Uluslararası Adâlet Dîvanı’nın tedbir kararının önemi

Günümüz dünyâsında, hak ve özgürlük odaklı adâlet arayışlarının önünde hukuku değersizleştiren, buna karşı güç ilişkilerini öne çıkaran yaygın bir eğilim var. Bu eğilimin mağlubiyeti için, UAD gibi mekanizmaların âdil işleyişi hayâtî önem taşıyor

Lahey’de bulunan Uluslararası Adâlet Dîvanı (UAD), Güney Afrika Cumhuriyeti’nin (GA) başvurusunda ilk kararını birkaç gün önce verdi. GA, 1948 târihli Soykırım Sözleşmesi’nin ihlâl ettiği gerekçesiyle İsrâil aleyhine UAD’na başvurmuş ve âcil tedbir kararı alınmasını istemişti.

UAD, dâvânın esâsına girmeden önce, bâzı usûlî konularda ve GA’nın âcil tedbir talebi hakkında kararını açıkladı. Buna göre, önüne gelen başvuruda İsrâil hakkındaki soykırım suçlamasının yargılama yapılmasını gerekli kılacak ölçüde ciddî olduğuna ve bâzı âcil tedbirlerin alınmasına hükmetti. Dâvâcı GA’nın bu girişimi ve Dîvan’ın bu ilk kararı pek çok bakımdan önem arz ediyor. Her şeyden önce, UAD kararının ne içerdiğini ve ne anlama geldiğini açıklamaya çalışayım.

KARAR

Kararın ilk dikkat çeken yanı, İsrâil’in beklentilerinin aksine, GA tarafından ileri sürülen soykırım iddiasının ve bu iddiayı destekleyici mâhiyette sunulan kanıt ve bulguların mahkeme tarafından hayli ciddî bulunduğunu göstermesidir. Kuşkusuz bu, nihâî olarak İsrâil’in soykırım suçunu işlediğine karar verildiği veyâ verileceği anlamına gelmez ki, UAD da kararında bu hususu özel olarak vurgulamaktadır. Buna karşılık, hem İsrâil devleti tarafından ve hem de onu destekleyen ABD, Almanya, İngiltere ve Kanada gibi ülkelerce ileri sürülen, soykırım iddialarının temelsizliği tezinin kabûl edilmediği ve başvurunun kabûl edilerek, İsrâil devletinin soykırım suçunun şüphelisi olarak yargılanmasına geçildiği bir gerçektir.

Kararın en çok üzerinde durulan yanlarından bir diğeri ise, GA’nın âcil tedbir talebiyle ilgilidir. GA, âcil tedbir olarak, İsrâil’in Gazze şeridindeki bütün askerî operasyonlarını derhâl durdurması yönünde bir karar alınmasını istemişti. Buna karşılık UAD, böyle bir karar vermeyip, bunun yerine aşağıda sıralayacağım hususlara hükmetmiştir. Buna göre İsrâil, aşağıdaki eylemlerden mutlaka ve mutlaka kaçınacaktır: (a) Filistinlileri öldürme, (b) Filistinlilere fizikî veyâ psikolojik zarar verme, (c) Filistin halkının varlığını sürdürmesini imkânsız kılacak ölçüde onların yaşam koşullarını kötüleştirme ve (d) Filistin halkı içinde meydana gelebilecek olan doğumları imkânsızlaştırmaya yönelik faaliyetlerde bulunma.

Karar, İsrâil devletini, ordusunun yukarıda sıralanan eylemleri yapmamasını sağlamakla yükümlü kılıyor ve İsrâil’e Gazze şeridindeki soykırım fiillerinin işlenmesini önlemek, işleyenleri de cezâlandırmak zorunluluğu getiriyor. İsrâil ayrıca, Gazze’de işlenen savaş suçları ile ilgili olarak kanıt ve bulgu elde etme faaliyetlerine de engel olmayacak, bunlara izin verecektir. Son olarak İsrâil, kararın açıklandığı günden başlayarak bir ay içinde bu hususlarda attığı adımları, GA tarafından cevaplandırılabilecek nitelikte bir raporla UAD’na sunacaktır.

İLK TEPKİLER

UAD’nın bu kararına yönelik ilk tepkiler, kararın doğrudan etkileri hakkında da yeterli bir kanaat oluşturmamıza imkân veriyor. İlk tepki elbette dâvânın taraflarından geldi. İsrâil, kararı doğru bulmadı ve bununla da kalmayıp, örneğin Savunma Bakanı’nın ağzından, sâdece kararı değil, mahkemenin kendisini de hedefleyen bir ifâde kullandı. Savunma Bakanı, “adâlet arayanlar bunu Lahey’deki mahkeme salonlarının deri koltuklarında bulamayacaklardır” demekle, uluslararası hukuk mekanizmalarının, özellikle kendileri açısından beğenmedikleri türden kararlar vermeleri durumunda hiçbir değer taşımadığını vurgulaması bakımından çok önemli.

İsrail devleti, bilindiği gibi, BM üyesi bir devlet ve bu sıfatıyla ve altına imzâ attığı uluslararası sözleşmelerle uluslararası hukuk içinde davranmakla yükümlü olan bir devlet. Böyle bir devletin BM’in yargı organı olan UAD ile ilgili olarak böylesine değersizleştirici bir yaklaşımda bulunmasının kabûl edilebilir bir tarafı da yok.

Ancak, içinde bulunduğumuz zaman diliminde, özellikle de uluslararası ilişkilerin 11 Eylül 2001 sonrası durumunda, hem ülkelerin kendi iç politikalarında ve hem de uluslararası politikada hukuk tanımazlığın giderek artan bir biçimde yaygınlaşmakta olduğu da bir gerçek.

Zamanın ABD Başkanı Bush’un Irak işgâli sırasında sarf ettiği, uluslararası hukuk ile alay eden sözlerini unutmuş olamayız. Kezâ, Avrupa Konseyi üyesi olduğu hâlde Konsey’in yargı organı olan AİHM kararlarını ve dolayısıyla AİHM’in varlığını değersizleştiren uygulamaların da doğrudan tanığıyız. İsrâil’in UAD kararı karşısındaki bu hukuk tanımazlık derecesine varan değerlendirmelerini de bu minval doğrultusunda, uluslararası alanda en azından son yirmi yıldır yükselen bir eğilimin yeni bir örneği olarak kaydetmek gerekiyor.

Bu arada değinmeden geçemeyeceğim bir husus, UAD Başkanı Hâkim Joan Donoghue’ye atfedilen bir değerlendirme. Buna göre Donoghue, UAD’nın politikacıların yoldan çıkması hâlinde insanlığın güvenebileceği bir mahkeme olduğunu vurguluyor. Sanırım, önümüzdeki hâdisede bu yoldan çıkma örneğinin adresi İsrâil devletine yön veren Netanyahu ve Savunma Bakanı gibi politikacılar olmalı.

Tabiî, diğer tarafta yer alan, Apartheid rejimini tasfiye ederek, târihinde örnek olacak biçimde temiz ve demokratik bir başlangıç yapmayı başarabilmiş Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ırkçılık ve soykırım suçlarıyla ilgili haklı hassasiyeti, geleceğin barışçıl dünyâ düzeni hedefi bakımından büyük bir umut ışığı. GA, âcil tedbir talebi olarak sunduğu “askerî operasyonların derhâl durdurulması” yerine, yukarıda özetlediğim tedbir kararlarının verilmiş olmasından rahatsız değil, bilâkis kararı memnûniyetle karşıladığını görmekteyiz.

Haksız da değil çünkü, bir ay içinde mahkemeye ne yapıp ettiği hakkında rapor vermekle yükümlü olan İsrâil’in, hem UAD’nın hükmettiği tedbirlere uyması ve hem de askerî operasyonlarını sürdürmesi, objektif olarak, pek mümkün görünmüyor. Yâni, UAD’nın kararı, ilk bakışta iki tarafın da isteklerini tam olarak karşılamamış gibi görünmekteyse de, sonuçları bakımından GA’nın tedbir talebine daha yakın duran bir nitelik taşıyor.

Kararın İsrâil’i destekleyen ülkeler açısından öne çıkan etkileri ise ayrı bir merak konusu. Burada, UAD’nın İsrâil’i yargılamasına hiç de olumlu yaklaşmayan ABD’de, Biden yönetimine yöneltilen uyarılar dikkat çekici. Biden ve yönetiminin soykırım suçuna iştirak etmekten yargılanmasını isteyen çevrelerin harekete geçtiklerini dahi duyuyoruz ama, ciddî medya organlarında asıl öne çıkan, UAD kararının Biden yönetimi için bu yönde ciddî bir uyarı olduğu değerlendirmesi. Ünlü Guardian gazetesi, kararın Biden yönetimi için bir “uyandırma zili” olması gerektiğini söyleyen ve Biden’ı soykırıma iştirakle suçlanmamak için İsrâil’i dizginlemeye dâvet eden bir makale yayınladı bile.

Tepkisi dikkat çekici olan bir diğer devlet ise Almanya. İsrâil’e desteğini UAD’ndaki yargılamanın ana duruşmasına İsrâil’in yanında müdahil olmaya kadar vardırmış olan Almanya, bir yandan kendi içinde demokratik değerlerle tamâmen çelişik bir biçimde, Filistinliler lehine ifâde hürriyeti üzerinde baskı uygularken, diğer yandan UAD’nın bu tedbir kararı hakkında acaba aynı hukuk tanımazlığı devâm ettirir mi sorusu zihinleri meşgûl ediyordu. Ancak öyle olmadı ve Almanya, İsrâil’in UAD kararına uyması gerektiği yönünde görüş bildirdi.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim bir husus, Namibya’nın Almanya ile ilgili soykırım açıklaması. Almanya’nın, yukarıda saydığım diğer ülkelerle birlikte, İsrâil hakkındaki soykırım suçlamasının temelsizliği konusundaki açıklamalarına yönelik olarak Namibya, Almanya’nın Holocaust’tan önce, 1905-1906’da ilk soykırımı Namibya’da gerçekleştirdiğini açıklayarak, Almanya’nın bu konudaki târihî siciline yeni bir halkayı daha eklemiş oldu.

KARARIN ÖNEMİ

UAD’nın kararı birçok açıdan önemli. Bir kere, hepimize bir uluslararası yargı mekanizmasının işleyip işlemediğini, etkili olup olamadığını gösterecek. Yukarıda değindiğim gibi, günümüz dünyâsında ulusal ve uluslararası düzeylerde, özellikle hak ve özgürlük odaklı adâlet arayışlarının önünde hukuku değersizleştiren, buna karşı güç ilişkilerini öne çıkaran yaygın bir eğilim var.

Bu eğilimin beslediği otoriterliğin aslında varacağı yer, seçimle veyâ seçimsiz iktidarı ellerine geçiren baskıcı yönetimler veyâ daha doğrudan adıyla günümüz faşizmleri. Şimdilik, örgütlü sokak şiddeti ve demokratik seçim mekanizmalarını yok etme düzeyine varmadıkları için 1918-1945 arası dönemin faşist hareketlerinden farklılaşan bu eğilimin mağlubiyeti için, UAD gibi mekanizmaların âdil işleyişi hayâtî önem taşıyor. Mahkeme Başkanı’nın “yoldan çıkan politikacılara karşı insanlığın güvenebileceği merci” nitelemesinin bu bakımdan çok değerli olduğunu vurgulamak isterim.

Belirtmek istediğim ikinci nokta, Türkiye ile ilgili. Türkiye, Filistin-İsrâil çatışmasında çok paradoksal bir noktada kendisini konumlandırıyor. Bir yandan Filistin halkının mücâdelesini destekliyor, diğer taraftan İsrâil ile başta ekonomi ve diplomasi olmak üzere tüm ilişkilerini normal bir ortamdaymışız gibi sürdürmekten de geri durmuyor. Bu durum karşısında, mevcut iktidârın kendi konumunu pekiştirmek için Filistin sorunun araçsallaştırdığı sonucuna varıyoruz. Bu değerlendirmemiz, kanımca, GA’nın UAD’ndaki girişimine Türkiye’nin resmen GA yanında yer alarak destek vermemesiyle de destekleniyor.

Buna karşılık, her türlü muhalif siyâsî gösteriyi yasaklamakla, baskı altına almakla ünlenmiş bir otoriter siyâset izleyen iktidârın, en son Gazze ile ilgili açıkça İslâmcı talepler dile getiren bir gösteriye karşı takındığı müsamahacı tavır da ayrıca dikkat çekici. “İslâmcı” sıfatı, “cenk-cihat-şehâdet” pankartının da açıldığı İstanbul’daki yürüyüşte “şeriat”, yâni İslâm hukukuna dayalı bir devlet düzeni talep edilmesini nitelemek için kullanılıyor. Bu talebin ve ona eşlik eden “cenk” çağrılarının ifâde hürriyeti kapsamında yer alıp almadığını sorgulamak gereksiz. AİHM kararlarına bakınız diyeceğim ama, artık Türkiye o mahkemeyi ciddîye almıyor!

Belli ki Türkiye’deki mevcut iktidar, ne uluslararası alanda GA’nınki gibi bir öncü rol üstlenmeye niyetli, ne de Filistin halkının mücâdelesini özgürlük, eşitlik ve adâlet değerleri temelinde îzah ve ifâde etmeye muktedir. Galiba öncelik, Gazze’de soykırımın önlenmesi, Filistin halkının özgürlüğü değil de, mevcut iktidârın pekişmesi için bu sorunun nasıl elverişli bir zemin olarak işlevselleştirilebileceği. Bu yönde İslâmcı çıkışlara, şeriatçı gösterilere dahi izin ve hattâ destek var!


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi