Fadıl Öztürk
Ütü tutmayan zamanlardan geldik
Bir yerimizde coşku vardı, bir yerimizde aşk, bir yerimizde şarkılar el ele tutmuştu. Geçip geldiğimiz ömrümüzün; bir yerinde güneş, bir yerinde hayalini kurduğumuz günler vardı. Önümüzü kesip bütün bunları üstümüzden aldılar mı? yoksa yaşamak tümden suçlu kılınıp yasaklandı mı hepimize?
Bir yerimizde ağız dolusu gülümseme vardı, gözlerimizde süzülen yaşlardan çok önce. İnanmak vardı, delicesine inandığının peşine giderken hüzün ve hayale bulaşmak vardı. Gidilip dönülecek yollar vardı, varılacak yerler vardı, bizi beklediğini sandığımız şehirler, devrimler, yenilgilerde bizi sırılsıklam ıslatan hüzünler vardı. Yağmur altında bekleyen heykeller gibi kaldık şimdi. Kendimizi yontmuş, kendimizi oraya dikmiş, yine kendimizi orada yalnız bırakarak çekip gitmiş gibiyiz.
Canımız burnumuzdan getirilse de kol kola girdiğimizde yeniden canlanacak gibiydik. Yarısında durdurulmuş bir film gibiyiz oysa şimdi. Ne film tekrar başlıyor ne de salonun ışıkları yanıyor. Karanlık bir dünya salonunda yerimize çivilenmiş gibi beyhude bir biçimde bekliyoruz. Bir biletle kendi hayatına seyirci kılınmışız sanki. Eskiden ‘makinist’ diye bağırır, koltuklara vururduk, olmadı küfrü yerimize oturtur çıkar giderdik. Bir biletle beraber meşru haklarımızı da kullanırdık eskiden, şimdi ‘yasallığa’ teslim olmuşuz sanki…
Elmayı parlatan manavdık, fırında hamur yoğuran işçi, çöpleri toplayan çöpçü, çocuklarını okutan sabah kapıda el sallayarak uğurlayan akşam kucağını açarak onları karşılayan anne ve babaydık. Kollarımız bizim ışıklı şehirlerimizdi. Hallerine bakmaz, çocuklar gibi omuzlarımıza tırmanırdı bütün mevsimler, köşeyi döndüğümüzde çiçekler yolumuzu keserdi baharda.
Şimdi kopmuş bir düğme gibi üstümüze düşeni yapamamış olmanın suçluluğunu taşıyoruz, yakamız açık. Bir yanımız kopup düşen düğmeyle gitmiş gibi eksiğiz. Oysa böyle değildik biz. Bir yerimizde yar vardı, bir yerimizde yârin sevgisini her gün sınadığı uçurum vardı. Başımızı kaldırmamıza gerek kalmazdı, içimizden geçtiği an gök eğilir yüzümüzü kendine yurt ederdi. Ateş içimizde sevgiliye duyulan aşk olur, yakmazdı. Cebimizde bütün halleriyle mevsimler vardı. Onlar bizi, biz onları taşırdık, dokunmazdık zamanın keyfine…
Ellerimizi her uzattığımızda parmaklarına değerdi çocukların, çocuklar serçe olup uçardı. Dünyanın tümden sudan oluştuğunu, öğrendikleri her sözcükle kıtaların var olduğunu, annelerinden öğrendikleri dilin onların anayurdu olduğuna inanırlardı. Hiçbir şeyi öğrenmeye kalkmaz, hayatlarını sürdürecek ne kadar şey varsa gelir onların aklına düşerdi. Zorlamayla, eğip bükmeyle değil, su gibi akar kendine yol bulurdu çocuklarda hayat.
Sevgiden uzaklaştıkça örtünen, örtündükçe kendi bedenlerinden utanan insanlar olmadan çoook önce, çocuklar her gece yıldızları yastık yaparlardı kendilerine. Her gece verilmiş bir söz gibi zamanı dolunca güneşli sabahları getirip koyardı her birimizin eşiğine. İnsanlar yaşla başla, mevkii ve mıntıka ile değil, sevmekle, aşkla eşitlerlerdi birbirlerini. Geçmişle yetinmez, geleceği hayalin ipiyle çekerdik hayatımıza. Üstümüzden çok zaman geçti...
Her birimiz gittiğimiz yerden elbet döneriz evimize. Uçaklar, tren ve vapurlar, kesilmiş biletler, havaalanları, garlar ve limanlar bunun için. Bunun içindir hazırlayıp yanımıza aldığımız valizler, yollanmış selamlar, uğurlama ve vedalaşmalar. Aklımız başımızda ağır ağır çıkıyoruz hayatımızdan. Ütü tutmayan zamanlardan geldik, şimdi o zamanlardan çok uzaklara düştük. Yerle gök arasında kaldık her birimiz, doğmakla ölmek, gülmekle ağlamak arasındayız...