Levent Köker
Tek yol devrim!
Sakın yanlış anlamayın, slogan atmıyorum, öyle olsaydı tırnak içinde yazardım. Benim kuşağımın çok iyi hatırladığından emin olduğum, tekrarlanma sıklığı kadar, “gerçekte vâr olduğu biçimiyle” sosyalist rejimlerin çöküşünün de etkisiyle, kulağa içi boşalmış bir lâf gibi gelen bu başlığı neden seçtiğimi açıklayarak başlayayım.
Mayıs seçimlerine doğru ittifaklar belirginleşirken, HDP/Yeşil Sol ve Emek ve Özgürlük İttifâkı, “statükoyu tahkim etme” ve “güçlendirilmiş parlâmenter sisteme geçiş” yollarının dışında, “demokratik cumhuriyet” kavramı ile özetlemeyi uygun bulduğum bir alternatif yol ortaya koymuştu. Bu “alternatif yol”, seçim döneminde “üçüncü yol” olarak da anılıyordu. Seçimler oldu, iktidar pozisyonunu korudu, “resmi muhalefet” dağıldı, “güçlendirilmiş parlâmenter sisteme geçiş” de, en azından şimdilik gündemden düşmüş gibi görünüyor. Buna karşılık, Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın ana gövdesini oluşturan HDP/Yeşil Sol Parti’nin “demokratik cumhuriyet” inşâ etmeyi hedefleyen çizgisi, ittifak içindeki sorunlara rağmen, varlığını koruyor.
Bu noktada sözü bağlamak istediğim yer şu: Türkiye’nin bugünkü sorunlarını çözme yolunda izleyebileceği tek yol var o da nihâyetinde demokratik cumhuriyet kavramı ile belirlenen yol. Bu yolun hayata geçirilmesi ise, bir devrimi ya da “devrimci bir dönüşümü” gerektiriyor. Statükoyu yâni otoriter başkancı rejimi tahkim etmek veyâ parlâmentarizmi restore etmek gibi alternatifler, seçim sonrası süreçte şu âna kadar yaşananların da gösterdiği gibi, aslında yol değil çıkmaz sokak.
DEVRİM KAVRAMI ÜZERİNE
Devrim, toplumsal ve siyâsî sorunları konuşurken sık sık başvurduğumuz bir kavram. Bilindiği üzere, bir tercüme. Batı dillerinde “revolution” olarak yerleşmiş olan terimin Türkçe karşılığı, eski Türkçe’de “inkılâb” veyâ bâzen “ihtilâl” de deniyordu. Hayli kapsamlı ve derinlikli bir toplumsal çalkantı, bir alt-üst oluş ve bunun sonucunda ortaya çıkan radikal bir dönüşüm gibi çağrışımları var. Kabaca, Marx’ı izleyenlerdeki hâkim kanaat devrimin, bir üretim tarzından farklı bir üretim tarzına geçişin olduğu. En tipik iki örnek, 18. yüzyıl sonlarında gerçekleşen Amerikan ve Fransız devrimleri. Feodalizmden kapitalizme geçişin siyâsî-hukukî yapıya yansıdığı, “burjuva devrimi”nin iki prototipi.
Devrim, bu yönüyle, toplumsal sınıflar arasındaki çatışma ilişkisinden soyutlanamayacak olan, ve bu çatışmanın içinde hâkim konuma gelmiş olan sınıfın gerçekleştirdiği bir dönüşüm. Tabiî, devrim dediğimiz siyâsî-hukukî dönüşümü gerçekleştiren bireysel aktörler veyâ örgütler mevcut ama bunlar, hâkim sınıfın temsilcileri veyâ düpedüz doğrudan onun adına hareket eden “ajanlar”. 19. ve 20. yüzyıllar boyunca, dünyâ üzerinde görülen ve “devrim” olarak nitelen olguların bir çoğunda net bir biçimde teşhis edilemeyen sınıfsal karakter karşısında, “tepeden devrim”, “öncü devrimci güçler” gibi kavramların geliştirildiğini de biliyoruz ki, Türkiye’nin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde de bu kavramların devrede olduğu pek çok çözümleme mevcuttur.
Marxist yaklaşımlarda ağır basan bu sınıfsal devrim kavrayışı, netîcede devrimin “siyâsî-hukukî üstyapı”da radikal bir dönüşüm olduğunu anlatmaktadır. Bu radikal bir dönüşümün nasıl kavranması gerektiği konusunda ise, yâni devrimin siyâsî-hukukî üst yapıda ne gerçekleştirdiği sorusunun cevâbı ise daha çok siyâset ve hukuk teorisiyle ilgilenen ve Marxist olmayan teorisyenlerin çalışmalarında belirginleşmektedir. Bunlar arasında ilk dikkât çeken isim Hans Kelsen’dir.
Kelsen, hukuku bir toplumda vâr olan, insan davranışlarının nasıl olması gerektiğini gösteren ve bunları müeyyide ile pekiştiren bir kurallar sistemi olarak kavramaktadır. Çağdaş anayasal devlet düzenlerinin veyâ aynı anlama gelmek üzere hukuk devletinin teorisyeni olan Kelsen’e göre her hukuk kuralının kaynağı bir başka hukuk kuralıdır ve bir kurallar sistemi olarak hukuk, bu kurallar arasında hiyerarşik bir ilişki olarak vâr olur. Buna göre, aşağıdan yukarıya doğru, örneğin yönetmelik-kanun-anayasa şeklinde bu kuralları sıralayabiliriz.
Burada, “devrim” kavramı açısından önemli olan basamak en üstteki “anayasa” basamağıdır. Kelsen’in yaklaşımına göre, anayasa da bir hukuk kuralıdır ve dolayısıyla onun da bir kaynağı olmalıdır. İşte bu kaynağı Kelsen, “temel norm” olarak nitelendirmekte ve bu temel normu, o hukuk sisteminin tarihî ilk anayasasında bulacağımızı belirtmektedir.
“Devrim”, Kelsen’in teorisi içinden baktığımızda, bir hukuk sisteminin varlığının kaynağı olan temel normun değişmesidir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşunda ortaya çıkan ilk “temel norm”, İngiltere Krallığı’na karşı bağımsızlıklarını îlân eden 13 “eyâlet”in, topluca kendilerini bağlayan bir normu yazıya dökmeleri ve bu normun artık bütün hukukun tek kaynağı olacağını kabûl etmeleriyle oluşmuştur ki, bugün de yaşayan en eski anayasa olan ABD Anayasası’dır. Kezâ, Fransız Devrimi, Tanrısal kaynaktan gelen “egemenlik” yetkilerine sâhip bir Kral yerine, insanların hür ve eşit yaratılmış oldukları kabûlü ile birlikte egemenlik yetkilerinin de hür ve eşit yurttaşlar topluluğu olan “ulus”a âit olduğunu benimseyen bir temel normu hayâta geçirmekle gerçekleşmiştir.
"KURUCU YASA"NIN DEĞİŞİMİ OLARAK DEVRİM
Bu kısa özet, kabaca, siyâsî-hukukî anlamda devrimin, hukuk düzeninin temel normundaki radikal bir değişim anlamına geldiğini gösteriyor. Aralarındaki târihî ve özgül farklar ne olursa olsun, Amerikan ve Fransız devrimlerinde, Sovyet Devrimi’nde de, 20. yüzyıl içinde gerçekleşen pek çok ulusal bağımsızlık hareketinde de gördüğümüz aslında böyle bir “temel norm” dönüşümü ki, Türkiye de bunun dışında değil.
Geçen haftaki yazımda, okurlar hatırlayacaklardır, anayasanın “teşkilât kanunu mu, kurucu yasa mı” olduğu üzerinde durmuştum. Bununla, Türkçe’deki anayasa teriminin târihî olarak, bir “teşkilâtlanma kanunu” olarak anlaşılmaya daha yatkın bir terim olarak kullanıldığını, buna karşılık aslında anayasa kavramının bir “kurucu yasa” niteliğinde olduğunun ihmâl edilmemesi gerektiğini vurgulamak istemiştim.
Konuyu Kelsenci terminoloji içinde düşündüğümüzde, anayasa teriminin, kanunların anayasa aykırı olamayacakları kuralından bildiğimiz gibi, bir normlar hiyerarşisini ifâde ettiğini ve bu nedenle de bir temel norm referansına sâhip olduğunu açıkça görebiliriz. Bu anlamıyla Türkiye’de, yukarıda değindiğim Amerikan ve Fransız devrimlerinde ve sonraki başka devrim örneklerinde gördüğümüz üzere, 1920-21’de bir radikal temel norm değişimi anlamında bir “devrim” yapıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
23 Nisan 1920’de açılan TBMM, kendisini “olağanüstü yetkilerle donatılmış” bir meclis olarak tanımlamış ve tanım uyarınca hareket ederek, adı “Türkiye devleti” olan yeni bir devlet kuran ve bu devletin hukuk sisteminin temel normu olarak “millî egemenlik” normunu ve bu normun muhtevâsını belirleyen “halkın kendi mukadderâtını bizzat ve bilfiil idâre etmesi esâsı”nı benimseyen bir “devrim” gerçekleştirmiştir.
"YENİ KURUCU YASA" İÇİN
Devrim üzerine yazmış en etkili düşünürlerden biri olan Hannah Arendt, “revolution” kavramını, iç savaş veyâ karışıklık, darbe, savaş sonrası değişimler vb. gibi bütün insanlık târihinde sınırsız sayıda örneğini gördüğümüz olaylardan ayırdetmeye çalışmış ve bu konuda bize çok değerli tutamak noktaları armağan etmiştir. Arendt’in devrim kavramını burada hakkını vererek özetleyemem ama şu kadarını zikretmek isterim ki Arendt, bir devrimden söz etmek için, üç şeyin gerekli olduğunu belirtiyor. Bunlardan birincisi, yeni bir başlangıç, daha doğrusu “târihin tekerrür etmesi” diye bildiğimiz klâsik döngüsel anlayışın aksine, tekerrürün dışına çıkan, o güne kadar görülmedik bir yenilik ortaya koyan bir başlangıç olmalı. İkincisi, bu yeni başlangıç, “baskıdan, tecebbürden kurtulma” anlamında bir “kurtuluş” u (liberation) içermeli ama, üçüncü olarak, hedefi “özgürlük” (freedom) olmalı.
Arendt, bu yaklaşımında devrimin esas unsurları arasında saydığı “özgürlük”ten kastı ise, toplumda yöneten-yönetilen ayrımının anlamsızlaşması anlamında “eşitlikçi” bir siyâsî birliktelik. Bunun açıklanması hayli uzun bir başka yazıyı gerektirir. Şu kadarını burada kaydedebiliriz ki, bir yurttaşlar topluluğunun eşit ve özgür irâdelerinin ürünü olan bir ortaklığı ifâde eden “cumhuriyet”, böyle bir “eşitlikçi özgürlük” rejimidir. Burada birey-yurttaş ile “devlet” ayrımı ortadan kalkar ki, Arendt’e göre gerçekten bir devrimden söz ediyorsak, hedef bu olmalıdır.
1921’e bu açıdan bakarsak: “Halkın kendi mukadderâtını bizzat ve bilfiil idâresi esâsına” dayanan yeni “millî egemenlik” devleti, aslında bu devrim tanımına çok yakınlaşmıştır. Buna karşılık, 1923-24 sonrasında, millî egemenliğin bu “eşitlikçi-özgürlükçü” esastan koparıldığını ve “saltanat-ı şahsiyye” yerine “saltanat-ı millîye” tanımıyla bir anlamda yeniden devletin mutlakiyetçi hâkimiyetine dönüş yapıldığını söyleyebiliriz. Arendt’in buna benzer bir yönde Fransız Devrimi için yaptığı eleştiriyi burada hatırlamamız da yerinde olur.
Bugün, Türkiye’nin temel sorunlarını çözebilmek için, yeni bir kurucu yasayı 1921’e benzer bir zeminde düşünmeye çalışmak gerekir. Bir önemli farkla: Tekil halk teriminin yerine çoğul “halklar” terimini ikâme etmeliyiz. 1921 koşullarında akla gelmeyen bu çoğulculuğun sâdece soykırım ve pogromlar târihinde kaybedilmek istenenler dâhil tüm halkları değil, aynı zamanda kadınları, LGBTI+’ları da içerecek biçimde anlaşılması gerektiğini kabûl etmeliyiz.
Böyle bir yeni kurucu yasa, Kelsenci anlamda bir devrim olmanın ötesinde, halkların özgürleşmesi ve nihâî ereği “eşitlikçi özgürlük” olan yeni bir başlangıç anlamında da bir devrim niteliğinde olacaktır. Pratikteki sorunlar, böyle bir devrimci dönüşümün öznesi olacak bireysel ve toplumsal aktörlerin mevcut olup olmadığı ve olanların da siyâsî gücünün etkilik düzeyiyle ilgilidir.
Her halükârda, böyle bir devrimci dönüşümün ve yeni kurucu yasa inşa etme sürecinin temel toplumsal taşıyıcısı bu ülkenin hâkim sınıfları olmayacaktır. İktidar blokuna her kritik momentte iştiyakla destek veren “resmî muhalefet”in de böyle bir vizyonu mevcut değildir.
***
Not: Bugün 12 Eylül, meş’um darbenin 43. yıldönümü. Hâlâ o darbenin anayasası ile yönetiliyoruz ve bu anayasa, 1924’teki “kurucu yasa”nın târihî zirvelerinden biri olarak karşımızda duruyor, bir önemli farkla: Toplumsal çoğulculuğun siyâsî yansımaları karşısında, kurucu yasanın son sığınağı olan “başkancı rejim” ile yaşamını sürdürebiliyor. Parlâmenter restorasyon, şimdi gündemden düşmüş olsa da, yine gündeme gelebilir ama bu sorunu çözemez, belki Arendt’in dediği gibi, restorasyon derken “revolution” kapısı açılabilir ve “yeni kurucu yasa”ya erişebiliriz.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.