Doğan Özgüden
Yarım asır öncesinden dersler…
Ankara’da olduğu gibi HDP ve İYİP’in desteğini de almış olan CHP’nin yükselen yıldızı Ekrem İmamoğlu nihayet sayım mücadelesini de kazanarak Türkiye’nin en büyük kentinin belediye başkanlığı koltuğuna yerleşti.
Başkanlığı devralırken "Bu şehrin Türk'ünü selamlıyorum, Kürt'ünü selamlıyorum, Laz'ını selamlıyorum. Sunni’sini selamlıyorum, Alevi’sini selamlıyorum, Hristiyanlarını, Ermenilerini selamlıyorum" diyerek olumlu bir başlangıç yaptı…
1994’te "ortanın solu"ndaki üç partinin birbirini yemesi nedeniyle İstanbulluların sadece dörtte birinin oyuyla belediye başkanı seçilerek iktidar basamaklarını tırmanmaya başlayan, 2003’te önce CHP’nin desteğiyle Meclis’e girip ardından başbakanlığa ve cumhurbaşkanlığına tırmanan Erdoğan ve tüm islamo-faşist dikta yanlıları tam bir hezimete uğradı.
Ancak bu sonuca rağmen, İmamoğlu da İstanbul’da, tıpkı Ankara belediye başkanı Mansur Yavaş gibi, belediye meclisindeki AKP çoğunluğuyla sürekli çatışmak ya da birçok konuda uzlaşmaya gitmek zorunda kalabilir.
Seçildiğinde coşkusunu siyasal mazisine sadık kalarak bozkurt ritüelleriyle ortaya koymuş olan ve ölüm yıldönümünde Türkeş için övgü dolu bir mesaj yayınlamış bulunan Yavaş bu aykırı aritmetik karşısında da son derece pragmatik davranarak "Ağırlığın AKP’de olması beni rahatsız etmez" dedi.
İmamoğlu da, aday olur olmaz Beştepe’ye çıkarak işbirliği sözü verdiği gibi, son demeçlerinden birinde de Erdoğan’la işbirliği konusunda "Kapısını kapatsa penceresinden, penceresini kapatsa bacasından girerim" diyor.
Ankara ve İstanbul sonuçları ilk ağızda bittabi memnun edici, ancak CHP’nin geçmişteki tavırları göz önünde tutulduğunda, bu partinin önümüzdeki dönemde, tutumunun ne olabileceği konusunda endişeleri bertaraf etmek mümkün değil.
1973’teki Karaoğlan coşkusunun MSP İslamcılarıyla koalisyon kurulmasından sonra nasıl hızla söndüğü kolay kolay unutulamaz. Meclis’teki 1974 affı oylamasında 163’den tutuklu veya mahkûm İslamcılar CHP’lilerin de oylarıyla serbest bırakılırken, 141-142 mağdurlarının affının MSP’liler tarafından engellenmesini 60-70 kuşağı solcularının unutması mümkün mü?
Miting meydanlarında barış güvercini oynayan Ecevit’in 1974 Kıbrıs operasyonuyla şahin kesilmesi, daha sonra 1978-79’da müseccel sağcılar Turhan Feyzioğlu ve Faruk Sükan’la, 1999-2002’de de yine müseccel sağcılar Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz’la hükümet kurarak devlet terörüne hizmet vermesi de asla unutulamaz.
Bittabi, Deniz Baykal’ın 2003’te Erdoğan’a iktidar yolunda kırmızı halı döşemesi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2016’da HDP lideri Demirtaş ve arkadaşlarının dokunulmazlıklarının kaldırılmasını desteklemesi de...
CHP’nin sağ partilere ayak uydurmasının, hatta "ortanın solu" kisvesi altında gerçek sol’u yoketme seferberliğinde fiilen yer almasının 60’lı yıllara uzanan bir geçmişi de var. 41 yıl öncesine gidiyorum.
1965 seçimlerinde 15 milletvekiliyle Meclis’e girerek Türkiye’nin siyasal gündemini değiştiren, anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadeleyi kitlelere mal eden Türkiye İşçi Partisi’ni yok etmek, o mümkün olmazsa binbir iftira ve komployla itibarsızlaştırmak için Demirel’in liderliğindeki AP ve onun yedeğindeki Türkeş’in CKMP’si her çareye başvuruyor… Parti toplantıları basılıyor, partiyi destekleyen yazarlar hakkında art arda davalar açılıyor…
Onunla da kalmıyor… Zorbalık 19 Şubat 1968 gece yarısı doğrudan Meclis çatısı altına taşınıyor. Adalet ve İçişleri Bakanlığı bütçeleri görüşülürken Türkiye İşçi Partisi’nin eleştirilerini dile getiren iki milletvekili, Yunus Koçak ve Çetin Altan gözü dönmüş AP milletvekilleri tarafından öldüresiye dövülüyor.
Yunus Koçak anlatıyor:
"İçişleri Bakanı Faruk Sükan bizim eleştiri ve sorularımıza cevap vermesi gerekirken bize sual soruyor, cevap almaya çalışıyordu. Nihayet parola verilmiş olacak ki, Çetin Altan’a ‘Sen Nazım’ın en büyük Türk şairi olduğunu yazmadın mı?’ dedi. Çetin’in cevap vermesine kalmadan AP’liler yerlerinden kalkıp bize doğru akmaya başladılar. Bilhassa Çetin’i ve beni sardılar. Bir ara Çetin yere düştü. İnsafsızca tekmeliyorlardı. Çetin oracıkta can verebilirdi. Ben kendimi korumayı bırakarak Çetin’i yerden kaldırmaya çalıştım. Beni de devirdiler. Önden ve arkadan sayısız tekme vuruyorlardı. Bu arada arkamdan da çok kahpece başıma ve her yanıma vuruyorlardı. Bir anda gözlerim görmez oldu. Başıma vurmuşlar, tornavida veya bıçakla yaralamışlar, her tarafımdan fışkıran kanı zevkle seyrediyor, can verişimi bekliyorlardı." (Ant Dergisi, 27 Şubat 1968)
Bu saldırıya rağmen Çetin Altan, Yunus Koçak ve diğer TİP milletvekilleri yılmadan mücadelelerini sürdürdüler.
1968’de Türkiye İşçi Partisi’ne hiç beklenmedik bir darbe, Meclis’teki saldırıdan iki ay sonra, tam da Senato seçimlerine gidilirken ana muhalefet partisi CHP’nin lideri İsmet İnönü’den geldi.
Partisinin Kars il kongresine gönderdiği ve 15 Nisan 1968 tarihli gazetelerde manşete çıkan bir konuşmasında İnönü sağ partileri bir yana bırakmış, "CHP’nin en büyük rakibi TİP’tir" diyor ve ekliyordu: "Dış politikada ve iç politikada bizden en uzak ve bizimle açık, kapalı amansız mücadele eden TİP’tir. Onun dış politikasını memleketin hayati menfaatlerine tamamen aykırı buluyoruz."
Dahası, bu konuşmadan bir gün önce, Milliyet Gazetesi’nde CHP lideri İnönü’nün evinde "Allahın dediği olur" yazılı bir levhanın önünde çalışırken resmi yayınlanarak mütedeyyin seçmene, özellikle de CHP’yi laiklik adı altında dine karşı olmakla suçlayan islamcılara göz kırpılıyordu.
İnönü’nün TİP’i suçlayan konuşması sol kamuoyunda şok etkisi yaratmıştı, Başbakan Demirel ve CKMP lideri Türkeş CHP’nin kendi saflarına yaklaştığını görmüş olmaktan dolayı keyifli, ancak sağcı, Amerikancı ve anti-komünist seçmenlerden bir kısmını CHP’ye kaptırma olasılığından dolayı endişeliydiler.
İnönü’nün saldırısını TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar şöyle yanıtlamıştı:
"Aslında CHP ile AP arasındaki kavga düzen değiştirme üzerine değil, bu düzeni yönetme üzerine bir kavgadır. CHP bürokrat sınıfın, yani yüksek memur ve teknisyenlerin devleti yönetmesini ve ağalarla kompradorların bunların vesayetinde geliştirilmesini ister. CHP, merkezci, tekelci, otoriter devlet felsefesinin temsilcisidir. Demokratik düzeni bu felsefesine uydurma çabası içindedir. En yararlıyı, en doğruyu yalnız kendilerinin bileceği inancı CHP yöneticilerinde o denli kökleşmiştir ki, kendi görüşlerine karşı olanları derhal milli menfaatlere ters düşmekle suçlamanın, her şeyden önce karşısındakilerin görüşlerine saygı demek olan demokrasiyle asla bağdaşmadığını bile düşünmezler.
CHP’nin sayın genel başkanının TİP’e değinen sözlerini, seçimlerle ilgili bir hesap, fakat asıl tek parti devrinden kalma ve milli menfaat konusunda son sözü daima kendisinin söylemesi alışkanlığı olarak değerlendirmek gerekir. Türkiye’yi bağımlı duruma düşürmüş olan ikili anlaşmaların ilklerini imzalayan CHP hakkında aynı suçlamayı yapmak rahatlıkla mümkündür. Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye düşüren, denetimimiz dışındaki askerî üsleri ve türlü imtiyazlarıyla yurdumuzda kaldığı müddetçe Amerika dostumuz olamaz. " (Ant Dergisi, 23 Nisan 1968, s. 7)
Ben de aynı sayıda yayınlanan başyazıda şöyle diyordum:
"CHP, Türkiye’deki sola açılışa sahip çıkabilmek, emekçi sınıfları kendi kontrolü altında tutabilmek için Ortanın Solu gibi bir burjuva aldatmacasını politika sahnesine sürmüştür. TİP’in sloganlarını taklit ederek, düzeni değiştirme üzerine edebiyat yaparak. Zaman zaman bağımsızlıktan dem vurarak bazı solcu aydınları dahi baştan çıkartan CHP bu ayak oyunlarında bir süre için başarı göstermiştir.
Ama bu oyun artık iflas etmiş, İnönü Kars kongresine gönderdiği mesajla CHP’nin gerçek kimliğini ortaya koymuştur. TİP’in dış politikasını bir AP’nin, bir GP’nin, bir CKMP’nin ‘tehlikeli’ saymasından daha tabii bir şey olamaz. Çünkü onlar, Amerikan emperyalizminden ve onun Türkiye’deki çıkar ortağı egemen sınıflardan yana olduklarını açık seçik ortaya koymuşlardır. Politik yelpazedeki yerleri bellidir.
CHP ve onun lideri ise bağımsızlıkçı ve solcu görünüp, en kritik anlarda anti-emperyalist ve sosyalist hareketi arkadan hançerlemek suretiyle bir AP’den, bir GP’den, bir CKMP’den daha tehlikeli olduğunu göstermiştir. Halktan yana görünüp halka karşı olmak, bağımsızlıktan yana görünüp Amerika’yı ve NATO’yu savunmak, ortanın solunda görünüp sosyalist hareketin kuyusunu kazmak… İşte, asıl tehlikeli olan, İnönü’nün bu iki yüzlü politikasıdır." (Ant Dergisi, 23 Nisan 1968, s.3)
1968’in üzerinden yarım yüzyıldan fazla zaman geçti. Bu süre içinde askerî yönetimler tarafından iki kez kapatılmış olan Türkiye İşçi Partisi’nin yerini şimdi HDP aldı.
O dönemde, bir yandan "ortanın sol"unda olduğunu iddia ederken öte yandan gerçek solu suçlayarak iktidardan pay kapmaya çalışan CHP ise bu kez daha farklı söylemlerle yine siyaset sahnesinde...
Yenikapı ruhunu paylaşmış bir Kılıçdaroğlu’nun ve onun emrindeki CHP yöneticilerinin genel tavrı, son seçimlerde başka alternatif olmadığı için demokrasi ve barıştan yana seçmenlerin çoğunluğu tarafından desteklenerek seçilmiş olan Mansur ve İmamoğlu’nun zaman zaman yaptıkları konuşmalar gerçekten düşündürücüdür.
Önümüzdeki süreçte AKP-MHP diktasının çökertilmesi tüm muhalefet güçlerinin dürüst ve ilkeli bir ilişki içinde olmalarına, herhangi birine saldırı karşısında ortak tavır almalarına bağlıdır.
Yarım yüzyıl önce TİP’i tehlikeli ve en büyük hasım ilan etmiş olan CHP, bugün seçim başarısını borçlu olduğu HDP’yi karşıya alma ya da dışlama yanlışına sürüklenmemeli, AKP-MHP diktasından gelebilecek "dokunulmazlık kaldırma, tutuklama, görevden alıp yerine kayyım atama" saldırılarına birlikte göğüs germeli, Kürt halkının özgürlük ve eşit haklar mücadelesinde HDP’nin yanında yer almalıdır.