Aydan Gülerce
TÜRK, KÜRT, RTÜK ve ÜRTK
Geçen haftaki yazımda modern ulus-devlet rejimlerinin, özellikle de “heterojen” toplumların kaotik başlangıçlarında, birliği sağlamak için “milliyetçilik” gibi popülist söylemlere başvurmalarının olağanlığına değinmiştim. Yönetsel başarısızlıkları ve yetersizlikleri arttıkça da “homojenleştirme”, dirlik ve düzen amacıyla devletin kontrol aparatlarını sıklıkla ve giderek “sertleşen” baskıcı, otokratik, despotik ve faşizan yöntemlerle kullandıklarını da eklemiştim.
Cumhuriyet’in siyasi tarihinin bir asırlık inişli çıkışlı, sağa sola salınımlı, oraya buraya çarpmalı ve darbeli seyrinden sonra, bugün vermekte olduğu genel tablo, son tahlilde, tam da böyle bir yönetsel başarısızlık anlatısı. Hemen her gün de artık bunun bir dolu göstergesi ile karşılaşıyoruz. Bu yazıda geçtiğimiz hafta aynı gün içinde yaşanmış ve parça parça gündemleri oluşturmuş bir avuç örnek henüz belleklerde taze iken birazına biraz değineceğim.
TÜRK
Türklük Cumhuriyet tarihi boyunca sıkıntılı olmuş bir kavram: Nedir, ne değildir, ne olmalıdır? İkinci yüzyıla geçerken de hala çözülememiş ve kilit toplumsal meselelerimizden biri olmayı sürdürüyor. Kaşgarlı Mahmud’tan başlayan (“Türk adını veren Nuh’un oğluna veren Ulu Tanrı’dır”) ‘Türk Müslüman anlamındadır’ tartışması bitmiyor.
Keza, “Türk = türeyük = türemiş = türetilmiş = doğmuş = yaratılmış = insan” argümanı 17.000 yıl öncesinden günümüze taşınıyor. Oğuzlara Müslüman Türk anlamında Türkmen denildiği öne çıkarılıyor. Bu tarihsel verilerde ve milliyetçi duygularla Türk terimine güçlü, sağlam, çevik, iyi, yiğit, alçak gönüllü, adaletli, vb. muhtelif olumlu sıfatlar atfetmekte de herhangi bir sıkıntı yok.
Fakat esas sorun Atatürk’ün "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir" anlayışını yadsımaktan çıkıyor. Yani, ortak bir tarihî mirası, coğrafyayı ve birlikte ortak yaşam arzusunu paylaşan insanların yurttaş/vatandaş olarak Türkiye halkını oluşturduğuna yapılan itirazdan. Dolayısıyla, Türklüğü çoğulcu ve eşitlikçi demokratik çağdaş yaşam biçimine uygun bir sosyokültürel “şemsiye kategori” olarak görebilme siyasî gelişmişliğini ve ahlakî olgunluğunu gösterememek anlamına geliyor. Onun yerine, halkın birlikte güçlü bir millet olarak bir arada yaşaması için “tarihsel-coğrafî-siyasî-sosyal bir bağlaç” işlevini gören yurtseverlik duyguları sömürülüyor. Postmodern “ırkçı ve/ya dinci özcü kimlik siyasetleri” için araçsallaştırılıyor.
İşte bu da yine liyakatsiz siyasetin yetersiz yönetsel becerisini gizlemeye, kapatmaya çalışmasının bir ifadesidir. Yani ”erk-siz eril rejim” anlayışının yaşayan toplumu “hastalıklı milliyetçilik” ideolojik söylemine hapsetmek çabasıdır. Başka bir deyişle de, kendi güçsüzlüğünü ve çaresizliğini kompanse edercesine “ötekine yansıtan” ve nefret kusan “patolojik narsisizm”dir. Böyle bir faşizan zihniyet zaten en başta da hem kendinin, hem de korumaya ve savunmaya çalıştıklarının özgürlüğünü ve bekasını sabote eder.
Nitekim, “Akşener krizinin” artçıları hala sürmekteyken İYİP’li Aliağaoğlu’nun çıkışı bunun tipik bir örneğini teşkil etti. Elbette, bu çıkışın, Kılıçdaroğlu’nun ortak CB adaylığına 3. İttifak’tan da gelen destek ve HDP’nin ana bileşeni olması üzerine gelmesi tesadüfî değil. Salt bu adaylığın Millet İttifakı’ndaki İYİP’ye “dayatılmış” olduğu meselesi yeniden kurcalanıp köpürtülmüyor elbette; esas milletin “hassas “Türklük-Kürtlük sinir uçları”nı dürtüyor.
Böylece AKP’nin Türk siyasetine kazandırdığı ve Arınç ile de bolca pratiğini yaptığı, parti içinde “iyi polis/kötü polis” taktiğini de deniyor. Anti-demokratik iktidar karşısında güçlenmesi şart olan muhalefetin desteklenmesi elzem iken, hem dayanışma yerine “bölücülük” işlevi görüp, hem de bunu “öteki”ne atfetmesi, tıpkı “pusu kuruldu dili” gibi, şaşılacak bir durum değil. İYİP’nin üçüncü parti olma emelleri önünde de bir engel veya ciddi rakip olarak hızla büyüyen HDP’yi karşıtına alarak “bağımlı-siyaset” yapılması ise anlaşılır.
KÜRT
Kaldı ki bu ülkede sık rastlanabilen “Müslüman olmayan Türk'e Türk demeyiz, Müslüman olmayan Kürt'ü insandan saymayız” gibi bir söylem 21.yy da gelişmiş demokrasilerde “nefret suçu” kapsamında.
Öte yandan, bilindiği gibi HDP de tıpkı AKP gibi ‘80lerde dünyaya hızla yayılmış “postmodern kimlik politikaları” dalgasıyla birlikte vücut bulmuş bir parti. Yani AKP nüfusun çoğunluğu Sünnî Müslüman ve toplumsal yaşama egemen olan bu ülkede “din/mezhep milliyetçiliği”, HDP de marjinde kalmış ve ötekileştirilmiş Kürt kimliği üzerinden “etnik milliyetçi” siyaset yaparak yola çıktı. Her iki parti de geçtiğimiz yıllarda farklı biçimlerde evrildi. AKP 20 yıldır iktidarda kaldı. HDP ile de siyasi mühendislik yolları zaman zaman kesişti. Bugün ise “dışlandığı” ve cezalandırıldığı malum.
Demirtaş’ın yerel seçimlerden bu yana parmaklıklar arkasından mektuplarında demokratik, bütüncül ve barışçıl Türkiye mesajları yeterince açıktı. Geçen akşam, Sancar da oldukça net biçimde iktidarla uzlaşmalarının olanaksızlığını vurguladı. İma yoluyla da olsa bazı özeleştirilerde de bulundu. Bölgesel bir Kürt partisi değil, geniş Türkiye partisi olduklarını bir kez daha deklare etti. Kapatılmaları halinde de Yeşil Sol Parti adıyla TBMM’de meşru siyaset yapacaklarını bildirdi. Yine de HDP başta Cumhur ittifakı olmak üzere koyu Türk, İslam veya Türk-İslam milliyetçi siyasi partiler nezdinde, sırtındaki “terör örgütüyle eşleştirilme ve bölücülük” yükünden kolay kurtulacağa benzemiyor.
Türkiye’nin demokratik toplumlaşabilmesi için iktidar/muhalefet/toplum tüm eril egemen siyasetin bir an evvel toplumsallaşması, yani sivilizasyonu (nam-ı diğer “yontulması”!) gerekiyor.
RTÜK
Yine aynı gün, iktidarın kullanışlı aparatlarından olan RTÜK (Radyo Televizyon Üst Kurulu) önceki yığınla haksız ve ayrımcı uygulamalarından sonuncusunu duyurdu. Aşırı yozlaşmış ve liyakatsiz iktidar yandaşı medya karşısında önemsiz kalan bazı ayrıntılarda eleştirilebilse de iktidar karşıtı, halkın en kapsamlı, doğru ve doğrudan haber alma organı olmuş Halk TV’ye eften püften bir bahaneyle program kapatma cezası verdi.
Öte yandan, Türkiye’nin mevcut sefil haline gelmesinde tüm medyanın rolünün çok büyük olduğu kanaatimi yıllardır koruyorum. Hatta bence 4. bile değil, 1. güç konumunda artık. Bilinçli veya bilinçsizce son derece manipülatif bir aracı kurum.
Özal’ın “Anayasayı bir defa delmesi” ile çok kanala geçildiğinden bu yana da üstelik “çok sesli” görünümüyle hızla “tek tipleşti.” Bazı kalıp formatlarla kötü Amerikan taklidi oldu ve iyice vasatlaştı, hatta adileşti. Oralardaki etik ve nitelikli gazetecilik örneklerinden de yeterince öğrenmedi.
Bence en eleştirilmesi gereken yanlarından biri de, hem halkı sıklıkla “balık hafızalı” olmakla suçlayıp, hem de esas kendisinin baş görevi olan “toplumsal hafıza” konusunda kendini özdenetimle düzeltip iyileştirememesi. Örneğin, haber, olay ve toplumsal sorun takipleri zaten yeterince yapılmıyor. Haberlerde adı geçen ilgili kişi veya kurumlar hakkında genç veya bilgisiz okuyucu için geçmiş veya bağlam bilgilendirmesi de yapılmıyor.
Keza, ilk kez oy kullanacak olan üniversite öğrencileri arasında bile, çok genel ve önemli kurumların sıklıkla kullanılan kısaltmalarının isimlerinin açılımını, ne iş yaptıklarını bile bilmeyenler var.
Salt bunlar bile “apolitik” denilen gençlerin ve “cahil” denilen halkın kendini doğrudan ilgilendiren meselelerden yabancılaşmalarına, kurumsal ve toplumsal siyasetten dışlanmasına, soğumasına ve tartışmalara katılamamasına yetiyor. Tabii bu arada, kanallarda hemen herkes “ankorman”, duyumcu, yorumcu, çoğunlukla da yargıcı ve infazcı, vs. Kurumsal devamlılık da yok.
Velhasıl, yeni yönetim veya demokratikleşme döneminde tıpkı YÖK gibi, kurumlar arası eşgüdüm, etik ve liyakat standartları açısından nitelik yükseltici bir ulusal kuruluş işlevi kazandırılmak üzere, RTÜK de ciddi biçimde elden geçirilmeli.
ÜRTK
Başlıkta da kullandığım ÜRTK ise “ürtiker” kısaltması filan değil tabii. Gerçi mevcut toplumsal sorunlar ve baskıcı yönetimler karşısında ürtiker (halk dilinde kurdeşen) bu toplumda aşırı yaygın. Çünkü yine çok yaygın olan “baskıcı otorite, sistematik kurumsal bezdirme, temel insan hakları ihlalleri ile başa çıkma biçimi olarak psikosomatizasyon” kullanılıyor. Ancak ondan çok daha ciddi bireysel ve kolektif bir sorunsala dikkat etmek için şimdi özellikle uydurdum.
Açılımı ise şöyle: Ürkek Rejimlerin Travma Kaygısı. Bunu kavramak için yine yazının girişindeki ve önceki yazılarımın bağlamına kısaca dönelim.
Demokratikleşme tüm modern ulus-devletler için aynı zamanda da bir özerkleşme ve toplumlaşma sürecidir. Bunlar da bir yandan feodal devletin siyasi rejim pratiklerinden, diğer yandan da sosyal yaşamın dinî düzenlemelerinden sivilizasyon ve sekülerleşme demektir.
Her iki süreç de önce öncekilerden “ayrışma” ve birbirleriyle de müzakerelerle “diyalojik bütünleşmeye” doğru, paralel seyrederler. Bunlardaki yönetsel eşgüdümsüzlük ve/ya tarihsel eşzamansızlık toplumsal anomaliler doğurur.
Her iki süreç de “doğum travması” (Rank) gibi ciddi ve radikal kopuşlarla başlar. Elbette edilgen halkın güçsüzlüğü “yenidoğanın çaresizliği” (Freud) kadar en yüksek seviyede olmasa da, aşırı güçlü (omnipotan) konumundaki modern rejim yönetimi de “tecrübesiz ve kaygılı”dır (Klein). “Yeterince iyi” (Winnicott) ulus-devlet yönetimlerinin en birincil başarısı da nitekim kurtuluş travmalarını oldukça hasarsız atlatabilmeleridir. Bu da kuruluş düzenlerini sağlam toplumsal temellere dayanan anayasal düzenlemeler ile sağlayabilmeleri ve en kapsamlı toplumsal ittifakları sürdürebilmeleri ile olur.
Aksi takdirde ve Cumhuriyet örneğimizde de olduğu gibi, rejimler ürkek ve bölünme, parçalanma, yok olma (beka) kaygılı ve travmaya hassas kalır. Giderek de iktidarsız (empotan), erk-siz olur. Ayrıca, kırılgan uluslaşma, toplumlaşma serüvenleri de hem belirli örüntülerle tekrarlanan (“tarihin tekerrürü”!), hem de bir yandan takıntılarını aşmak için yeni olanaklar(“tarihi fırsat”!) sağlayan toplumsal krizlere gebe kalır. En ufak doğal, uluslararası veya ulusal stres karşısında panikler ve dağılır.
Nitekim Türkiye’nin yaklaşan kritik seçimi, rejimin uzunca bir süredir saplanıp debelendiği “demokrasi/anti-demokrasi paradokslu kararsız dönemi”nden çıkabilmesi ve bu kemikleşmiş anlatısını noktalamak için adeta “nihai fırsat” olabilir.
Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.