Fadıl Öztürk
Tek tip elbise birden gelmedi kapımıza
Zulüm birden yükünü yıkmaz kapımıza. Alfabenizi değiştirerek toplumun yazılı kültürüyle bağlarını bir günde keserek cahil kılarak gelir kapınıza. Soy isim kanunuyla istediği soy ismini size vererek yol alır. Köylerinizi, kasabalarınızı eski isimlerinden soyarak yaklaşır adım adım. Askerde Ali Okullarında size kendi dilini öğreterek adım atar dil dünyanıza. Gencecik çocuklarınızı vatan savunması adı altında silah altına alarak, bir masumdan bir katil yaratarak yükünü yıkar gencecik omuzlara. Elinde makbuzla Kürtçe konuştu diye ceza kesip ödemeniz için koçanını size uzatmakla bir adım daha yaklaşır kapınıza. Dedeniz soyuna sopuna göre bilinip tanınsa da torunlara dili olmayan diller zorla öğretilerek sizi kendinizden uzaklaştırır. Kaçak tütün ve sigara kâğıdının peşine memurlarını takarak, kahve kahve takip ederek bulur sizi. Sigaradan sararmış parmaklarınız sizin aleyhinizde şahitlik eden birer suçludur o saatten sonra. Ormanınızda yaş ağacı değil de kurumuş ağacı kışlık odun için kesip evinize getirirken yakalar sizi. Çünkü doğada ve hayatta ne varsa, içinde yaşadığınız için kendinizin saydığınız ne varsa, bütün onların sahibi olduğunu sizin kafanıza çiviyle çakarak ezberletir size. Şarkılarınızı dilinizde suç sayarak kilitleyerek gelir zulüm. Kendi hayatında var olmak yerine, devlet kapısında besleme yaparak yaklaşır size.
Zulüm yoktan var olur, ama vardan kolay kolay yok edilemez. Ondan her kurtulma çabamız bir soykırıma, kendini kanla, sürgünle yeniden var etmesine neden olur. Cinayet yerini hiç terk etmeyen katile benzer zulüm. Suçlarını tek tek yüzüne vurursun da, aldırmaz bir pişkinlikle yeni suçlar işlemeye devam eder.
Evet, zulüm birden yükünü yıkmaz kapımıza. Ve biz yaşayanlardan bütün bir geçmişin hesabını boynumuza yıkarak durur kapımızda. O noktadan sonra allame-i cihan olsak kar etmez, onların yerden göğe kadar haksız, bizim haklı olmamız. Suçlar yeniden yeniden var oldukları bir nevi rahimdir olur onlar için...
12 Mart’ta yok etmeyi koymuşlardı önlerine, öyle de yaptılar. Katlettiler, astılar, işkencelerde öldürdükleri gençlerin cesetlerini babalarına taşıttılar. 12 Eylül’de de yok etmeye, bizi bedenen teslim almaları yetmemiş gibi ruhen de teslim almaya kalkmışlardı. Tek tip elbise bu sinsi planla girdi hayatımıza. Ağır bedeller ödendi ayrımsız Türkiye’nin bütün cezaevlerinde, ama başarılı olamadılar yine de.
Peki, başarısız geçmişe rağmen neden yeniden ısıtıp önümüze koyuyorlar? Tek tip elbise uygulamasının 12 Eylül cezaevi mağdurlarından biri olarak, basit bir elbise çıkartma ve giydirme olmadığını o dönemde o uygulamaya maruz kalan biz on binlerce 12 Eylül mağdurları iyi biliriz. Bizim anne baba ve çocuklarımız sebep ve sonuçlarıyla iyi bilirler o direnme halini. Cezaevleri kapısında bekleyip, ağabey ve kardeşlerini görmeden evine geri dönen kardeşler hasreti büyütmeyi iyi bilirler. O davaların savcı, hâkimleri ve zabıt kâtipleri bilir ve zabıtlara geçirmekle iyi bilirler. Gıyabımızda verilen mahkumiyet kararlarını onayan ve ya bozan Yargıtay savcı ve hakimleri ne yaptıklarını iyi bilirler. Konu komşu, zamanla mahalle, giderek o şehir ve o şehri aşarak bütün bir ülkeye yayılan direnişlerden haberdar olarak, iyi bilirler.
Anne ve babalar çocuklarının direnişini cezaevi kapılarına, kent bulvarlarına taşıyarak zulme direnmenin bir parçası olurlar. Yollarda uykusuz kalırlar, polis tarafından coplanırlar, karakol hücrelerinde sabahlarlar. Leman Fırtına gibi bir kadın olurlar. Didar Şensoy olup, Millet meclisi kapısında kalp krizinden ölürler. İnsan Hakları Derneği’ni kurarak, dönemin 12 Eylül Askeri darbesine muhalefetin başını çekerler. Aynı cezaevlerinde yatanların anne ve babaları şehirlerarası otobüslerde, cezaevleri önünde tanışır dost olurlar. Her biri kötülükten iyilik süzen birer usta olurlar...
Genellikle ateş düştüğü yeri yaktığı için, bu direniş büyük oranda cezaevlerinde yatanları ve onların yakınlarını sarar sarmalar. Ülkemiz zulüm karşısında susmakta meşhurdur zaten. Görürler, görmezden gelirler. Duyarlar duymazdan gelirler. Hele zulüm Kürt’e yapılıyorsa değme keyfine, gizli ya da açık zevk bile alırlar. Devlet de yaydığı korkuyla bütün bir toplumu teslim almaya çalışır...
Görünen o ki, bütün cezaevlerinde yeni bir dönemin başlangıcındayız. FETÖ’cular bu sürece nasıl tepki verirler bilmem, onlar göğüs göğüse direnmekten öteye, sızma hareketleriyle meşhurdurlar ve kendi payıma onların turuncu tek tip tuluma direneceklerini sanmıyorum. Bu iş yine bizim seçilmişinden seçilmemişine kadar bütün Kürt tutsakların boynuna kalacak gibi.
Ülkeyi bir beden, bedeni de hücrelerden oluşmuş bir organizma olarak görürsek, bütün bir toplumu teslim almak için direnen hücrelerin bağışıklık sistemini bozmak bilinciyle devlet bu uygulamalara girişir. Görünen o ki, bir müddet sonra tek tip elbiseyi siyasi tutsaklara dayatacaklar ve haliyle onlar da bu dayatmayı kabul etmeyip direnecekler. Şu an süren ve yargılamadan öteye her şeye benzeyen ‘yargılanmalar’ gıyaplarına düşecek. ‘Tek tip elbiseyi giyip mahkemelerine devam etsinler’ sakızını çiğneyerek yargısız infaz yoluna giderek insanları tutabildikleri kadar içeride tutmanın yoluna gidecekler...
Görünen köy kılavuz istemez, demişler; 1983 yılının sonbaharında Elazığ 2 Nolu Askeri Cezaevindeydik. Bize dayatılan tek tip elbiseyi giymeyeceğimiz cevabıyla, başlayan operasyonla tüm giysilerimiz alınmış, don-atlet bırakılmıştık. Devamı günlerde çarşaflardan yaptığımız şalvar tipi beyaz donlarımıza da bir müddet sonra tahammül edilmemiş, ikinci bir operasyonla onlardan da olmuş, bütün kış boyunca don ve atletle yaşamaya mecbur bırakılmıştık.
Bu direniş boyunca mektuplaşma yasakları, içeriye yiyecek almama, hücre cezaları, görüşmecilerimizle Kürtçe konuşma yasakları gibi yasaklar birbirini kovalamıştı. Bu nedenle direnmek adına kaç sefer ve kaç gün açlık grevlerine gittiğimizin haddi ve hesabı yoktu. 1987’de Elazığ Askeri Cezaevleri kapatılıp, Diyarbakır Askeri Cezaevine götürülmemize kadar dört yıl boyunca devam etmişti tek tip elbiseye karşı direnişimiz.
Tek tip elbise direnişi boyunca, Annem terzi olduğu ve biraz da olsa biçki dikiş bildiğim için, epey bir arkadaşıma siyaset gözetmeksizin gömlek ya da pijama üstlerini bozarak bermuda şort dikmiştim. (Diktiğim bunca şortun sonraki yıllarda tek birinin ‘hayrını’ görmüştüm, onu da aşağıda yazacağım.) Askeri mahkemelerimize don-atletle götürülmüştük. Sıkıyönetim Askeri Mahkeme başkanı giysilerimiz mahkemeye uymadığı için, aynı disiplinsizliğin tekrar emesi halinde, bizleri duruşmaya bu halimizle alamayacaklarını ve davamızın gıyabımızda süreceği uyarısında bulunmuştu. Devamında biz tek tip giymemiştik, onlar da bizi davamızdan vareste tutup, gıyabımızda yargıladılar. 1986’da gıyabımızda devam eden mahkememiz karara bağlanmış, bana örgüt kurup sevk ve idare etmekten TCK’nın 146/1 maddesinden idam verilmişti.
Yargıtay aşamasında, cezayı abartılı bulmuş olmalı ki, ‘Sanığın mahkemedeki iyi hali göz önünde bulundurularak’ açıklamasıyla TCK’nın 59 Maddesi uygulanıp, idam olan cezam müebbet cezaya çevrilmişti. Nasıl bir iyi hal olduğunu ne ben ne de arkadaşlarımız anlamış değildik. Mahkemeye iki sefer don-atlet götürüldüğümüz için mahkemeden kovulmuş ve bu nedenle davamız gıyabımızda sürmüş ve bitmişti. Ne mahkemeyi, ne de cezaevi yönetimini dinlemiştik. Bu nedenle de çeşitli yaptırım ve cezalara çarptırılmıştık. Yani devlet katında muteber bir yanımız yoktu. Her gün ve her halde göğüs göğüse direniyorduk. Sonucun böyle olacağını bilseydim mahkeme salonunda donu da atleti de atardım kendi payıma.
Turgut Özal’ın fasitler için Şubat ya da Martta çıkardığı affa yapılan itirazla 1 Ağustos 1999’da dışarı çıkmış hayata karışmıştım. Bir Dersim Festivalinde misafir sanatçı arkadaşlarımızla Munzur kenarında sabahlamış, bütün arkadaşlarımı yatacakları yerlere yolladıktan sonra bir arkadaşımla şehir merkezine yürüyerek gelmiş, bir çay ocağında oturmuştuk. Yan masamızdan bir arkadaş kürsüsünü çekmiş yanımıza gelmiş ‘Abi beni tanıdın mı? diye sormuştu. Benim de illegal hayattan gelen bir alışkanlıkla isim hafızam hiç iyi değil. İçimden ‘eyvah yine çuvallayacağım’ diye düşünürken ‘ Abi sen Elazığ Askeri Cezaevi’nde bana şort dikmiştin’ der demez anlamış, kendisinin Dersim’de ne iş yaptığını sormuştum, o da karşıdaki lokantayı göstererek ‘orayı işletiyorum’ demişti, ‘hadi bize çorba ısmarla da diktiğim şortun karşılığını öde’ demiş lokantaya geçip beraber çorbamızı içmiştik. Elazığ 2 Nolu Askeri Cezaevinde beraber yattığımız Kava Davası’ndan Yusuf Emir hocaya diktiğim şort onlarca bermuda şorttan sadece birisiydi ve tahsilâtını çorbayla yapmanın keyfiyle başlamıştım Dersim’de yeni güne... Kim bilir diğer bermuda şortların diğer müsebbipleri ne zamanda nerede karşıma çıkacaklar...