Gün Zileli
Tarihte bireyin rolü üzerine iki zıt bakış
İngiltereli yazar John Gray’ın Kuklanın Ruhu-İnsan Özgürlüğüne Kısa Bir Bakış (Çev: Dürrin Tunç, YKY, 2020) kitabını okurken aşağıya alacağım satırlar dikkatimi çekti:
"1918 Ağustosu’nda Lenin’e sıktığı üç mermiden ikisini isabet ettiren sosyalist devrimci Fanya Kaplan, eğer suikastında başarılı olsaydı, Rusya’da şiddet belki birkaç yıl daha hüküm sürerdi ama Sovyet devleti ayakta kalamayabilirdi ve Lenin’in inşa ettiği ölüm makinesi Stalin tarafından çok daha büyük ölçekte kullanılamazdı. 1940 Mayıs’ında İngiltere’de kararlı bir lider beklenmedik biçimde iktidara gelmeseydi Avrupa büyük bir olasılıkla, kuşaklar boyu değilse de onlarca yıl Nazi hâkimiyetinde kalacaktı." (s. 66)
"Tarihte bireyin rolü" Fransız Devrimi’nden bu yana, 200 yılı aşkın bir zamandır tartışılmaktadır. Yukardaki satırlar, tarihte bireyin rolüne büyük ağırlık veren görüşün tekrarıdır.
Ben tam tersi kutupta yer alıyorum. Tarihte bireyin rolünün önemli olduğunu düşünmekle birlikte, şu ya da bu liderin tarihin seyrini, toplumların izleyeceği rotayı belirleyemeyeceği, belirleyici olanın toplumsal gelişmeler olduğunu düşünüyorum. Yukarıda verilen örnekleri ele alalım.
Eğer Fanya Kaplan’ın suikastı başarılı olsaydı ve Lenin 1924’te değil de 1918’de ölseydi Sovyet toplumunun akış yönü değişmezdi. Sadece Stalin, 1917’de inşa edilen baskı çarkının başına daha erken bir aşamada geçerdi ya da 1918 yılında Stalin’in 1924 yılında olduğu kadar güçlenmediğini düşünsek bile, Bolşevikler içinde Stalin’den daha güçlü bir lider iktidara gelir ve aşağı yukarı Stalin’in izlediği çizgiyi izlerdi. 1917 Devrimi’nden hemen sonra Sovyet emekçilerinin (işçiler-askerler-köylüler-entelijansiya) büyük devrimini bastırarak ülkeye hâkim olan ilerlemeci Sovyet bürokrasisi açısından hızlı sanayileşme bir zorunluluktu, bu sanayileşmenin "ilkel sermaye birikimi" ise esas olarak Rus mujik sınıfından sağlanacaktı. Bunun için de zorla kolektifleştirme yoluyla köylülerin topraklarına el konması ve köylülüğün, diğer siyasi mahkûm kitlesiyle birlikte köle-işçi haline getirilmesi bürokrasi açısından izlenmesi gereken tek yoldu.
İngiltere meselesine geçelim. Sözü geçen "kararlı lider" Winston Churchill’dir. İngiltere’nin, Sovyetler Birliği ile ittifak yapmış Nazilerin saldırısı altında olduğu koşullarda, Chamberlain’ın savaş öncesindeki, Nazileri yatıştırma siyasetinin hiçbir geçerliliği kalmamıştı. Nazilere karşı direnmek ölüm kalım meselesi haline gelmişti. Direnme politikası ister istemez kendi liderini ortaya çıkardı: Churchill. Kısaca söyleyecek olursak, Churchill İngiltere’nin başına geçtiği için İngiltere direnmiş değildir; İngiltere direnmeye karar verdiği için direnmeden yana olan Churchill İngiltere’nin başına geçmiştir.
Bu idealist tarihsel bakışa Türkiye’nin tarihinde de bol bol rastlarız. İdealist tarihsel bakışa göre, Türkiye Atatürk gibi "büyük bir lideri" ortaya çıkartmış ve bu "büyük lider" Türkiye’nin bağımsızlığını sağlamakla kalmamış, modern Türk devletini kurmuş ve büyük bir modernleşme atılımını başlatmıştır.
Tamamen tersi. İtilaf devletleri, İstanbul’u, Osmanlı devletine kendi koşullarını daha rahat dayatabilmek için geçici olarak işgal etmişti. Sevr Anlaşmasıyla kendi koşullarını dayattıktan ve Yunan ordusunun İzmir ve Ege’yi işgalini destekledikten sonra İstanbul’u yerel bir güce bırakıp zaten çekileceklerdi. Aslında bu proje budalacaydı. Çünkü Yunan ordusunun İzmir ve Ege’de kalıcı olması bir hayalden ibaretti. Buralardaki Rum nüfusu Yunan işgalini kalıcı hale getirmek için yeterli değildi. Bu durumda Atatürk’ün ya da bir başkasının otoritesini tanıyan Osmanlı kalıntısı sivil ve asker güçlerin bir milli kurtuluş cephesinde toplanması kaçınılmazdı. Bu toparlamayı yapan lider olarak Atatürk sivrildi. Eğer Atatürk, "Yurttaşlık Bilgisi" kitaplarında anlatılan efsanede olduğu gibi, göğsündeki cep saati sayesinde kurtulmayıp cephede ölmüş olsaydı, bu ihtiyacı diğer Osmanlı paşalarından biri ya da birkaçı kaçınılmaz olarak karşılayacaktı.
Türkiye, modernleşme çizgisine daha Osmanlı İmparatorluğu zamanında, 18. yüzyıldan itibaren girmişti. Atatürk’ün yaptığı, iyice olgunlaşmış bu modernleşmeyi, Osmanlı devletini cumhuriyet adıyla yeniden ayağa kaldırmanın avantajından da yararlanarak hızlandırmaktan ibaretti. Atatürk olmasa da, bir başka lider aşağı yukarı bu veya buna benzer bir modernleşme çizgisi izleyecekti.
Dolayısıyla, bağımsızlığı ve modernleşmeyi sağlayan Atatürk değil, Atatürk’ü ortaya çıkaran, bağımsız devlet ve modernleşme ihtiyacıydı.
Bir başka örnek olarak, Çin’de 1970’lere kadar Mao gibi bir liderin hüküm sürmesi, Çin’in ekonomik ilerleme için ihtiyaç duyduğu, kapitalist pazara kapalı, emek-yoğun, otarşik ekonomik siyasetlere denk düşer. Daha sonrasında Deng Siao Ping gibi bir liderin yükselmesi ve Çin’e hâkim olması ise, Çin’in ucuz emek sömürüsü yoluyla kapitalist pazara dâhil olma siyasetine.
Tarihin idealist yorumu ile materyalist yorumu, aşağı yukarı her tarihi olayda iki zıt bakış açısı olarak kendini gösterir.
www.gunzileli.net