Ve üniversiteli genç mapustayken, öğrenmeye devam etme inadı üzerine

Modern Türkiye, cumhuriyet rejimin yüzüncü yılına bir kala gençlerini öğrenci evinde kalmak, pikniğe gitmek vb. gerekçelerle “FETÖ”den suçlu buldu. İbrahim Enes’in de dahil olduğu 30 kişi… Ne güzel değil mi?

Dönemin ilk derslerine girdim geçen hafta. Geçen sene pandemi nedeniyle melez başlamıştık derse. Hem sınıfa gidiyor hem de canlı Zoom oturumu başlatıyordum. Bu sene devletimiz ve devletin başı tarafından üniversitemize atanan kayyım yöneticileri pandeminin sona erdiğine ve derslerin sadece sınıfta yapılacağına karar verdiler. Pandemi havalar soğuyunca ne olur ve bu bir yana, enflasyonist ortamda alıp başını giden kiralar ve yaşam pahalılığı üniversiteli gençlerin varlığını nasıl etkiler? Bu sorular bizim aklımızda olabilir ama "devlet aklı" için namevcut ya da "yok-sorular."

Bu tür endişeler bir yana, sınıfta öğrencileri görmek, onlarla konuşmak, diyaloğa girmek çok canlandırıcı, keyif verici. Gerçi bu sınıf mevcutlarının yarısıyla da öyle olabilirdi. Fakat yapılacak bir şey yok. YÖK, bin bir türlü numarayla kontenjanları artırmayı beceriyor ve sınıflarımızda her sene daha fazla öğrenciyle karşılaşıyoruz. Bunu yaparken de, düzenli biçimde üniversitenin maddi kaynaklarını azaltıyor. Tabii, üniversitelerin çok önemli ve artan giderleri var, yeni özel güvenlik istihdamı gibi. Boğaziçi Üniversitesi özel güvenlik istihdamına doyamıyor. Boğaziçi’nde direnen hoca ve öğrenci sayısı kayyım rektörümüze göre beş on kişi ama nedense özel güvenlik istihdamı ve ilgili harcamalar artarak devam ediyor.

Tabii o zaman kütüphaneye kitap almaya para kalmıyor. Bu zamanda yönetici olmak da zor. İstemez mi, o kadar yıllık profesör kütüphaneye yeni kitap girsin, ama üniversite kampüslerini çok aşırı güvenilir yerler kılmak da vazgeçilmez bir öncelik. Artık akademisyenler ve öğrenciler de durumu idare edecekler, ne yapalım.

Yine siyasi dokundurmalarla konuya giriyorum ama bugün asıl amacım, geçen hafta üniversiteli gençler için başlattığım zaman yönetimi ve etkili çalışma yöntemleri konularını biraz daha derinleştirmek. Fakat bu konular, siyasetten bağımsız konular da değil. Zaman yönetimi de, etkili çalışma ve öğrenme teknikleri de, bir kişisel gelişim ideolojisiyle paketlendiğinde ya da farkındalık soslarına sokulup çıkarıldığında bir illüzyona dönüşüyor.

Şu fıkrayı kısaca anacağım: Aşırı zengine sormuşlar, servetinizi nasıl kazandınız diye. O da anlatmaya başlamış. "Elli kuruşa bir elma alıp parlattım ve bir buçuk liraya sattım. Onunla üç elma aldım ve dört buçuk liraya sattım… Tam dokuz elma almıştım ki, tanımadığım bir akrabamdan bir milyar miras kaldı."

Sosyalist düşünür ve akademisyen Bertell Ollman’ın Sınavlarda Neler Yapmalı ve Dünyayı Nasıl Değiştirmeli kitabının başlarında da böyle bir karikatür var. Zengin adam dilenciye şöyle diyor: "Git kendi mirasını kazan!"

Bir eğitimci olarak sistemin adaletsizliğinden söz etmem belki de, bindiğim dalı kesmek gibi oluyordur. Sistem adalet içermeyen, hileli bir sömürü düzenidir dedikten sonra, çalış, kendini geliştir demek nasıl mümkün olabilir? Ollman’ın kitabı tam da bunu anlatıyor. Gençler sınavlarda nasıl başarılı olabileceklerini öğrenmek istiyorlar. Sosyalist ama 35 yıllık hoca Ollman da onlara kapitalist sistemin sömürüye dayalı işleyişini anlatmak istiyor. O yüzden, kapitalizm eleştirisi ile gençlerin istediği pratik bilgiyi karıştırmış ve birini elde etmek için diğerini okumayı mecburi hale getirmiş.

Doğrusu ben Ollman’ın kitabındaki her iki bilgiyi de keyifle okuyorum. Çünkü bir sınavın nasıl işlediğini bilmek kadar, okuduğunu daha etkili biçimde ve kısa sürede okuyabilmek de, öğrenme sürecini en verimli biçimde yürütmek de, kendimizi aldatmadan, bunları öğrendikten kısa bir süre sonra çok para kazanacağımıza, dünyadayken cenneti yaşayacağımıza inanma zorunluluğunu getirmiyor. Emeğinizi sömürecek bir iş dünyasına hazırlanıyorsunuz ve buna karşı mücadele etmenin, örgütlenmenin yollarını aramadığınız sürece, kendi mirasını kanunun ona verdiği hakla kazanmış birileri sizi sömür sömür sömürecek. (O yüzden her beyaz yakalı adayına verilecek ilk öğüt, girdiğiniz işte sendika yoksa, sömürü koşulları var demektir. Sendika sizin dostunuz, sendikasızlık düşmanınızdır.)

Buna rağmen, kendimizi yanılsamalara kaptırmadan, "Ben işçiyim, işçi kalacağım." diyerek de daha etkili öğrenme yollarını araştırmaya ve edinmeye yönelebiliriz. Sonuçta sömürünün yıkılacağı adil bir düzende yaşamak için de eleştirel ve İngilizcesiyle metacognitive, Türkçesiyle üst bilişsel bir akıldan yararlanabiliriz.

Geçen hafta andığım Saundra Yancy McGuire’ın Teach Yourself How to Learn (Nasıl Öğreneceğinizi Kendinize Öğretin) gibi kitaplar, kandırmacalara ve işte efendim ilk milyonunuzu nasıl kazanırsınız tarzı saçmalıklara başvurmadan, eğitim bilimleri ve psikolojinin çalışmalarından yola çıkarak bizi "üst biliş/metacognition" konusuna yönlendiriyor. Bunun en basit tanımı şu: Bir şeyi nasıl, hangi yollardan geçerek yapacağını bilmek ve öğrenmeye yöntem dahilinde yaklaşmak. Yani en baştan, "Bu 600 sayfalık ders kitabını satır satır okuyacak ve öğrenilecek her şeyi öğrenmiş olacağım." saflığından kurtulma sanatı burada söz konusu olan.

Diyelim ki, fotografik bir hafızanız var ve okuduğunuz her şeyi hemen ezberleyiveriyorsunuz. Ama bu sorununuzu çözmüyor. Ne yazık ki böyle. Bu şıpın işi ezberleyiverdiğiniz bilgiler nasıl, ne yollardan, ne amaçla birleşiyor ya da çatışıyor, çelişiyor? Şu noktada şöyle değil de, böyle olsaydı ne olurdu? Bunlara hâkim olmadığınız sürece, o fillere layık hafızanız, doldukça dolan bir "harici bellek" olmaktan öteye gidemeyecek.

McGuire’ın kitabı umarım birileri tarafından Türkçeye çevrilir. Son derece mütevazı ama o kadar da etkili bir kitap. Tabii böyle pek çok kitap var. Onlardan da yardım alınabilir. Ancak öğrenmeye soyunan kişi, ister genç olsun ister daha yaşlı (Öğrenmenin belli bir yaşta durması sistemin dayattığı yapay ve kapitalist sistemle bağlantılı bir seçimdir.) öğrenmenin doğasını, öğrenirken beyninde neler olup bittiğini bilebilmeli. Bir ders kitabının falanca ünitesini okurken, kendinizi yukarıdan seyredip, neyi neden ve nasıl yapmakta olduğunuzu bilmelisiniz.

Çok basit bir okuma aracı söyleyeceğim. Yıllardır öğretiyorum ben bunu. İletişim becerileri eğitiminin önemli bir parçası. Öncelikle şu: Sözlü ya da yazılı olarak ürettiğimiz ya da maruz kaldığımız her söz bir şey söylerken aynı zamanda bir şey yapar. Bunun özellikle dil felsefesiyle ilgili karşılığına "konuşma edimleri kuramı" diyoruz. Babanıza Cumartesi akşam altıda, "Yok babacığım, alkollü araba kullanır mıyım, elbette bir bira bile içmeyeceğim" diyorsanız, arkadaşlarınızla eğlenmeye giderken arabasını ödünç almak için onu ikna etmeye çalışıyorsunuzdur. Yani sona ermemiş ergenliğinizle bile, o noktada babanıza "Yav, ne alaka, içmem tabii içki, saçmalama boomer." demezsiniz. Adam zaten ölüyor arabasına, verir mi o arabayı öyle zart zort konuşursanız? İşte o diplomasiyi uyguladığınızda bile üstbiliş becerilerinizden yararlanıyorsunuz demektir. Siz o arabayı babalıktan nasıl koparacağınızı biliyorsunuz. O zaman, okuduğunuz 40 paragraflık kitap bölümünde ne dendiğini de kolayca anlayabilirsiniz?

Kitap bölümünü açtınız. Başlık ve alt başlıklar var. Kutucuklar var. Önce bunları ve altbölümlerin ilk ve son cümlelerini gözden geçiriyorsunuz. Orada söylenmiyorsa, siz bu 40 paragraflık bölümün ne hakkında olabileceğini ifade ediyorsunuz. Bir ya da birkaç cümleyle. Sonra her paragrafı dikkatle okuyup önünüzdeki beyaz kâğıt ya da bilgisayar ekranına yazıyorsunuz: Üçüncü paragrafta yapılan ne, söylenen ne? Birer cümleyle. "Üçüncü paragraf, ikinci paragrafta ortaya koyulan genellemeyle çelişen bir örnek sunuyor." Buradan da içeriğe geçeceksiniz. Bunda ustalaştıkça, yapılanı kaydetmeden, söyleneni bir cümleyle yazarak da ilerleyebilirsiniz.

Başlangıçta sizi zorlayacak bu yöntem yerleştiğinde, eski dille söyleyeyim, bünyenize sirayet ettiğinde, daha az dikkatiniz dağılarak okuyacak ve o bölümün, daha sonra neredeyse yeniden okumadan aklınızda tutabileceğiniz etkili bir özetini 40 cümleyle ortaya koymuş olacaksınız. Diyelim 30 sayfanın özünü bir buçuk sayfada ortaya çıkarmış oluyorsunuz. Gerektiğinde sınavlardan önce bilgi tekrarını da bu özet üzerinden yapabilir ve çok az vakit harcamış olursunuz.

Bir kimya profesörü olan McGuire, bu tür pratik yöntemleri de anlattığı kitabında öğrenme olgusuna "Bloom’un taksonomisi" denen bir yöntem aracılığıyla yaklaşıyor. Bunun ayrıntısına girmeyeceğim, çünkü internette öğrenmeyle ilgili pek çok site bu son derece basit ama etkili aracı gayet güzel açıklıyor. Konuyu araştırırken "yeni Bloom taksonomisi" diye bakmanızı öneririm. Bloom ve arkadaşlarının ilk kez 1956’da geliştirdikleri taksonomi 2001’de çok doğru bir biçimde gözden geçirilip yenilenmiş.

İncelendiğinizde göreceksiniz, bu bir piramit. Hiyerarşik bir ilerleyişe dayanıyor. En altta anımsama var. Ezber kısmı burası. Olguları topluyorsunuz. Bir üst aşama anlama. Olgulara dayanarak çeşitli yollardan anlam inşa ediyorsunuz. Fakat bunlar da hep parça parça. A ve B olgularından yola çıkarak C örneğini ortaya koyuyor ya da D açıklamasına ulaşıyorsunuz. Oysa bir sonraki aşama uygulama olacak. Burada bir formüle dayanarak problem çözme var. Onun bir üstü ise analiz etme ya da çözümleme. Önünüze gelen problemi parçalara ayırabilirsiniz burada; parçanın bütünle ilişkilerini görünür kılabilirsiniz. Bir sonraki aşama ise, değerlendirme. Şimdiye kadar edindikleriniz üzerinden yargılara ulaşabiliyor, önünüze gelen şeye değer biçebiliyorsunuz. Piramidin en son aşaması yaratma. Artık öğrendiklerinizden yola çıkarak kendi bilginizi yaratabilirsiniz.

McGuire öğrencilerine şunları sorgulatıyor: "Hangisi için daha çok çaba harcamanız gerekir? Bir sınavdan 100 almak için mi, onu öğretmek için mi?" Öğrenmeye sınavdan iyi not almak amacıyla değil, onu başkalarına öğretebilecek aşamaya gelme amacıyla yaklaştığınızda daha çok emek harcıyor ama daha derinlikli bir bilgiye ulaşıyorsunuz.

O zaman temel amaç bu olmalı. Öğrenirken, o bilgiyi başkasına öğretebilmek için öğrenmelisiniz. Yani yeni Bloom taksonomisinin en üst dilimine ulaşmayı hedefleyerek… Öğrendiğin bilgiden yola çıkarak yeni bilgiyi yaratamıyorsan, o bilgi ne kadar senindir? Belki sınavdan 100 alırsın ama orada kalırsın. Halbuki ötesi mümkün.

"Sen etliye sütlüye karışma evladım. Sana ne öğretirlerse onu öğren, bir yerde memur ol, en kısa sürede emekli olup rahata kavuş." Yaşım itibarıyla emekliliğin pek de tatlı bir şey olduğunu düşünüyorsam da, şu yaşlı öğretisi olacak şey değil. Edindiğim bilgi beni dönüştürmeyecekse, benim olmayacaktır. Bilgi edinirken dönüşmeyi hedeflediğimizde ve sahte gelecek planlarından kopabilmeyi göze aldığımızda hayatımız değişir. Bundan kaçmamak lazım ve bunu olması gereken en iyi biçimde gerçekleştirmemiz lazım.

Gelecek hafta kötülük üzerine konuşmaya başlayacağım. Dünyada kötülük var. Bu da bir olgu. Kötülük yüzleşmemiz ve ancak ondan sonra dönüştürmek için savaşmaya başlamamız gereken bir olgu. Örnekse şu örnek: Daha geçen hafta davası görülen Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi İbrahim Enes Gacar, 6 yıl ve 3 ay ceza aldı. Bu bir Dreyfus Davası. Modern Türkiye, cumhuriyet rejimin yüzüncü yılına bir kala gençlerini öğrenci evinde kalmak, pikniğe gitmek vb. gerekçelerle "FETÖ"den suçlu buldu. İbrahim Enes’in de dahil olduğu 30 kişi… Ne güzel değil mi? Ülkemiz öğrenci evinde beş buçuk ay kalan üniversite hazırlık öğrencilerinin 6 yıl 3 ay ile cezalandırılması gereken terör faaliyetlerine karıştığını araştırıp ortaya çıkaran bir adalet sistemine sahip.

İbrahim Enes aldığı cezanın yarısını tutuklu olarak geçirdiği halde, istinaftan çıkacak karara kadar geçecek süreyi de hapiste geçirmeye mahkûm edildi. Bu kadar yattı, istinaf süresini dışarıda geçirsin demedi mahkeme. Oy çokluğuyla. Bir üyenin karşı oyu var işin içinde. Fakat İbrahim Enes içeride. Sosyal medyada her gün tekrar ettiği üzere, her gün tek tek artan uzun bir süredir tutuklu ve bir terörist değil. İbrahim Enes ve arkadaşları mapusta.

Şöyle sorayım: Bugün bu toplumda kaç Zola var? "Suçluyorum" diye devlet başına açık mektup yazan ve kendi de tutuklanmamak için ülke dışına kaçan kaç tane romancı Emile Zola var?

Biz yarın, arkadaşlar, en iyisi sınıfa gidelim. Uyumak için değil, uyanmak için bilgiyle ilişkilenmeye. Hepimiz için daha farklı sabahlar da olabilsin diye.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi