Şenay Aydemir
The Holdovers: Geride kalmayanlar
Ken Burn ve Lynn Novick ikilisinin meseleye dair yapılmış en iyi film olan on bölümlük “Vietnam Savaşı” belgeselinde savaşın ABD toplumunda yarattığı kırılma, hayal kırıklığı ve travma kapsamlı bir biçimde ele alınıyordu. “Nebraska”, “Senden Bana Kalan”, “Sideways”, “Schmidt Hakkında” gibi yapımlara imza atan Alexander Payne’in son şahikası “Geride Kalanlar”da (The Holdovers) da bu savaşın gölgesini filmin üzerine düşürmesi anlaşılır hale geliyor bu bilgiyle.
Çünkü Payne filmlerinde karakterler farkında olmadan ABD’ye özgün çeşitli travmalardan mustariptir. Kanımca yönetmeni ve tabii ki birlikte çalıştığı senaristleri özel kılan şey “güzel kaybedenler” hikayesi anlatırken tarihselliği ihmal etmemeleri. “Geride Kalanlar”, 1970 yılının Aralık ayında açıyor perdesini. New England’ta prestijli bir yatılı okul olan Barton Akademisi hikayenin ev sahibi. Okulun pek de sevilmeyen, tarih öğretmeni Paul Hunham’a okul yönetimi Noel tatili nöbeti yazar. Onunla birlikte yemekhane sorumluğu Mary Lamb de okulda kalacaktır. Ancak, beklenmedik bir şey olur ve anne babasının ilgisizliğinin kurbanı olan ‘zengin çocuk’ Angus Tully de bu tutsaklar listesine eklenir.
Travmalarını, yalnızca kendisinin değil ülkeninkilerle birlikte 2. Dünya Savaşı sonrasındaki gençlik döneminde inşa etmiş, kötü olduğu için değil, kendisini korumak için huysuz birisi aslında Paul. Malcom X, Martin Luther King’in daha yeni öldürüldüğü, 68 hareketiyle Siyah mücadelesinin birlikte gittiği bir dönemde oğlunu Vietnam’da kaybetmiş Mary’nin travmaları da ülkeden bağımsız değil kuşkusuz. Paul ise bireysel hazların, mutlulukların peşinde koşmanın biricik hayat formu olarak dayatıldığı bir toplumda ‘bir başına’ sudan çıkmış ak balık gibi kalan ve huysuzlukla bunu dışa vuran bir başka ‘kaybeden’.
Payne filmleri ‘kaybedenler’ anlatısıdır evet. Çoğu klişe unsurlar da barındırır içinde. Ama onun filmlerini benzerlerinden ve ana akımdan ayıran çok belirgin özellikleri vardır. “Geride Kalanlar” da bu özelliklerden fazlasıyla nasibini alıyor. İlk olarak yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, onun filmlerindeki karakterlerin ‘kaybedişleri’ kendiliğinden değildir. Kişisel travmalar gibi görünseler de aslında hep toplumsal/ tarihsel bir arka planı da görürüz biz seyirci olarak. Seyirci olarak diyorum çünkü çoğu zaman karakterler içinde bulunduğu durumu anlamlandıramaz ama yönetmen seyircinin anlamlandırması için alan açar.
Onun karakterleri neden mutsuz olduklarını bilmedikleri gibi, finalde niye kendilerini daha iyi hissettiklerini de anlamazlar. İşte Payne filmlerini sihri de biraz burada yatar. Benzer anlatıların çoğunda karakterlerin hayatları değişir. Anneleriyle barışırlar, iş bulurlar, sevgilileri geri döner, yeniden takıma katılırlar… Bir başarı sonrası gelir ‘mutluluk’. Oysa Payne’in karakterleri çoğu zaman başladıkları yerdedir. Değişen şey hayatları değildir, bir başarı kazanmamışlardır. Kendileri değişmiştir o kadar. Ama bunu yaparken de mucizeye, bireysel efora, ‘hak etmeye’ odakla anlatılardan farkla bir şey olmuştur. Temas eden insanların çatışması bir şeyleri harekete geçirir. Bu temas giderek daha samimi, daha içten hal aldıkça yeni bir ben çıkar ortaya. Değişim, bir ‘kişisel gelişim’ ihtiyacı değil hayatın diyalektiğidir aslında bu filmlerde!
İşte bütün bunlar “Geride Kalanlar” için de geçerli. Kalabalıklar içende geçmişini düşünmekten kaçmayı başarmış Paul, yalnızca oğlunun kaybının değil bir siyah olarak yakın dönemde yaşadıklarının yasını doya doya yaşayamamış Mary ve ancak kötü davranırsa saygı görebileceğini sanan Angus’un Noel tatilinde önce kendi kendilerine, sonra da birbirleriyle kalmaları yetiyor aslında yeni bir ben için. İçine düştüğü savaş batağında giderek yozlaşan bir ülkeden kampusun içine sızanlardan payını almış bu üç insan, kapılar biraz dışarıya kapanıp da kendi kendilerine kaldığında yeniden inşa fırsatı da buluyor karakterlerini. Üstelik dediğim gibi bir yanıyla öyle görünse de Paye klişeye düştüğü anlarda bile yeni bir yorum yapmayı, başka türlü ifade etmeyi beceriyor.
Yönetmenin daha önceki yapıtlarında olduğu gibi “Geride Kalanlar” da tam bir oyuncu filmi. Daha önce “Sideways”de birlikte çalıştığı Paul Giamatti’yi gördükten sonra başka birisini Paul karakterinde hayal etmek imkansızlaşıyor. Umuyoruz ki, Mary karakteriyle harikalar yaratan Da'Vine Joy Randolph pazar gecesi hak ettiği Oscar heykelciğini kazanacak. Ve ilk filmde harikalar yaratan Dominic Sessa’yı belli ki daha çok duyacağız.
“Geride Kalanlar” yalnızca bir dönem filmi değil. Hatta daha çok bugüne dair bile denilebilir. Çünkü bir devamlılığa da işaret ediyor. 1970’lerden bugüne ABD toplumunu travmatize eden birçok şeyin devamlılığına. Buna rağmen tam bir ‘kendini iyi hisset’ filmi var karşımızda. Gücünü de hem karakterlerin hem de seyircinin kendini iyi hissetmesi için özel bir şey yapmasının gerekmemesinden alıyor.