Doğan Özgüden
Türkiye’nin iki onuru: Zarakolu ve Fincancı
Zaman hızlı geçiyor… İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olma taleplerini onaylamak için Ragıp Zarakolu da dahil bu ülkelerdeki 33 siyasal sürgünün Türkiye’ye iadesini şart koşan Erdoğan’ın şantajının üzerinden dört ay geçti.
Bu arada İsveç’te genel seçim yapılarak sağ eğilimli yeni bir hükümet kuruldu… Yeni İsveç başbakanı Ulf Kristersson ülkesinin NATO üyeliğini onaylaması için önümüzdeki günlerde bizzat Erdoğan’ın ayağına gideceğini duyurdu.
Yeni İsveç Dışişleri Bakanı Tobias Billström daha da ileri giderek yeni merkez sağ hükümetin Türkiye ile NATO'ya katılım anlaşması kapsamındaki tüm şartları yerine getireceğini açıkladı. Türkiye'nin PKK/YPG ile ilgili endişelerini paylaştığını belirten bakan "Terör örgütlerinin İsveç topraklarında faaliyet gösterme hakkı olmadığı anlamına gelen politikanın tamamen arkasındayız" taahhüdünde bulundu.
Hemen ardından NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg de 4 Kasım’da Ankara’ya giderek Erdoğan’la “33 siyasal sürgünün iadesi” koşulu başta olmak üzere Türkiye’nin NATO’ya bağımlılığını pekiştirmek için pazarlığa oturacağını açıkladı.
İsveç’te kalmasını tehdit eden bu gelişmeler olurken, Ragıp Zarakolu bu kez Türkiye kaynaklı bir başka saldırıyla karşı karşıya bulunuyor… Değerli dostumuz Baskın Oran 25 Ekim’de gönderdiği bir mesajda açıkladı:
“Duydunuz mu bilmiyorum, ben bugün öğrendim: Belge Yayınları'ndan işine son verilen bir elemanın açtığı dava üzerine, yayınevinin banka hesaplarına ve dağıtımlarla ilgili hesaplarına icra el koymuş.
“Hatırlarsanız, daha önce yargı inanılmaz bir karar vermiş ve bir emeklinin emekli maaşına el konması hiç duyulmamış bir olay iken bir karar almıştı, ben de 26.05.2022'de ‘Sarı Öküz'ü vermeyecektik: Ragıp Zarakolu'nun emekli maaşına el kondu’ başlığıyla yazmıştım:
"İsveç-Finlandiya’dan iadesini istediği 33 kişilik listede ‘PKK kontenjanından!’ yer alan yayıncı Ragıp Zarakolu’nun emekli maaşına el konuldu. Şimdi bu konjonktürde gündeme gelen İstanbul 3 no’lu Ağır Ceza Mahkemesi’nin (ACM) 23.12.2019 tarihli kararı şöyle: '…sanık Zarakolu adındaki kaçağın duruşmaya gelmesini sağlamak amacıyla Türkiye’de bulunan mallarına, hak ve alacaklarına el konulması talebinin kısmen kabul edilmesine, Zarakolu’na SGK tarafından yapılan ödemelere el konulmasına…'
“Oysa Zarakolu ‘kaçak’ değildi, pasaportla çıkmıştı ve İsveç'teki adresi belliydi. Anlaşıldığı kadarıyla bu 23.12.2019 tarihli kararın arkası getirilmiş şimdi.”
Aynı gün Ragıp’ın kendisinden şu mesaj geldi:
“İlk defa kendimi yalnız hissettim. Korona günlerinde insanlık yaşam kavgası verirken birileri dava açmakla uğraşıyordu. Tam da Ayşe'nin ölüm yıldönümü günlerinde Özgür Gündem davasında mahkeme emekli maaşıma el koyma kararı verirken birileri de Belge’ye el koymak için dava açmakla meşguldü…
“Ben hazreti İsa değilim ama Judas'ım var, soframda yemek yemiş… Hannah Arendt'in deyişiyle ‘kötülüğün sıradanlığı’…
“Soykırım konusunda yasakları Ayşe Nur Zarakolu kırdı medeni cesaretle… Soykırımın bir parçası da mal varlıklarına el koymaktı. Hiç aklıma gelmezdi bunu yaşayacağım.”
Ne yazık ki, bu düzen, hele uzaktaysan, akla hayale gelmedik çok acı şey yaşatır. İnci’yle birlikte sürgüne çıkmak zorunda kaldıktan sonra yaşadıklarımızı, Ant’a hem devlet tarafından uygulanan yasaklama ve engellemeleri, hem de dost bildiğimiz bazılarının yokluğumuzu fırsat bilerek ettiklerini “Vatansız” Gazeteci’nin ikinci cildinde ayrıntılı anlatmıştım.
Ragıp, maruz bırakıldığı bu yeni baskı uygulaması konusunda beni ve Baskın Oran’ı bilgilendirdiği gibi, Türkiye Yayıncılar Birliği’ni, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ni ve Türkiye PEN’ini de bilgilendirmişti.
Bu haftaki yazımı yazmaya koyulmadan önce, son dakikaya kadar, 1968’den beri tam 54 yıldır meslektaşım ve kavga arkadaşım olan sevgili Ragıp Zarakolu’nun son çığlığına doğup büyüdüğü, tüm yaşamını onun özgür ve demokratik bir ülke olması için mücadeleye hasrettiği Türkiye’den bir ses gelmesini bekledim.
Şu satırları yazdığım ana kadar bu kurumlar tarafından herhangi bir protesto ya da dayanışma kampanyasının başlatıldığı haberi gelmedi.
Buna karşılık, Başbakan Ulf Kristersson’un Türkiye’ye yapacağı ziyaret öncesinde, Zarakolu’nun sürgünü yaşadığı İsveç’ten yine son derece önemli bir ses yükseldi.
Daha önce de, Mayıs ayında, İsveç’in ünlü yazar, gazeteci, sanatçı ve müzisyenleri ortak bir bildiri yayınlayarak tavır koymuşlardı:
Kendi sınırlarından çok uzakta bulunan ve kendisini eleştirenleri susturmak isteyen bir rejime, İsveç hiçbir koşul altında, yayıncıları teslim edemez. Bizler, Erdoğan’ın İsveç’te özgür olmak için sığınmış olan insanların kendisine teslim edilmesi konusundaki siyasi manevrasını, ifade özgürlüğü hakkındaki kendi anlayışını ülkemiz İsveç’e ihraç etmek girişimi olarak anlamaktayız.
“İsveç’in NATO üyeliğine karşı veto hakkını istismar eden Erdoğan’ın tuzağına düşmemize izin vermeyin! Düşünce ve ifade özgürlüğünü hiç bir koşulda pazarlık konusu yapmamalıyız!
Düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip çıkın! Kürt diline sahip çıkın! Türkiye’deki baskılardan kaçmış olan yayıncıları teslim etmeyin!”
Bu hafta da, eski bakan Pierre Schori, İsveçli Kürt yazar ve gazeteci Kurdo Baksi, Dala-Demokraten gazetesi yayın yönetmeni ve yazar Göran Greider ile Dagens Arbete gazetesi yayın yönetmeni Helle Klein tarafından yayınlanan ortak bildiriyle Başbakan Kristersson’a şu çağrıda bulunuldu:
“Başbakan Kristersson, aralarında İsveç Sosyal Demokrat Partisi ile kardeş parti ve Türkiye’nin üçüncü büyük partisi olan HDP’nin lideri Selahattin Demirtaş gibi isimlerin bulunduğu birçok gerçek demokrat politikacının neden hapiste bulunduğunu sorgulamak zorundadır.
“Kristersson, İsveç Parlamentosu’nun ve hükümetinin, Erdoğan tarafından açıklanmış olan Kuzey Suriye’deki Kürt bölgelerine yeniden saldırma planlarına ve aynı şekilde Yunanistan’a karşı askeri olarak defalarca tekrar edilen saldırı planlarına karşı olduğunu açık bir biçimde belirtmelidir.
“Türkiye’nin hükümet yanlısı medya kuruluşları İsveç’te özgürlüğüne kavuşmuş olan İsveçli Türk gazetecileri takip etmeyi derhal sona erdirmelidir.
“Erdoğan hükümeti, gelecek yıl Türkiye’de yapılacak parlamento ve başkanlık seçimlerinde puan kazanabilmek için, İsveç’in Kürtlerine ve Kürt-İsveçlilere yönelik karalama kampanyasına derhal son vermelidir. İsveç, hiçbir şart altında, Olof Palme’nin öldürülmesinden sonra olduğu gibi, suçsuz ve günahsız Kürtlere karşı bir cadı avının yapılmasına yardımcı olmamalıdır."
Bu çağrının üçüncü paragrafı Ragıp Zarakolu üzerindeki tehdidi vurguladığı gibi, son paragrafı da, Ankara rejiminin sadece İsveç’te değil, tüm AB üyesi ülkelerde Kürt kökenli yurttaşlara, Kürt örgütlerine ve medyasına karşı yürüttüğü alçakça karalama kampanyalarına dikkati çektiği için özel bir önem taşıyor.
Evet, tam da bu çağrının yapıldığı bir sırada, Türkiye Tabipler Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı, bir konferans için Köln’de bulunduğu sırada “TSK'nın askeri operasyonlarda kimyasal silah kullandığı iddiaları” konusunda Belçika’daki Kürt televizyonu Medya Haber’in sorularını yanıtladığı için Türkiye’de tutuklandı.
Bunun üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, "20.10.2022 tarihinde PKK/YPG silahlı terör örgütünün sözde yayın organına yaptığı açıklamalar nedeniyle Türk Tabipler Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı hakkında, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 7/2 maddesi kapsamında Terör Örgütü Propagandası Yapmak ve 5237 yılı Türk Ceza Kanununun 301/2. maddesi kapsamında Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama suçlarından” soruşturma başlatarak kendisini tutuklattırdı.
MHP genel başkanı Devlet Bahçeli de, 80’li yıllarda Evren cuntasının bizlere karşı yapmış olduğu gibi, Fincancı'nın vatandaşlıktan çıkartılmasını istedi.
Bir televizyonun kendi bilgi alanına giren bir konuda sorduğu soruları yanıtladığı için değerli bir bilim insanının “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlanarak tutuklanması, medya tarihimizde ender rastlanan skandallardan biridir.
50 yılı aşkın süredir Avrupa Birliği’nin ve NATO’nun başkenti Brüksel’de haber ajansı yöneten bir gazeteci olarak şunu hemen vurgulamalıyım ki, dünyanın yüzlerce ülkesinin, farklı milliyetlerden ve aidiyetlerden binlerce gazetecisi, eğilimleri, görüşleri ne olursa olsun, bu ülkede eşit haklara ve ifade özgürlüğüne sahiptir. Gerektiğinde AB ve NATO toplantılarını da izleyerek sorumlularına soru yöneltebilir.
Fincancı’ya soru yöneltip yanıtlarını haber olarak yansıtan Medya Haber TV de Belçika’da otuz yıla yakın bir süredir Kürt meslektaşlarımızın büyük bir özveriyle yaşattıkları en saygı değer medya kuruluşlarındandır.
“Vatansız” Gazeteci adlı anılarımın ikinci cildinde Medya Haber’in öncülü olan Med TV’nin doğuşunu şöyle anlatmıştım:
“1994 yılında Kürt diasporasında ‘mucize’ olarak niteleyebileceğim bir gelişme oluyordu. Brüksel’in göbeğinde sadece Kürt dünyasına değil aynı zamanda Türk kamuoyuna da seslenecek bir televizyon kanalının hazırlıkları yapılıyordu.
“O safhada zaman zaman sürgündeki Kürt parlamenterleriyle birlikte stüdyoya giderek gelişmeleri yakından izliyordum. Ülkeden kopup gelmiş, herhangi bir medya deneyi olmayan Kürt gençleri, dilini dahi bilmedikleri Flamanlardan televizyon yayıncılığının tüm tekniğini en kısa zamanda öğrenmek için gece gündüz çalışıyorlardı.
“Med TV’nin yayına girmesiyle Sürgünde Kürt Parlamentosu’nun kuruluşu aynı zamana denk geliyordu. Türkiye’den gelen Kürt parlamenterler yurtdışı örgütlenmede bir adım daha atarak 12 Nisan 1994’te Hollanda’da bu alternatif parlamentonun kuruluş kongresini yapmışlardı. Bu parlamento daha sonra Kürdistan Ulusal Kongresi’ne dönüşecekti.
“Brüksel giderek Kürt diyasporasının siyasal merkezi haline geliyordu. Bence de bu doğru bir tercihti. Belçika 19. yüzyılda süper güçlerin suni olarak yarattığı üç toplumlu, hızla federalizme, hattâ konfederalizme doğru ilerleyen bir devletti. Avrupa’nın tüm siyasal ve sosyal aykırılıklarına rağmen bağrına bastığı Türkiye’nin halklar mozaiğinde en güçlü ikinci unsur olan Kürt halkının sesi en iyi şekilde bu üç halklı Avrupa ülkesinde yükseltilebilirdi.
“Med TV’nin birçok programına katıldım, Abdullah Öcalan’ın ve Türkiye’deki Kürt siyasetçi ve aydınlarının da telefonla katıldığı tartışma programlarında yer aldım. Son diyalogumuz 28 Ağustos 1998 tarihindeydi. Hep büyük bir elemle anımsarım. Programın yöneticisi Günay Aslan telefon ederek o günkü telekonferansta Öcalan’ın önemli bir barış çağrısı yapacağını, bunun için programa tüm medyayı çağırdıklarını söylemiş, mutlaka benim de katılmam için ısrar etmişti.
“Anımsadığım kadarıyla programa benim dışımda Kürt medya temsilcilerinin yanı sıra NTV, ATV, Milliyet, İhlas Haber Ajansı’ndan muhabirlerle birlikte birçok da yabancı medya mensubu katılmıştı.
“Faşizmin ulusal baskılarına karşı Kürt halkının silahlı direnişini başlatan ve gerillayı kuran Öcalan’ın uluslararası komploya kurban düşmeden önce büyük bir dinleyici kitlesine son seslenişiydi. Silahlı çatışmanın her iki taraf için de kalıcı bir çözüm getiremeyeceğini vurgulayarak her türlü barışçıl çözüm için görüşmeye hazır olduklarını duyurmuş, 20. yüzyılın bu son yıllarında herhangi bir çözüme kavuşturulamadığı takdirde 21. yüzyılda daha büyük sorunlarla karşılaşılacağını vurgulamıştı.
“Programdan ayrılırken son derece düşünceliydim. Öcalan’ın barış girişimini desteklemek için PKK silahlı eylemleri de uzun süredir durdurulmuştu. Ama Ankara’daki faşist yönetimin lügatında hiçbir zaman barış olmamıştı.
“Nitekim 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Öcalan’ın barış önerileri Türkiye gündemini işgal ederken MGK’nin PKK konusunda Suriye’ye baskı yapma kararı aldığı duyuldu. Bunu 15 Eylül 1998’de de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Attila Ateş’in Suriye sınırında yaptığı tehdit konuşması, ardından da 1 Ekim’de Cumhurbaşkanı Demirel’in Meclis açış konuşmasındaki tehditleri izleyecek, 9 Ekim’de de Esat hükümetinin zorlamasıyla Öcalan yıllardır kavgasını yürüttüğü Suriye’den ayrılmak zorunda kalacaktı.
“Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da Kenya’da Amerikan ve İsrail gizli servislerinin yardımıyla tutuklanıp Türkiye’ye getirilmesine kadar geçen dört aya yakın sürede Rusya , İtalya ve Yunanistan dahil sığındığı tüm ülkelerden bir takım sudan bahaneler uydurularak sınır dışı edilmesi bu ülkelerin yöneticileri açısından utanç vericiydi.
“Albaylar Cuntası döneminde Belçika’ya sığınmış olan, demokrasiye geçişten sonra Atina Haber Ajansı’nın Brüksel muhabirliğini yapan Yunanlı bir gazeteci arkadaş Öcalan’ın Yunanistan’dan sınırdışı edildiği akşam bana ağlayarak telefon ederek ‘Doğan, bugün Atina’da olup bitenler tek kelimeyle utanç verici… Halkım adına özür dilemek için telefon ediyorum’ demişti.”
Evet, Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. kuruluş yıldönümünde barış ve demokrasi umutları böyle heba edilmişti.
Aynı cumhuriyetin 92. yıldönümüne denk gelen 2015 yılında da Erdoğan, Öcalan’ın da destek verdiği barış masasını tekmeleyip devirerek barış ve demokrasi umutlarını bir daha heba edecekti.
Aynı Erdoğan, cumhuriyetin 100. yıldönümüne giderken Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Osman Kavala, Şebnem Korur Fincancı ve daha binlerce gerçek yurtseveri zindanlarda tutarak, sürgündeki Ragıp Zarakolu’lara tehditler savurarak barış ve demokrasi umutlarını heba etmeyi sürdürüyor.
Ya muhalefet?
Selahattin Demirtaş’ın zindandan yükselen feryadını aynen paylaşıyorum:
"Şebnem Hoca'nın siyasi ve yargısal linç operasyonuna açık hale getirilmesinde ordunun ve militarizmin kutsallığına iman etmiş muhalif tayfa da iktidar kadar sorumludur."