Geri gönderme merkezlerinde neler oluyor?

Geri Gönderme Merkezleri statüsüz bırakılan, herhangi bir korumaya sahip olmayan göçmenlerden kurtulmak için fırsata dönüşmüş durumda. AB ile el ele veren Türkiye'de insanlar işkenceye varan uygulamalarla yıldırılıp, geri dönmeye mecbur bırakılıyor.

Başlıktaki sorunun cevabını net olarak bilemiyoruz, çünkü geri gönderme merkezi denilen yapılar karakol ve hapishane gibi kapalı kurumlardan bile daha kapalı, kamuoyu denetimi bir yana; o kamuoyu adına görevlendirilen kamu yetkililerinin bile denetimine çoğu zaman kapalı kurumlar. Temel işlevleri, hakkında sınır dışı ya da idari gözetim kararı alınan göçmenlerin, karar kesinleşene kadar tutulması. Bu kararın kesinleşmesi ise Türkiye’deki hukuk sisteminin seçici yavaşlığı dolayısıyla ayları bulabiliyor. Tek gecelik gözaltına bile uygun olmayan bu merkezlerde insanlar ya aylarca tutuluyor ya da bu zulme dayanamadıkları için “gönüllü geri dönüş belgesini” ya imzalıyor ya da zorla imzalatılıyor.

Avrupa Birliği’nin kendisini güllerle bezeli bir bahçe, sınırları dışındaki coğrafyayı ise vahşi bir orman olarak gördüğü güvenlik politikasının ürünü olan göçmenleri Türkiye arafına kapatma uygulaması, geri gönderme merkezlerini hukukun ve evrensel insan haklarının askıya alındığı mekanlara dönüştürüyor.

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Merkezi'nin verilerine göre Türkiye'de neredeyse 30 geri gönderme merkezi bulunuyor. Merkezler, coğrafi olarak ülkenin her yerine dağılmış durumda. Yeni geri gönderme merkezlerinin açılacağına ilişkin haberler de düşüyor.

Geri gönderme merkezlerinde neler olduğunu anlayabilmek için öncelikle bu merkezlere kimlerin, neden gönderildiğine bakmamız gerekiyor. Pratikte, mülteci ve göçmen düşmanlığı her arttığında kolluk kuvvetleri yeni “operasyonlar” düzenleyip, göçmen avına çıkıyor. Sokaklarda tuttuğunu yakalayan, döven polis görüntüleri artık rutine binmeye başladı bile. Bunun dışında polisin saldırdığı herhangi bir protestoya katılan göçmenler de önce emniyete, ardından geri gönderme merkezlerine gönderiliyor.

AB-TÜRKİYE EL ELE GÖÇMENLERE KARŞI

Evrensel insan haklarını esas alan bir yürütme anlayışı, vatandaş olsun olmasın devletin egemenlik sürdüğü topraklardaki her insan ve aslında her canlıdan mesul olduğunu bilir, ona göre davranır. Ancak maalesef Türkiye Cumhuriyeti yasaları da, o yasaları uygulayan idareciler de evrensel insan haklarını bırakın; herhangi bir hak ve özgürlük nosyonunu temel almıyor. Bizde aksine hakkın kırıntısına ulaşabilmek için can kaybı da dahil bedel ödemeniz bekleniyor. Yeteri kadar bedel ödediğinizde ise ancak ve ancak bir lütuf olarak önünüze kırıntı atılıyor.

Göçmen ve mülteciler söz konusu olduğunda bu kırıntı bile yok. Ve ilk sorun bundan 62 yıl önce başlıyor.

Herhangi bir kişi uluslararası hukukun kendisine sağladığı iltica hakkından faydalanmak isterse Türkiye’de nereye başvurabilir? Türkiye'de bu soruya yanıt bulmak büyük bir karmaşa okyanusunda sörf yapmak demek.

Türkiye, 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi'ne 1961 tarihinde taraf oldu ancak coğrafi kısıt getirdi. Sözleşmeye sınırlama ile taraf olan tek Avrupa Konseyi üyesi ülke olan Türkiye, Avrupa Konseyi üyesi olmayan ülkelerden Türkiye'ye sığınanlara mülteci statüsü tanımıyor.

Peki Avrupa Konseyi üyesi olmayan ülkelerden gelenler olduğunda ne oluyor?

Suriye'deki savaştan önce, çeşitli sebeplerle ülkesini terk edip Türkiye'ye gelenler Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ve Türkiye'nin Göç İdaresi Müdürlükleri vasıtasıyla, ikili bir sistem üzerinden uluslararası korumaya başvurabiliyordu. Teoride hâlâ başvurmaları mümkün. Mesela, idam cezasının olduğu İran'dan gelen LGBTİ+'lar senelerdir bu şekilde ilerliyor. Üçüncü ülke denilen, LGBTİ+ haklarının sağlandığı ülkelere gidene kadar Türkiye'de kalıyorlar. Bekleme süreleri ise her geçen gün artıyor.

Suriye'deki savaşla birlikte kitlesel göç gerçeği, başka bir sorun alanı daha yaratıyor. Türkiye ile AB arasında imzalanan ve mültecileri sanki kimsenin kabul etmek istemediği bir kargo gibi gören anlaşma sonucu üçüncü ülke sistemi de uygulanamaz hale geliyor. Çözüm, Suriyelilerin "geçici koruma" altında olmasıyla bulunuyor. Ancak bu çözüm, mülteciler açısından çözümden çok sorun yaratıyor. Suriyeli mültecileri, seneleri bulan bir tür arafa hapsediyor. Suriyelilerin; uluslararası göç hukuku, Türkiye'nin Cenevre'ye coğrafi kısıtlaması, üzerine bir de AB ile anlaşma üçlüsü arasında kaldıkları hale, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “misafir” demesi bundan. Ve Suriyelilerin statüsüzlüğünü vurgulamak için ısrarla mülteci dememek, sığınmacı ya da göçmen demek bile artık sizin meseledeki pozisyonunuzu belirliyor.

GGM’LERDE İŞKENCE İDDİALARI SESSİZLİKLE KARŞILANIYOR

Bu bağlamda geri gönderme merkezleri; statüsüz ve haksız bırakılan, herhangi bir korumaya sahip olmayan göçmenlerden kurtulmak için fırsata dönüşüyor. İnsanları işkenceye varan uygulamalarla yıldırıp, geri dönmeye mecbur bırakmak için bulunmaz fırsat. Daha bu hafta AB, gül bahçesini vahşi göçmenlerden korumak için Türkiye Cumhuriyeti’ne haracını vereceğini müjdeledi. Bu kaçıncı yardım, artık sayamaz hale geldik. Al gülüm, ver gülüm diplomasisi sağolsun; geri gönderme merkezlerinde yaşanan ihlalleri, işkenceyi kendisini evrensel insan haklarının hamisi olarak gören AB de gündem etmiyor. Adeta mafyanın ettiği sessizlik yemini gibi bir yemin edilmiş durumda. Bu sessizlik yeminini örtbas ettiklerine şöyle bir baktığımızda karşımıza siyaset bilimi literatüründeki “haydut devlet” tanımını noksansız karşılayan bir devlet aklı çıkıyor.

Mesela daha geçen ay, İzmir Barosu, Harmandalı Geri Gönderme Merkezi önünde eylem yapmak zorunda kaldı. Müvekkilleri ile görüştürülmediklerini, önlerine sürekli engel çıktığını, uzunca süreler bekletildiklerini söylediler:

"Mesleki faaliyetleri kapsamında GGM’ye giden avukatların saatlerce bekletilmesi, keyfi bir şekilde müvekkilleriyle görüşmelerinin engellenmesi, müvekkillerinin dosyalarının tamamına erişimin engellenmesi, görevli memurlar ve özel güvenlik ve jandarma tarafından avukatlara yönelik nezaketsiz ve kaba tutumlar “kamu görevlisinin görevini yapmasını engellemek” suçunu oluşturacağından bu uygulamalardan derhal vazgeçilmesi gerekmektedir."

Temmuz ayında Çankırı Geri Gönderme Merkezi’nde yangın çıktı. Göçmenler, yaşadıkları zulme belki son verir diye yangın çıkardı. Ne yaşadılar, ne oldu da işler bu noktaya geldi, bilmiyoruz. Ancak Ankara başta olmak civardaki geri gönderme merkezlerine gönderildiklerini, zaten kalabalık olan “koğuşların” daha da kalabalıklaştığını biliyoruz.

Artı Gerçek’te haberleştirdiğimiz, Azerbaycanlı gazeteci Sona’nın yaşadıkları da başka bir örnek. Sona dayak yedi, şikayetçi oldu, Geri Gönderme Merkezi’ne gönderildi. Sona’nın Avukatı Yakup Sevinçhan’ın Artı Gerçek’e verdiği bilgiye göre, 2022 yılında müvekkilinin ikamet izni başvurusu reddedilmişti. Karara itiraz ettiler. Dava henüz sonuçlanmadı. Reddin sebebiyse, Sona hakkında daha sonra geri çekilen bir şikayet. Şikayet geri çekilse de, ikamet izni uzatılmadığıyla kaldı. Sona’nın karakoldaki ifadesinde ikamet izninin uzatılmadığı ortaya çıkınca Silivri Selimpaşa Geri Gönderme Merkezi’ne götürüldü. Göç İdaresi Müdürlüğü 48 saat içinde hakkında sınır dışı ve idari gözetim kararı aldı. Av. Sevinçhan hem sınır dışı hem de idari gözetim kararlarına itiraz etti. İtirazlar sonuçsuz kaldı.

Av. Sevinçhan, müvekkilinin Selimpaşa’da yaşadıklarını şöyle aktarıyordu:

“Silivri Selimpaşa Geri Gönderme Merkezi’nin durumu gerçekten fecaat. Cezaevi yanında saray kalır. Kapasitesinin çok üzerinde yabancı var. Hijyen sıkıntısı var. Temizlikleri de orada kalan yabancılara yaptırıyorlarmış. Herhangi bir temizlik malzemesi de vermeden. Geri Gönderme Merkezi’nde tutulan yabancılar, kantinden havlu alıp ıslatıp onunla tuvalet ve banyoları temizlemeye çalışıyorlar. Çarşaflar yenilenmiyor. Üzerinde kan ve lekeler olan çarşafların üzerinde yatırıyorlar insanları. En fenası da ciddi bir kene salgını var. Sona hanımın vücudunun her yerinde kene ısırıkları vardı. Görüşmemizde geri gönderme merkezi şartları ve kendisine yapılan haksızlıklardan dolayı açlık grevine başlayacağını söyledi.”

Bu haberi yapmamızın ardından beklenti, kamu görevlilerinin iddiaları soruşturmasıydı. Ancak Sona, 'medyada haber çıktı' diye Edirne GGM’ye sürüldü. Yaşadıklarından sonra, ülkesine dönmek zorunda kaldı. “Gönüllü geri dönüş” denildi. Ancak bunca kötü muamelenin ardından dönmek ne kadar gönüllü olabilir okurların takdirine bırakıyorum.

Başka bir örnek Onur Yürüyüşü’nden. Bu sene İstanbul Onur Yürüyüşü’nde gözaltına alınanlar arasında göçmenler de vardı. Uzunca süre geri gönderme merkezlerinde tutuldular. Onur Yürüyüşü’nün ardından bir markette gözaltına alınanlardan Avustralyalı Mika ile ülkesine döndükten sonra görüştüğümde anlattıkları kan donduran cinsten. KaosGL.org için görüştüğümüzde Mika, “Her şey kabus gibiydi. Guantanamo gibi bir yerde tutulduk. Geri gönderme merkezi değil de ‘yüksek güvenlikli cezaevi’ gibi bir yerdi” diyerek her şeyi özetledi.

Erzurum Aşkale 2 Nolu Geri Gönderme Merkezi’nde haftalarca kalan Mika ile görüşmemizde anlattıklarını naklen verelim:

“İlk gittiğimde yastık ve üzerine yatabileceğim bir döşek istedim. Sonra diyerek beni oyaladılar. Zaten orada kimse size bilgi vermiyor. Sürekli bağırıyorlar. Çok kalabalıktı. Her gün çok az su veriyorlar ve orada kalan hepimiz su içebilmek için birbirimizi ezmek zorunda kalıyoruz. Yemekler desen korkunç. Aç kalmak zorundasın. Sadece bir sefer yeteri kadar suyumuz olabildi, o da benim Avustralya Konsolosluğu ile görüşmemden sonraydı. Bir sefer su verdiler, sonra yine eski haline döndü. Duş alabilmek, temizlenebilmek için günde sadece 1-2 saat su oluyor. Anlayacağınız, hijyen yok. Avukatımla yüz yüze görüşemedim. Çevirmen talebim her seferinde reddedildi. Ailemden ya da avukatlarımdan telefon alamadım. Bana gönderilen paketlerin, mektupların veya mesajların hiçbiri verilmedi. Durumumla ilgili bilgi eksikliği, alıkonulmamla ilgili herhangi bir açıklama yapılmaması ve akıbetimin belirsizliği tüm bu deneyimi daha da travmatik hale getirdi.

“Gerçekten Guantanamo gibi yerler geri gönderme merkezleri. Ve orada aslında neden tutulduğunuzu bilmiyorsunuz. Sanki birileri sizi kaçırmış, bir yere kapatmış ve işkence yapıyor gibi. Kabus gibiydi her şey. Şiddete de şahit oldum. En ufak insani bir şey talep etmenizin karşılığı dayak yemek oluyor. Görevlilerin önüne geleni dövdüğünü gördük, bazen de yan koğuşlardan gelen seslerden anladım. Benim orada kaldığım dönemde göçmenler artık isyan etti. Üç kişi şampuan içti mesela sırf oradan kurtulabilmek için. O kadar kötüydü ki koşullar, ne olursa olsun buradan çıkayım diye her şeyi yapabilirsiniz. Kendisine zarar verenler bile oldu.”

Bundan iki yıl önce, 2021’de de Denizli’de İranlı mülteciler İstanbul Sözleşmesi eylemine katıldıkları için gözaltına alınmıştı. Dönemin Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Züleyha Gülüm, Aydın Geri Gönderme Merkezi’nde gözetim altında tutulan İranlı mültecilerin sağlık durumları kötü olmasına rağmen hastaneye sevk edilmediklerini, IŞİD’lilerle aynı koğuşta kalmaya zorlandıklarını belirtmişti.

En yakın örnek ise 28 yaşında girdiği cezaevinden 58 yaşında çıkan Kürt yazar Menaf Osman’ın Edirne Geri Gönderme Merkezi’ne gönderilmesi. Onca yıl cezaevinde tutulduktan sonra bu sefer de cezaevinden bile kötü bir yere gönderildi.

TİHEK, GÖÇMENLERE KÖTÜ MUAMELEYİ GÖRMÜYOR

Örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak bütün örnekler bir araya geldiğinde dahi buzdağının görünen yüzünü oluşturuyor. Ancak bunca yaşanana rağmen, ülkedeki insan haklarıyla ilgili en önemli kurumlardan biri olması gereken Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK), diğer konularda olduğu gibi bu meselede de işlevsizliğiyle göz dolduruyor. TİHEK’e yapılan geri gönderme merkezleri ile ilgili dört başvurudan avukatların müvekkilleriyle görüştürülmemesine ilişkin iki başvuruda kurulun kararı “ihlal yapılmadığı” yönünde. TİHEK, sağlık hakkı ihlaline ilişkin 2023 tarihli bir başvuruda karar verilmesine yer olmadığına karar verdi. Yine 2023 tarihli haksız yere uzun süre tutulmaya ilişkin başvuruyu ise kabul dahi etmedi.

İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’nde ve sonrasında GGM’lerde yaşananların ardından İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi’nin çağrısıyla bu yazının başlığındaki soruyu soran bir inisiyatif kuruldu. LGBTİ+ mücadelesinden, feminist hareketten, hak örgütlerinden, demokratik kitle örgütlerinden, göçmen dayanışma ağlarından kişi ve kurumlar; GGM’lerdeki insanlık dışı koşullara karşı harekete geçti.

“Geri Gönderme Merkezlerinde Neler Oluyor?” grubu, tüm bu yaşananlara karşı herkesi mücadeleye çağırıyor. Bu yazıyı da onların çağrısıyla bitirelim:

“Bu metni okuyan herkesi Geri Gönderme Merkezlerindeki insanlık dışı koşulların, çıplak aramanın ve her tür işkencenin takipçisi olmaya, sınır dışı tehditlerine karşı göçmenlerin adalete erişim, güvenceli çalışma, barınma, eğitim ve sağlık hakları başta olmak üzere temel haklara erişebilmeleri için kampanya grubuna katılmaya ve birlikte mücadeleye çağırıyoruz. Sınırsız, sınıfsız."


Yıldız Tar: 2013 yılında gazeteciliğe başladı. Etkin Haber Ajansı'nda editör, Özgür Radyo'da program yapımcısı ve sunucusu olarak çalıştıktan sonra 2014'ten beri LGBTİ+ internet gazetesi KaosGL.org'ta sırasıyla muhabir, editör ve yayın yönetmeni olarak çalıştı. Halen bu görevi sürdürüyor. Sol, sosyalist siyasi partilerle LGBTİ+ hakları üzerine röportajları "Yoldaş Ben İbneyim" başlığıyla, trans kadınlarla röportajları "Dönmelere Doyamadık" ve Türkiye'deki LGBTİ+ hareketinin tarihine ilişkin sözlü tarih çalışması "Patikalar: Resmî Tarihe Çentik" ismiyle kitaplaştı. Yazı ve söyleşileriyle T24 ve Gazete Duvar’a katkı sundu. Artı TV’de Odak Ankara programını hazırlayıp sunmaya devam ediyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yıldız Tar Arşivi