Bakiye ve Bekâ

Güvensiz, ezik ve endişeli bırakılmış ulusun, olumladığı Tek Adam Sistemi, Osmanlı bakiyesi çoğul ve heterojen millete, “patolojik milliyetçilik”, “istismarcı siyasi İslam” ve “yobaz ve dinbaz ahlakî” söylemleri ile homojen bir kurgusal “öz” dayatıyor.

Türkiye’nin “yüzüncü yıl seçimi” için geri sayım başlamış durumda. Dış dünya da, iç dünya da bu seçimi ve sonuçlarını merakla bekliyor. Dahası, demokratik bir seçim olup olmayacağı ve sandık güvenliği gibi konular da epeydir konuşuluyor. Zira, mevcut iktidarın devlet aygıtlarını çıkarları doğrultusunda ve sonuna kadar kullanmaya devam edeceği artık iyi biliniyor.

Erdoğan bir yandan “davamı tamamlamak için”, “fanîyim”, “hakkınızı helal edin”, vb. diyerek halktan “son bir dönem daha” istiyor. Diğer yandan da Cumhur İttifakı bunu garantilemek gereksinimiyle abuk, ürkütücü ve yıkıcı ortaklıklar ile genişletiliyor.

Akıl almaz ve fakat gayet de olası endişe verici senaryolar sıklıkla gündeme geliyor. Özellikle de, kurumsal ve toplumsal muhalefetin bunlara karşı hazırlıklı olmaları gereğinden çaresizce söz ediliyor.

YÜZ YILLIK HAZIRLIK

Kısacası, bir yanda geleceğinden endişe edilen devlet ve diğer yanda onun giderek yetersiz yönetil(eme)mesine tanıklık edenler. Pür dikkat kesilmiş, medyanın artık sıcak bile değil, fokur fokur kaynattığı siyaset haber-duyum-yorumlarına kilitlenmişler. Kırkı çıkmış büyük depremin enkazı altında kalmışlar. Onun ardından gelen doğal ve toplumsal felaketlere rağmen halâ sesini devlete duyuramayanlar. Son umutları da sellerle akıp gidenler. Ve birbirinin yaralarını sarmaya, derdine derman olmaya çalışanlar.

O halde, OHAL koşullarında yapılacak olan bu çok kritik ve bıçak sırtı gibi çekişmeli seçimin salt muhalefet ve iktidar çifti arasında geçeceği söylenemez. Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletinin yüzüncü yıl seçimine tam bir asırdır nasıl hazırlanmakta olduğu ihmal edilemez.

ULUS-DEVLET

Elbette “koskoca ulus-devletin” tarihçesi de birkaç satırla özetlenemez. Fakat artık bu ülkenin her aklı başında yurttaşının bildiği ve gördüğü de bilmeyen gençlerden esirgenemez.

Çok kısaca, “ulus-devlet yönetim modeli”nin ortaya çıkışının 1789’daki Fransız İhtilali’ne dayandırıldığı malum. 19. yüzyıl boyunca diğer ülkelere de, o devre egemen monarşik devlet düzeni terk edildikçe, geniş çapta yayıldı. Yani, bu süreç feodalizmden kapitalizme geçiş, sanayileşme ve modernleşmeyle birlikte seyretti. Çin, Babür, Portekiz, Roma Cermen, Rus ve Osmanlı gibi imparatorluklar parçalandı.

Tabii “ulus mu, yoksa ulus-devlet yönetim sistemi mi daha önce vardır?” sorusu siyaset ve toplum bilimcilerin kafasını hala meşgul ededursun. Oysa bu konu eleştirel psikodinamik-dönüşümsel toplum çözümlemelerim açısından “tavuk mu-yumurta mı?” sorusu gibidir. Her halükarda, her ikisi birbirlerini ilişkisel olarak kuran ve gündelik yaşam pratiklerinde iç içe geçerek olumlayan kavramlardır. Aralarındaki etkileşim paradoksal ve çoğu zaman da çatışmalıdır. Çünkü zaten başlangıç koşulu olarak asimetrik ve hiyerarşiktir. Bazen de hayli ironik ve patolojik olabilen simbiyotik bir ilişkidir.

Özetle “uluslaşma” bir özerkleşerek güçlenme serüvenidir. Ahali aynı coğrafî-siyasî sınırlar içinde hem “dışardan” bağımsızlık, hem de “içerde” özgürlük ve otonomi talep eder. Fırsat buldukça da kaotik ve başına buyruktur. Hatta isyankârdır. Çünkü kendi “kader planını” kendisi tasarlamak ve dahil olmak ister. “Devlet” ise tanımı gereği regülatif, normatif ve denetleyicidir. Toplumsal düzeni sağlamakla yükümlü olan, yetki ve sorumluğu ne zaman kimlerle ne kadar paylaşacağına karar veren ilk ve tek otoritedir.

Ulus-devlet aynı zamanda da başka bir modernite ürünü olan “liberal demokrasi” ile uyumlu bir “sosyal düzen” projesidir. Bu sebeple, yönetimler muhtelif maddî ve manevî kaynaklarını, özel/kamusal organları eli ile kullanırlarken, bireylerinin ve toplumsal ağdaki kurumlarının özerkleşmesine ve özgürleşmesine öncelik vermek durumundadır.

Ancak bunu gerçekleştirebildikleri ölçüde, yurttaşlarının her hangi bir dayatmacı “ulusal üst kimliğe” bile bağımlı kalmaksızın, yani kendi arzuları ve özgür istençleri ile, devlet yöneti(şi)mine ve ortak kamusal yaşama sorumlu katılımları da artar.

Son tahlilde, tarihin akışında oluşan kolonyalizm, emperyalizm, kapitalizm, komünizm, sosyalizm, faşizm, nasyonelizm, liberalizm, semitizm, İslamizm, popülizm, vb. anaakıntılarda ve bunların “anti-”leri, “neo-“ları ve “post-“ları gibi irili ufaklı dalgalarında ne şekilde sörf yaparlarsa yapsınlar, bireysel-kolektif demokratikleşmenin kendi ilkeleri ve anlatısı değişmez.

Toplumsallaşan bireyler toplumlaşmanın gerekçeli önkoşullu gereği olarak, karşılıklı ve eşgüdümsel iletişim ve yönetsel normlarını içselleştirdikçe, devletin de onlar üzerindeki “düzenleyici ve denetleyici” rolü azalır. Dolayısıyla, baştan asimetrik olan ilişkide simetri sağlanır. Simbiyotik ilişki zayıflamaz, kopmaz. Tersine güçlenir.

BAKİYE VE BEKA

Nitekim geçtiğimiz yüzyıldan öğrenmemiş olamayız. Ulus-devletlerin toplumlaşması bağlamında iktisadî-sosyal-siyasî yönlerden başarısız olmuş pek çok örnek var. Çünkü, feodal ve patriyarkal sosyal düzenin monarşik devlet geleneklerini sürdüren, yani iktidarları yönetsel alışkanlıklarını tarihin akışı ile birlikte dönüştüremeyen ve çağdaşlaşamayan ülkelerin başarılı oldukları asla söylenemez. Nitekim bunu en başta da kendi toplumsal dönüşüm tarihimizde yaşayarak kavramış olmalıyız.

Elbette bazı ulus-devletlerin yıkılmış imparatorluklardan kalma nüfus ve diğer “bakiyelerinin” bazı psikososyokültürel yönlerden homojen veya benzeşik oldukları için daha şanslı başlangıç yapmış oldukları düşünülebilir belki.

Bunlar malum, din, mezhep, dil, etnisite, ahlaki değerler, estetik ölçütler ve geleneksel kültürel alışkanlıklar gibi toplumsal ve yönetsel iletişimi kolaylaştırıcı unsurlardır.

Ortak coğrafyadaki nüfusu birbirine bağlayıcı, ait ve sorumlu hissettirici önemli hususlardır. Millet bu bakımlardan ne kadar heterojen veya dağınıksa, devleti yönetenler de birlik ve beraberliği sağlamak açısından o kadar zorlanırlar. Zaten yıkılma travmalı ve yok olma kaygılı devletlerin en birincil önceliği de “bekâ” meselesidir.

Böyle durumlarda ve giderek doz aşımı olacak şekilde, koruyucu, kollayıcı, savunucu, aşırı evhamlı, anti-demokratik, otokratik, despotik ve faşizan iktidarların “üretilmesi” işten bile değildir.

Ülkenin havası zaten yeterince kasvetli. Öyleyse Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletinin yüzyıllık, dönemli ve aşamalı hikayesini şimdi ima bile etmeyelim. Başka bir deyişle, bizim “Bakiye ve Bekâ” simbiyotik çiftimizin romantik-modern-postmodern aşk hikayesinin seyrini şimdilik burada bırakalım. Önümüzdeki önemli doğum günü için birbirlerine nasıl bir “sürpriz” hazırladıklarını merak etmeye devam edelim.

SÜRPRİZ HEDİYELER

Bu arada, gelin size yine 20. yüzyıl başlarında yazılmış başka bir klasik aşk hikayesini hatırlatayım. William Sydney Porter ismi belki daha az okuyucuya tanıdık gelebilir. Fakat O. Henry mahlasını kullanmış olan yazar ve onun “The Gift of the Magi” (Magi’nin hediyesi) öyküsü oldukça iyi bilinir. Çok özet olarak şöyle:

Della ve Jim fakir fukara bir çifttir. Della Jim’e sürpriz bir yılbaşı hediyesi planlar. Uzun saçını kesip satar ve o parayla Jim’in cep saati için platin bir zincir satın alır. Jim akşam eve gelip Della’nın kesik saçlarını görünce çok üzülür. Tabii Della da sebebini söyler ve ona hediyesini verir. Bilmem Jim’in üzüntüsü kaça katlanır. Zira Jim de köstekli saatini satmış ve Della güzel saçları için (kaplumbağa kabuğundan yapılma ve mücevherli!) bir tarak satın almıştır.

Durup dururken bu çağrışımım kimi okuyucuya hayli uçuk gelmiş olabilir belki. Olsun; “eleştiri” bilmeyen, sevmeyenler için alternatif bir hoşluk olsun. Kim bilir, belki sürekli olarak “iyi niyet/kötü niyet” okuma uzmanı olmuşlar için biraz ironik bir düşündürücü bile olabilir.

Öte yandan, kadın saçının “özgürlük” anlamındaki simgeselliği çok da bilinmeyebilir. Gerçi hiç değilse geçtiğimiz yıl, İran’da Mahsa Amini’nin katledilmesi sonrası ve halâ süren protestolar vesilesiyle yeterince gündemde kalmış idi.

Şimdi, kıssadan hisse çıkarmak için, bizim Bakiye-Bekâ çiftine yeniden bir göz atalım bakalım. Bir uçta “Milletin sesi”ni temsilen, özerklik ve otonomi yoksunu Bakiye. Sivil toplum yüzyıl boyunca ne kadar “öz-erk” irade biriktirebilmişse artık, sonunda hepsini ya satmış, ya da tüketmiş. Kendini neredeyse tamamen edilgenleştirmiş veya sıfırlamış. Yani toplumsal yönetişimin dışında tutmuş, seyirci kalmış. Zaten nüfusunun yarısının da saçını başını içerden/dışardan kapattıkça da kapatmış. Dahası, kendi “kader planını” yapmak şöyle dursun, dahil olmaktan falan da vaz geçmiş. Yaşamını devlet yönetimine bir “Made in Türkiye” tasta sunmuş durumda!

Diğer uçta ise halâ paranoya püskürtülerek, korku ve dehşet saçılarak sürdürülmeye çalışılan, salt yoksul olmakla kalmayıp adamakıllı yolsuzlaşmış ”Devlet temsili” Bekâ. Yani güvensiz, ezik ve endişeli bırakılmış ulusun ısrarla TAS (Tek Adam Sistemi) diye diye olumlamış olduğu rejimi. Başka bir deyişle, kendinin liyakatsiz ve yetersiz yönetsel becerisini gizlemeye, kapatmaya çalışan bir ”erk-siz ve özcü” eril iktidar. Dikkatleri muhtelif endişe ve tehlike odaklarına çekmeye çalışıyor. Osmanlı bakiyesi çoğul ve heterojen millete, “patolojik milliyetçilik”, “istismarcı siyasi İslam” ve “yobaz ve dinbaz ahlakî” söylemleri ile homojen bir kurgusal “öz” dayatıyor!

Kaç ittifak kurulur, kaç ittifak dağılırsa dağılsın, kimin CB adayı ve hangi partiler seçimde kazanırsa kazansın, Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletini ikinci yüzyılında ciddi bir “diyalojik iletişim” ve “yüzleşme” dönemi sabırsızlıkla bekliyor.


Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazd

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydan Gülerce Arşivi