Yıldız Tar
Yasakların sınıfı ve güvenlik devleti
“Her yasak kendi isyancısını yaratır”. Sinan Çetin’in Kağıt filmindeki bu replik ve devamında gelen zeytinseverler benzetmesi yaygınlığı ve bilinirliği itibariyle klişeye dönüştü. Ancak memlekette her şey, hiçbir klişenin klişe olarak kalmasına izin verilmeyecek kadar aynı nokta etrafında dönüp duruyor. AKP’nin belki de en büyük başarısı, gayet sınıfsal, toplumsal ve siyasal meseleleri kültürel alana indirgemesi ve muhalefeti de bu sahada top çevirmeye zorlaması. Son yasaklarda da yine aynı eksende ilerliyoruz.
Bu köşede, neredeyse her hafta yeni bir yasak üzerine yazmak durumunda kaldım. Artık daha fazla yasak yazmama hevesiyle bilgisayar başına oturmuşken bu sefer de İstanbul Valiliği’nin içki yasağı gündeme oturdu. Yasak yasal mıydı değil miydi kısmını bir kenara bırakarak; içki yasağı da dahil AKP’nin yasak politikalarını başka bir alanda tartışmak gerekiyor.
Konser yasaklarını ekseriyetle yaşam tarzı üzerinden tartışmayı adet edinmiş bir akademi ve gazeteci grubu var. Özellikle muhalefete yakın duran, muhalefet partilerine danışmanlık yapan akademisyenler açısından “bizim mahalle, sizin mahalle” benzetmesiyle başlayan, “merkez-çeper” eksenine oturan ve buradan türeyen “laikçi vs Müslüman” karşıtlığı üzerinden memleketi anlamaya çalışmak konforlu bir alan da yaratıyor. Çünkü kültürelci bakış, çoğu zaman muhafazakarlığı değişmez bir genetik kod olarak ele alır. Kültüre en devrimci nosyonu yüklediğinde bile, sınırlar çok belirgindir. Geçişler mümkün değildir. “İçki içen başörtülü kadın” gördüğünde ya mavi ekran verir, ya İslamcıların önüne atar ya da ondan bir “özgürlük şampiyonu, tüm sorunlarımızı çözecek sembol” yaratmaya çalışır. Kamplar vardır, mesele kutuplaşmadan ibarettir, taraflar huzur içerisinde bir araya gelirse sorun çözülecektir.
Kağıt üzerinde iyi bir fikir gibi duran bu fikrin işe yaramadığını deneye deneye gördük. Bu fikrin, kamplaştığını iddia ettiği gruplar arasında eşitlik olduğuna dayanan yanılsaması da cabası. Öyle ki bundan seneler önce, tam da dönemin Aile Bakanı Selma Aliye Kavaf, “eşcinsellik hastalıktır” dedikten sonra “hastalık değil günah” çıkışını yapan Hilal Kaplan’la, LGBTİ+ örgütlerini aynı masaya oturtmaya çalışanlar olmuştu. Meseleyi bir tür kültür ve medeniyetler çatışması olarak ele aldığınızda, LGBTİ+’ları bir mahalleye koyuverirsiniz.
Eşyanın tabiatı gereği, LGBTİ+’ların her toplumsal, siyasal ve kültürel grubu yatayda kestiğini, yani her yerde, her mahallede, her masada olduğu gerçeğine, iktidarın tam da bu gerçeğe savaş açtığına gözünüzü kapatırsınız. Ve yine, eşit iki grup olduğunu düşündüğünüz gruplardan birinin imtiyazlarını, bu imtiyazla ördüğü nefret politikasını “aynı masada oturmakla” çözülecek bir konu olarak görür, mazlumdan biat bekler hale gelirsiniz. İçki yasakları üzerine düşünürken bu örneği hatırlamak önemli. Benzer bir hat örülüyor, bilinçaltı düzeyindeki medeniyetler çatışması teorileri kendisini, “Ama Batıda da yasak” diyerek ortaya koyuyor.
"İBNELİK VERGİSİ" VE YASAKLARA RIZA ÜRETMEK
Peki, kamuya açık alanda içki yasağı nelere yol açıyor? Bunun yaşam tarzına müdahaleden
daha esaslı, daha kuvvetli hangi anlamları var?
Kamuya açık alanlarda, parklarda, sokaklarda, bahçelerde, evinin önünde içki içmenin yasaklanması; tüm toplumu etkileyen bir yasak değil. Bu kısmı doğru. Ancak etkilemediği kısım, her mevzuyu kültürle ve mahalleler arası çatışmaya anlamaya çalışanların öne sürdüğü gibi “muhafazakarlar” değil. Etkilemediği kısım zenginler. Çünkü sokakta ya da parkta içki içmek aslında yoksul işidir. Bir mekana oturup, fahiş fiyatlara içki içemeyenlerin işidir. Böylesi bir yasak, nezih bir mekanda oturup istediğini içebilecek parası olanları etkilemediği gibi; ekonomik krizin yakıcı etkilerini işçiler ve işsizler aleyhine, mekan sahipleri lehine sübvanse etmenin de bir yolu. Sokağa salacağınız güvenlik timlerinin on gün boyunca terör estirmesi, ellerini ovuşturarak size kucak açacak küçük ve büyük patronların barlarına gitmek zorunda kalmak demek. Haliyle, evet içki yasağı sınıfsal bir yasak. Ki bana kalırsa sınıfsal olmayan herhangi bir yasak da söz konusu değil.
Yasaklamak, yasakladığı eylemi yok etmez, hiçbir zaman etmedi. Kendi isyancısını yaratmasının önüne geçmek için yasak delmek cüzdana bağlanır. Paran olduğu kadar delebilirsin yasağı. Rüşvetle delersin, yasaklı eylemi yerine getirmek için olağandışı vergiler ödeyerek delersin. Ülkedeki gey barlar, genelde diğer barlardan çok daha pahalıdır mesela. Gey bar patronları sizden “ibnelik vergisi” alır. İsyan ettiğinizde ise cevabı açıktır: Gelme o zaman, sanki başka yerde rahatça eğlenebilecek misin? Siz de böylece mecbur kalırsınız. Bir süre sonra da normalleşir zihninizde. Sorun etmemeye başlarsınız.
İçki yasaklarının ikinci boyutu, sınıfsal olduğu kadar siyasal olması. Bu yasaklara karşı hukuki mücadele önerenleri, Anayasa’yı hatırlatanları anlamakla birlikte; çabalarını çoğu zaman beyhude görüyorum. Yasak, yasadan çok yasanın askıya alınmasıyla ilgilidir zaten. Her yasak, güvenlik devletini güçlendirirken bir yasayı askıya alır. Sonra zamanda güvenlik devleti uygulamaları askıya alınan yasağın yerine yasaya dönüşür. Yasaklara rıza üretebilmek için muhakkak bir güvenlik açığından bahsetmek gerekir. İçki yasağında da Valiliğin yarım geri vitesinde “kadınları korumaktan” dem vurması tam da bu güvenlikçi politikalara denk düşüyor.
Yazının başında örnek verdiğim 2010’lardan farklı olarak, AKP’nin güvenlikçi siyasetinde son yıllarda sıklıkla “kadınları korumak” argümanını görmeye başlıyoruz. Feminizmin kazanımlarını ve mücadele birikimini siyasi hokkabazlıkla tersine çevirip, güvenlikçi uygulamaları hayata geçirmeyi en çok ABD’den öğrendi AKP. Bu yolla kendi seçmeni dışında bir kesimden de destek bulmak için her dara düştüğünde sanki İstanbul Sözleşmesi’ni kaldıran kendisi değilmiş gibi nara atmaya başlıyorlar. Oysaki attıkları nara bin yıllık cinsiyetçi “karımıza, çocuğumuza el uzatıyorlar” klişesinden ibaret. Ancak bu klişe tuhaf bir şekilde işliyor. Yoksa muhalefet partileri neden bu kadar saçma bir yasağa karşı güçlü bir şekilde karşı çıkmasın?
Bir an durup düşünsek, onca yeni polis, bekçi, zabıta alımlarına rağmen neden hâlâ güvenlik açığı var diye sorabiliriz belki. Belki de o güvenlik açığını yaratanlar güvenlik görevlileridir diye de ekleyebiliriz. Ancak yasakları ve yasakçılığı “yaşam tarzı” ekseninde görmenin ötesine geçmediğimizde, yasakların en basitinden o yasakları uygulayacak ve denetleyecek yeni güvenlik personeli alımı anlamına geldiğini, daha geniş bağlamda ise güç tesisine yol açtığını fark edemiyoruz.
Haliyle içki yasakları sadece içki yasakları değil, sadece yaşam tarzına saldırı hiç değil. Nasıl ki 4. Murad’ın derdi İslam değil, ayaklanmalar kahvehanelerde örgütlendiği için insanların bir araya gelebildiği, istişare edebildiği, bazen de isyanlar örgütleyebildiği mekanları kapatmaktıysa; son dönemlerdeki yasakların da derdi bu kamusallığı kontrol altında tutabilmek, mümkünse daha fazla ticari ilişkiler yoluyla denetleyebilmek.
İçki yasaklarını da, konser yasaklarını da 2015’ten beri AKP’nin sokakla bitmeyen kavgasının bir aşaması olarak görmemiz gerek. Sokağı durulan, oturulan, konuşulan bir yer olmaktan çıkartıp hızlı hızlı
yürünen, işe gidip dönerken kullanılan bir yer olarak yeniden örgütlemek istiyorlar. Bunda da kısmen başarılı oldular. Çünkü sokak dediğimizde genelde sol jargonda aklımıza sadece eylemler geliyor ancak sokak, eylem yapıldığı için devrimci değil. Sokakta yaşam olduğunda, yaşam aktığında devrimci potansiyeli yeşerdiği için eylem yapabilmek önemli. Her eyleme saldırılardan daha tehlikeli, daha sinsi bir planın bir başka merhalesi bu yasaklar. Sokağı ve sokaktaki hayatı bölüp, parçalayıp yönetmenin bahanesi…
CHP ve Millet İttifakı bileşeni siyasi partilerin böyle sokaklarla derdi yok zaten, bunu anlamak güç değil. Ancak demokratik muhalefetin bu yasaklara sessizliği; yoksulların sokaklardan ve kentlerden sürülmesi, görünmez kılınmasına payanda olması demek. Güvenlikçi politikaların güçlenmesine yol vermek demek. Yarın öbür gün başına bir iş geldiğinde sokakta basın açıklaması yapmak istediğinde bir elin parmağı kadar kişi olması, kendisini durup dinleyecek bir insan evladı bile bulamaması demek. Çünkü iktidar sokakları işgal ettiğinde kentin meydanları da artık sadece işe koşturan, iş dönüşü eğer parası varsa bir barda iki tek atmak için acele acele yürüyen insanlardan ibaret hale gelir.
***
Burada bir parantezi de içki içmeye dair önyargılarımız için açmak istiyorum. İçki, zengin işi görülüyor memlekette. Bundan fahiş vergilerin de katkısı var ama bunu aşan başka bir tür mevzu da olmalı ki, Mısır’da kölelerin birasından günümüzde madenci meyhanelerine uzanan işçi sınıfı ve içki geleneğini en komünist geçinenler bile unutmayı tercih ediyor. Edebiyatımızda da sinemamızda da son yıllarda üretilen eserlerde bu alanda tuhaf bir boşluk var. Bütün dünyada hayatla iç içe, etnografik, sözlü tarihe yaslanan, işçi sınıfına ve yoksulluğa içeriden, derinden bakan eserler çıkarken biz “taşra sıkıntısına” takılıp kalmış durumdayız. Taşraya giden burjuvanın dramından başka ses getiren eser görmüyoruz. Bu dramlar da kabak tadı vermesinin yanı sıra başka yüzyıla ait oysaki. Nobel ödüllü Annie Ernaux’un Boş Dolaplar romanında anlattığı yoksul kasabanın kafe-bar modeli yok mu Anadolu’da?
İşçilerin yarı gizli içki, buluşma mekanlarının olduğunu bir taşralı olarak yakından biliyorum mesela. Mekanların olmadığı yerlerde piknik kavramının içki içme bahanesine dönüştüğünü, arabayı esen bir yere çekip insanların demlendiğini… Sanırım, varoluşsal, çözülemez bir çatışma gibi gördüğümüz kültür savaşları, medeniyet çatışmaları, kutuplaşma gibi ne idüğü belirsiz kavramlarla her şeyi anlamlandırma çabamız; kültürel üretimleri de çoraklaştırıyor. Çok ilginç değil mi her şeyi kültüre havale ede ede kültür, sanatı çölleştirmemiz?
Yıldız Tar: 2013 yılında gazeteciliğe başladı. Etkin Haber Ajansı'nda editör, Özgür Radyo'da program yapımcısı ve sunucusu olarak çalıştıktan sonra 2014'ten beri LGBTİ+ internet gazetesi KaosGL.org'ta sırasıyla muhabir, editör ve yayın yönetmeni olarak çalıştı. Halen bu görevi sürdürüyor. Sol, sosyalist siyasi partilerle LGBTİ+ hakları üzerine röportajları "Yoldaş Ben İbneyim" başlığıyla, trans kadınlarla röportajları "Dönmelere Doyamadık" ve Türkiye'deki LGBTİ+ hareketinin tarihine ilişkin sözlü tarih çalışması "Patikalar: Resmî Tarihe Çentik" ismiyle kitaplaştı. Yazı ve söyleşileriyle T24 ve Gazete Duvar’a katkı sundu. Artı TV’de Odak Ankara programını hazırlayıp sunmaya devam ediyor.