Takvim yok, idare-i maslahat var

Köşe yazarı, okuruna izleyicisine 'hayat bayram olsa!' ile 'herşey kahrolsun!' arasında gidip gelen sığ söylemler ve  saçmalıklar yerine, gerçeklerin üzerine oturan analizler sunmalıdır.

Sonucu tartışmalı 16 Nisan referandumu ardından çıktığı 'küresel meşruiyet turnesi'ni Brüksel'de NATO ve AB liderleriyle tokalaşma fotoğrafları çektirerek başarıyla noktalayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, dönüş yolunda uçağına topladığı, habercilikle-gazetecilikle uzaktan yakından ilgisi kalmamış stenograf zevata Türkiye-AB ilişkileriyle ilgili şu 'bilgi'yi vermişti:

 

''Artık yeni bir süreci başlatma temennisi Tusk (AB Konseyi Başkanı) ve Juncker (AB Komisyonu Başkanı) tarafından da gündeme getirildi. Birtakım çalışmalar yapmışlar. Şu anda kendilerinden bu yaptıkları çalışmaya yönelik biz 12 aylık takvim aldık. Bu takvim üzerinde dışişleri ve AB bakanlıklarımızla bir çalışma yapacağız ve adımları atacağız.Vize meselesi değil sadece, Kızılay ve AFAD’ın oralara yapacakları para yardımı hususunu da gündeme getirdik. Bu konuda da çalışmaları karşılıklı yürüteceğiz.''
 


Aralarında sözde genel yayın yönetmenlerinin de bulunduğu zevat bu açıklamayı, verilen 'bilgi'nin diğer tarafı olan AB ile teyit etme, varsa başka ayrıntılara ulaşma zahmetine katlanmadan, epey zamandır yaptıkları gibi gazetelerine kopyalayıp yapıştırdılar.

 

Bunun adı da 'haber' oldu.

 

Olur mu?

 

Olmadı tabii ki.

 

Çünkü işin içinde bir bit yeniği vardı.

 

Ama aralarında yüzde bir meslek cesareti ve refleksi olan biri kalsaydı, Erdoğan'ın sözlerinden huylanılması için yeterli olabilirdi.

 

Neydi bu 12 aylık takvim?

 

Sadece vize ve mülteci parasına indirgenmiş bir at pazarlığının peşrevi mi?

 

Tarumar olmuş insan hakları, yerle bir edilmiş hukuk düzeni, OHAL cehennemi, adeta talan edilen malvarlıkları vs bu takvimin neresindeydi?

 

Ne soran oldu, ne de merak eden.

 

Sefil bir medya düzeninden geriye kalanlardan da başka bir şey beklenmezdi zaten: Sırf muktedir ve korku saçıyor diye, tek bir kişini, ağzından çıkan her harfin mutlak haber muamelesi gördüğü bir ülkeye çevirdiler Türkiye'yi.

 

AB kaynakları bu arada sessiz kaldı. Bunu da merak etmediler.

 

Ne olduğunu, daha doğrusu 'olmadığını' anlamamız için birkaç gün beklememiz gerekti. Derken, Reuters haber ajansı, 'aslında olan budur' diyen haberi geçti.

 

Ajansın haberine göre AB yetkilileri ve Erdoğan arasında yapılan görüşmelerin "olumlu bir hava" içerisinde geçmekle birlikte 'ikili ilişkilerin bundan sonraki seyrine ilişkin yeni bir anlaşmaya veya takvim üzerinde herhangi bir uzlaşmaya varılamamış'tı.

 

Ortada bir takvim filan yoktu.
 

Reuters'a konuşan üst düzey AB yetkilileri, bu yıl içinde Türkiye ile orta ve üst düzeyde toplantılar yapmayı umduklarını ancak ikili ilişkilerde ilerleme sağlanmasının Erdoğan'ın AB'de rahatsızlık yaratan bazı konularda atacağı adımlara bağlı olduğunu söylediler.
 

Bir AB kaynağı Erdoğan ile Tusk ve Juncker arasındaki görüşmeleri anlatırken "Hiçbir şekilde düşmanca değildi, ancak her iki taraf da herkesin malumu olan tutumlarını tekrarlamakla yetindi" dedi.
 

Olan şey, epeydir yoğun bakımda tutulan Türkiye-AB diyaloğuna asgari miktarda oksijen sağlamak için tarafların teknik düzeyde temaslara 'devam' dediği. Bu çerçevede 13 Haziran’da siyasi diyalog toplantısı yapılacak. Bu toplantının ardından Ankara-Brüksel hattındaki konuların tümünü kapsayacak şekilde bakanlar düzeyinde bir toplantı yapılması öngörülüyor. Ama bunun da tarihi belli değil. En erken tarih, o da olursa, Eylül gibi.
 

Reuters haberi 'Türkiye-AB ilişkilerinde herhangi bir iyileşme ancak Türkiye'nin iki taraf arasında anlaşmazlık yaratan konulardan bazılarını çözmeye başlamasıyla olacak. İhtilaflı konular arasında Türkiye'nin terörle mücadele kanunun değiştirilmesi, basın ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının kaldırılması ve insan hakları ihlallerinin yapılmaması yer alıyor' diye bitiyor.
 

Hadise bundan ibaret.
 

İbaret ama, gelin görün ki, bu haberlerin ardından Türk medyasında yapılan bazı yorumlara baktığımızda zannedeceğiz ki herşey unutuldu, AB liderlerine edilen onca hakaret gömüldü, Türkiye'den Almanya ve Hollanda gibi ülkelere ihraç edilen ilke siyasi holiganlık hafızalardan silindi ve bahar aniden geri geldi.
 

'Birşeyler oluyor'muş, mesela, bir köşede yazıldığına göre. Gezi 'beklentilerin üzerinde' geçmiş.'Nihai kopuş' süreci böylece engellenmiş, bu da iyiymiş. Erdoğan muhataplarını sükunetle dinlemiş.'Bir yıllık takvim' demek başta OHAL ve hak ihlalleri konusunda Erdoğan'ın olumlu adım atma vaadi demekmiş. İyimser olmak lazımmış, 'lanet olsun' yazıları yazmanın kime ne faydası varmış.
 

Vesaire vesaire.
 

Hepsi palavra tabii.
 

Yani 'birşeyler olmuyor'.
 

'Beklentiler eksiye düşmüşse tabii ki buluşmanın olabilmesi bile beklentinin üzerinde sayılır.
 

Erdoğan tabii ki sükunetle dinleyecek artık; o alacağını aldı 16 Nisan'da; tek derdi Tusk ve Juncker'le beraber 'meşruiyet' fotoğrafıydı. O kadar.

 

Dediğim gibi takvim filan da yok ortada.
 

Dolayısıyla olmayan bir şeyin üzerinden hayal tacirliği yapmanın de bir anlamı yok.
 

Köşe yazarı, okuruna izleyicisine 'hayat bayram olsa!' ile 'herşey kahrolsun!' arasında gidip gelen sığ söylemler ve  saçmalıklar yerine, gerçeklerin üzerine oturan analizler sunmalıdır.
 

Bizim işimiz aktivizm veya siyaset üretimi değil.
 

O başkalarının iş alanı.
 

Her neyse, şu takvim ve ziyaret meselesine geri dönelim.
 

'Birşeylerin olmadığı' elbette ki Türkiye'nin külyutmaz ve dürüst diplomatlarının gözünden kaçamazdı, kaçmamış.

 

Emekli büyükelçi Ünal Çeviköz'ün Hürriyet Daily News'den Barçın Yinanç'a anlattıkları bunun örneği.

 

 

Vize serbestisi konusunda hiçbir hızlı gelişme beklenmemesi gerektiğini söyleyen Çeviköz, 2013'ten beri AB'nin bunun olması için 72 kriter sıraladığını, aralarında Terörle Mücadele Yasası'nın da bulunduğu alanlarda düzelme olmadığı sürece, mevcut durumun vize serbestisi için blokaj oluşturacağının altını çiziyor.

 

Diğer konu, OHAL.

 

''Bana göre' diyor Çeviköz, 'OHAL demokratikleşmenin önündeki en ciddi engeldir ve öyle sanıyorum ki AB liderleri dolaylı bir dille bunun devamının sorun olduğunu söylediler. Yani OHAL kaldığı sürece bir engel oluşturacak.'

 

Bir diğer emekli diplomat, 2002-2009 arasında AB nezdinde büyükelçi ve Dışişleri AB Genel Sekreteri olarak görev yürütmüş olan Oğuz Demiralp.

 

T24'teki makalesine 'Brüksel'e gittik geldik' başlığını koymuş Demiralp.('Girdisi çıktısı oturdu kalktısı 23 dakika' diye Erdoğan - Trump görüşmesine attığı başlık yüzünden sunuculuğundan olan değerli meslektaşım Nevşin Mengü'yü hatırladım ister istemez.)

 

Gayet net koyuyor yaşanan 'rölanti' halini Demiralp.

 

Yazıyı, ortada takvim olmadığını bildiren Reuters haberinden önce yazmış, ama tecrübesi nedeniyle, zaten uçaktaki lafın teyide muhtaç, 'belirsiz' bir laf olduğu varsayımıyla analizini yapmış.

''AB tarafının bu görüşmeleri mümkün olduğu kadar düşük profilli tutmaya çalıştığı anlaşılıyor... görüşmelerin, kamu tarafından es geçilmesini sağlayacak ölçüde sessiz geçilmesi, Türkiye – AB ilişkileri açısından umut verici bir davranış değildir. Biriyle birlikte pek görünmek istemiyorsanız, mecbur kalmadıkça onunla birlikte olmayı arzu etmiyorsunuz demektir'' diye yazıyor Demiralp.

Ve yapılması gerekeni yapıyor, uçaktaki stenografların Erdoğan'ın ağzından çıkan lafları haber diye girip yetinmesi ve kimi köşe yazarlarının boş umut saçması gibi ucuzluklar yerine, AB'den gelen bazı kısa mesajların analizine girişiyor:

  • Avrupa Komisyonu Başkanı Juncker’in sözcüsü, görüşmeden önce bir mesaj vermeyi tercih ederek, "AB ve Türkiye birlikte çalışmak zorundadır ve birlikte çalışacaktır" demiş. Bir habere göre de, görüşmeden sonra, bu cümleye "Ortak çıkarımız olan majör konular (questions) iyi ve yapıcı bir hava içinde görüşüldü" ifadesini ekleyerek yeni bir tweet atmış. AB Konsey Başkanı Tusk ise, "İşbirliği yapma ihtiyacını görüştük. İnsan hakları konusunu görüşmemizin odağına taşıdım" buyurmuş. Avrupa Parlamentosu Başkanı Tajani, "Erdoğan ile samimi ve yapıcı bir görüşme gerçekleştirdik. Şimdi Erdoğan’dan idam cezası ve basın özgürlüğü konularında olumlu sinyal bekliyoruz" demiş.
  • · Görüşmelerde kavga çıkmadığı, hatta karşılıklı espriler yapılmış olduğu anlaşılıyor. Ancak ortak çıkar olarak nitelenen konular hangileridir, anlaşılmıyor. Belli ki, neyse o konular, kamuya yansıtılabilecek bir ilerleme olmamış.
  • · Kamuya yansıtılan tek somut konu insan hakları. Bizim anladığımız, bu konuda AB sözünü esirgememiş. Biz ne yanıt vermişiz? Gene açıklamalardan çıkarabileceğimiz tek yanıt, "idam cezası ve basın özgürlüğü" konularında olumlu sinyal verebileceğimiz beklentisini yaratmışız.
  • · Görüşmelere ilişkin bizim tarafta verilen beyanatta başka unsurlar var, insan hakları yok. Ancak, AB bize 12 aylık bir 'çalışma programı' vermiş. Bu, yeni bir ev ödevi mi, ortak eylem planı mı, dostlar alış verişte görsün listesi mi? Belirsiz.
  • · Biz de bu program çerçevesinde adımlar atacağımızı söylemişiz. Bu adımlar, söz konusu beyanatta belirtilen vize, insancıl yardım alanında işbirliğiyle mi sınırlı, yoksa insan haklarını da kapsıyor mu? AB açısından bakıldıkta, AB’nin vereceği her hangi bir "12 aylık takvim"de insan haklarının yer almaması düşünülemez. Öyleyse insan hakları alanında da adım atacak mıyız? Ne adımı atacağız? Bütün bu sorular yanıtsız.
  • Brüksel’den "veni, vidi, vici" diye döndüğümüz günler geride kaldı. Şimdi ancak böyle düşük profilli ziyaretler yapılabiliyor işte. Günümüzün bilinen koşullarında, bu da olumlu; Brüksel’e gidip gelinmesi, AB hedefinin yeniden telafuz edilmesi hiç yoktan iyidir.
  • Bununla birlikte, AB konusunun diğer dış konulara benzemediğini yineleyelim. AB sürecinde inandırıcı olmak için karşılıklı ya da tek taraflı neler taahhüt edildiğinin ve bunların hangi sürede, nasıl yerine getirileceğinin bilinmesi gerekir. Bilinmediği takdirde, bu "12 aylık takvim"in AB ile Türkiye’yi bağlayan pamuk ipliğinin kopmaması için iki tarafca da gevşetilmesinden öte bir anlamı olmadığı düşünülebilir. Saf olmasak da iyimser olmak, önümüzdeki 12 ay içinde ülkemizde reformlar yapıldığını, bu reformlara insan hakları alanından başlandığını görmek isteriz.

Demiralp'a eklenecek başka pek bir şey yok.

Ben de şunların altını çizerek noktalayayım:

  • Erdoğan'ın tek istediği 'meşruiyet fotoğrafı' idi ve bunu aldı.
  • Erdoğan'ın kişisel çıkarlarına dayalı tasarrufları nedeniyle Türkiye, AB müzakerelerini geçerli ve kalıcı kılacak Kopenhag Kriterleri'ne uyum konusunda şu anda - en azından - 2004 yılının gerisine düşmüştür. Güçler ayrılığının çöktüğü, hukuk düzeninin ortadan kalktığı, OHAL rejimiyle yönetilen bir ülkenin 'üyelik müzakereleri' halinden bir normalite imiş gibi söz etmek memlekete yapılacak bir büyük kötülüktür.
  • AB liderlerinin gözünde de AKP Türkiye'si kaliteli demokrasi şevkini sıfırlamış, nitelik değiştirerek Orta Asya normlarına yönelmiş, 'periferik' bir ülkedir. Bu 'düşük vasıf' nedeniyle bundan sonraki ilişkiler de farklı parametreler üzerinden kurgulanacaktır.
  • Erdoğan ile AB ilderleri arasındaki zımni anlayış birliği, mülteci akımının engelenmesinin devamı, Türkiye sınırlarının tahkimi, Cihadistlerle mücadelede işbirliği ve ekonomik ilişkilerde istikrar üzerinde yoğunlaşmıştır.
  • Erdoğan'ın AB'den beklentisi, mültecilere ayrılan yardım fonlarının kesintisiz ve yükselen meblağlarda akışından, ve temel insan hakları konusunda yönetiminin tasarruflarına ses çıkarılmamasından ibarettir.
  • Bir 'kopuş' olmayacaktır. Erdoğan bunu çok iyi bildiği için siyasi oyununu ustalıkla bir 'sıtma-ölüm' kurgusuna dayandırmış, getirmeyeceği halde 'idam'ı gündemde tutarak OHAL'in - en azından 2019'a kadar- devamının Türkiye-AB ilişkilerinde bir 'kopuş' yaratmayacağını anlamış ve bunu bir bakıma temin etmiştir.
  • Bundan sonraki ilişkiler çok büyük olasılıkla ticaretle sınırlı  anlaşmalarla çerçevelenir seviyeye inecek, ve bu şekilde uzun süre 'sürdürülebilir'liği denenecektir.

 

 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yavuz Baydar Arşivi