakan bulunduğu ortaya çıkacaktı… Sekiz bakanın varlığına rağmen Belçika Korona krizinde 9 bin’in üstündeki ölümle nüfusuna oranla en büyük kaybı veren ükelerden biri olarak ün yaptı.
10 milyon nüfuslu bu küçük Avrupa ülkesinde sekiz hükümetten birine sahip bulunan Alman topluluğu yetki paylaşımında haksızlığa uğradığı kanısında… Geçen pazar günü RTL televizyonunda bir yandan Korona sorunları, öte yandan ırkçılığa karşı protestolar görüşülürken, Almanca Konuşanlar Topluluğu Hükümeti’nin başbakanı Oliver Paasch yeni bir istemi dile getirdi. Belçika’nın Almanca konuşanları artık Valon Bölgesi’nin otoritesi altında kalmak istemiyor, yapılacak yeni bir reformla kendilerine de Ostbelgien (Doğu Belçika) adıyla özerk bölge statüsü tanınmasını, birçok idari yetkinin Valon Bölgesi hükümetinden kendi bölge hükümetlerine transfer edilmesini istiyor. Gerçekleşirse, Belçika Flaman, Valon, Brüksel ve Doğu Belçika olmak üzere dört bölgeli bir devlet haline gelecek.
Şunu da göz ardı etmemek gerek… Belçika nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Flaman halkının iki partisi, milliyetçi NVA ile aşırı sağcı VB yıllardır Belçika’da federal sisteme son verilerek konfederal sisteme geçilmesini dayatmakta…
İster erken, ister zamanında olsun, önümüzdeki seçimler Belçika’da sadece iktidar kompozisyonunu belirlemekle kalmayacak, belki de Belçika Kraliyeti’nin federal bir devlet mi, yoksa konfederal bir devlet mi olacağını da belirleyecek.
Belçika bir sürprizler ülkesi… Son Korona krizi sonrasında bir başka sürpriz de sendikal planda yaşandı.
İşsizlik paralarının sendikalar aracılığıyla ödenmesinin de etkisiyle Belçika AB içinde sendikalaşma oranının en yüksek olduğu ülkelerden birisi… Çalışanlar üç farklı sendika yapısı içinde örgütlü… Hristiyan eğilimli olanlar CSC’ye, sol ve laik eğilimli olanlar FGTB’ye, liberal eğilimli olanlar da CGSLB’ye üye…
Bu satırları yazdığım sırada sol eğilimli sendikalar federasyonu FGTB’de bir darbe gerçekleştirildi… FGTB’nin başkanı Robert Vertenueil geçen hafta Le Soir gazetesinin girişimi üzerine özellikle Korona krizinin getirdiği sosyal sorunlara çözüm önerilerini tartışmak için liberal parti MR’in başkanı Georges Louis Bouchez ile masaya oturmuştu.
Üyeleri arasında çok sayıda radikal sol PTB üyesi ya da sempatizanı işçi bulunan FGTB’nin işkolu ve bölge örgütleri bu buluşmayı onaylamadığından olağanüstü toplanan federal büro Vertenueil’i başkanlıktan uzaklaştırarak yerine radikal solcu olarak tanınan Valon Bölgesi başkanı Thierry Bodson’u getirdi.
Benzer bir gelişme bir süre önce Sosyalist Parti içinde de yaşanmıştı. Partinin genel başkanı Paul Magnette bir koalisyon hükümeti için nabız yoklamak üzere milliyetçi Flaman partisi NVA’nın başkanı Bart De Wever’le görüşünce parti içinde kıyamet kopmuştu.
Sosyalist Parti’nin tabanında son derece etkin olan FGTB’deki bu gelişme de önümüzdeki günlerde muhtemel bir koalisyon pazarlığının seyrini büyük ölçüde etkileyecek.
İç siyasetteki gelişmeler ne olursa olsun, artık tartışma götürmeyen bir gerçek, Belçika halkı, solcusuyla da, sağcısıyla da artık sömürgeci Kral Léopold II’nin kanlı ve kirli mirasını taşımak istemiyor.
Önümüzdeki dönem Belçika’da sömürgeci putların tarihin çöplüğüne atıldığı dönem olacak…Sadece Belçika’da mı? San Fransisco’da Christopher Colombus, Bristol’de Edward Colston, Montreal’de John A. Mac Donald’ın heykelleri de sömürgeciliğin günahını ödemekteler…
Önümüzdeki dönem belki de dünyada tüm sömürgeci ve diktacı putlarının yıkıldığı dönem olacak…
* https://afam.org.tr/belcikanin-kara-tarihi-kral-ikinci-leopoldun-kongo-katliami/