Ümit Kardaş
Terezin'den Diyarbakır'a
2008 yılının Kasım ayı. Çek Cumhuriyeti'nde Prag kentine 60 km uzaklıkta bulunan kimsenin yaşamadığı Terezin'deyiz. Önce Terezin getosunda bacalı fabrika görüntüsünde iki krematoryuma götürülüyoruz. Daha içeri girmeden içimize bir acı çöküyor.
Geçmişin ağırlığı, kurşun gibi omuzlarımızda. 1942 yılının sonundan itibaren işkence, bakımsızlık, hastalık ve infazlar sonucu ölen insanların cesetlerinin yakıldığı binanın içinde doktor odasını ve insan bedenleri üzerinde araştırma yapmak üzere kullanılan tıbbî araç ve gereçleri görüyoruz.
Ardından cesetlerin yakıldığı ve içinde çok büyük iki fırının bulunduğu alana giriyoruz. Cesetlerin fırına sokulduğu sürgülü bir tepsi, fırının çıkışında küllerin toplandığı bir çekmece ve insan yağıyla dolan, zaman zaman temizlenmiş borular ve dumanları gökyüzüne pervasızca savurmuş baca. Sarsılarak buradan ayrılıyor ve Terezin anıtı olarak anılan, insanlığın vicdanını uyanık tutabilmek için işkence, ölüm ve zulmün tüm izlerini taşıyan ve aynen korunup bir müze olarak açık tutulan kaleye giriyoruz. 1780'de Elbe ve Ohre nehirlerinin birleştiği noktaya yakın bir yerde Avusturya İmparatorluğu'nu korumak amacıyla surların oluşturduğu kale ve savunma hattından meydana gelen bu yapıya İmparatoriçe Marie Therese'nin onuruna Terezin ismi konulmuş.
Savunma amaçlı olarak yapılan bu kale, daha sonra zindan olarak kullanılmış. Macaristan ve Prag ihtilallerine katılanlar, Prens Franz Ferdinand'ı öldüren suikastçı burada hapsedilmiş. Çek ülkelerinin 1939 yılı Mart ayında Almanlarca işgalinden sonra ordu ve yönetimin anlaşmasıyla 1940 yılında burada Prag Gestaposu'nun cezaevi kurulmuş. Buraya önce Karlsbad'lı Yahudiler, daha sonra muhalif Çek aydınları, işgale direnenler, Çingeneler ve savaş esirleri getirilmiş. 5 yıllık süre içinde 140.000'e yakın insanın tutulduğu ve on binlerce insanın işkenceden, soğuktan, beslenememekten, tifüsten, ateşli silahlarla yerine getirilen infazlardan öldüğü bir yerdeyiz. "Hayat Güzeldir" filminin çekildiği 100 kişilik tek tuvaletli yere 400 kişinin depolandığı toplu ve tek kişilik karanlık hücreler, erimiş yüzleri, korku dolu bakışlarıyla soğuktan titreyen insanları hayal ettiğimiz avlular, kurşun izlerini taşıyan duvarlar, idam sehpası gözlerimizin önünde.
ARBEIT MACHT FREI!..
Başınız ister istemez öne düşüyor. Toplama kampının girişinde Almanca "Arbeit macht frei" (Çalışmak özgürleştirir) yazısını görüyorsunuz. Daha sonra aynı alanda oluşturulmuş bir binaya giriyorsunuz. Ölüme gönderilmeyi bekleseler de camla örtülü bölmelerde insanların hayata dair beklentilerinin, umutlarının izlerini görüyorsunuz. Kadın çorabından bir bebek, umuda bir sesleniş, aydınların ve direnişçilerin mücadeleleri. Tonlarca kadın saçı, yakılan insanların külleri. İnsanlığın karanlık yüzünün ve faşizmin yok edici militarist aygıtının teşhir edildiği insanlığa yol gösterici, ders verici bir müze. Terezin kampını başta Almanya olmak üzere Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelmiş lise öğrencileriyle birlikte gezdik. Bazen toplumlar yollarını şaşırabilir, faşizmin, sonunda kendilerini vuran yok ediciliğini fark edemeyebilirler. Ancak yaşananlardan ders çıkaran toplumlar barışı, unutma üzerine değil yaşananlarla yüzleşerek ve asla unutmayarak kurmuşlardır.
ACILI DİYARBAKIR
İşte faşizmi derinden yaşamış bu ülkelerin gençlerini orada görünce bir an kendi ülkemi, 1980-1981 yıllarında görev yaptığım Diyarbakır'ı düşündüm. 12 Eylül 1980'in hemen sonrası, binlerce insan gözaltında. 90 günlük gözaltı süresince sadece Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı gözaltı merkezinde değil, bu komutanlığa bağlı Mardin, Urfa, Siirt, Hakkari illerindeki tugay merkezlerindeki gözaltı yerlerinde yapılan işkenceler ve meydana gelen ölümler. İşkence ve ölümlerin meydana geldiği yer sadece Diyarbakır değildi. Kuşkusuz sıkıyönetim komutanlığının ve cezaevinin Diyarbakır'da olması nedeniyle buranın daha çok konuşulur olması doğal. Ancak bu komutanlığa bağlı illerdeki komutanlıklarda da işkence yapılmakta ve işkence sonucu ölümler meydana gelmekteydi. Bölge, Kürt kimliğinin ve dilinin inkârının ötesinde Kürt varlığını aşağılama ve bedensel olarak da yok etme anlayışına dayalı faşizminin pençesi altındaydı. Askerî yönetim tüm uygulamalarıyla PKK'nın propagandalarını doğruluyordu. Suçlu, suçsuz halka yönelik faşist uygulamalar dağa çıkan genç sayısını artırıyor, PKK'nın halk içinde taban bulmasını hızlandırıyordu. Askerî yönetimin anlamak istemediği, bu uygulamaların bir fırtına biçmekte olduğuydu. Özellikle 1990'lı yıllarda yargısız infazlarla öldürülen insanların bedenlerini çeşitli yöntemlerle yok eden JİTEM uygulamalarıyla 12 Eylül faşizmi doruğuna varıyordu. Bugün bölge için çok önemli bir simge olan Diyarbakır Askerî Cezaevi'nin cezaevinin tıpkı Terezin gibi bu cezaevinde ve bölgede yaşananları ortaya koyacak şekilde bir müzeye dönüştürülmesi insanî ve vicdanî bir görev.
Açılım politikalarıyla barışa doğru yolu açabilecek gibi gözüken partili cumhurbaşkanında tecessüm eden AKP iktidarı 7 Haziran 2015 seçiminden sonra Kürt sorununun çözümünde devletin klasik güvenlik politikalarına dönerek şiddet ve baskı yöntemiyle ağır insan hakları ihlallerine neden oldu.Kürtlerin seçtikleri parti başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları; kurdukları partilerin il başkanları, ilçe başkanları, beş bine yakın kadrosu seçmenlerinin iradesine aykırı olarak siyasetin dışına çıkarılıp tutuklanmış durumda. Özellikle eşbaşkanlar Selahattin Demirbaş ve Figen Yüksekdağ’ın tutuklanmış olmaları durumu daha da vahim hale getirmekte. Gelinen noktanın barışa yoluna tekrar geri dönmeyi zorlaştırdığı,toplumu ayrıştırdığı, bir arada yaşama ve biz olma duygusunu yok ettiği ortada.
Evet barış için öfkeyi dindirmek, intikamcı duygulardan uzaklaşmak, barışçı bir dil kullanmak gerekmekte. Ancak bunun unutmayla bir ilgisi bulunmamakta. Öfkeyi de, intikamı da durduracak olan şey geçmişin izlerini yok etmek değil, aynı acıları bir daha yaşamamak ve yaşatmamak için o izler üzerinde, o izleri gelecek kuşaklara da aktararak yeni bir gelecek kurmak. Kaldı ki unutmaya dayalı bir barışın kalıcı olması mümkün değil. Unutmayalım; izleri yok etmeyelim ki, bunları yaşamayan gelecek kuşaklar bir daha aynı acıları yaşamasınlar ve kimseye yaşatmasınlar. Öfkemizi, intikam duygularımızı dindirecek olan da bu "bir daha asla" uyarısıdır. Unutmayalım. Asla unutmayalım.