Bisküvinin hikmeti, Karabağ’ın gözleri

Artsakh Cumhuriyeti’nden Ermenistan’a muazzam bir göç başladı. On binlerce insanın uzun ve tehlikeli yolculuğu, hafızasında soykırımı taşıyanlar açısından tüyler ürpertmeye devam ediyor.

“İsimler büyülüdür. Sade büyülü mü, isimler hem de büyücüdür” diyordu Elif Şafak, ilk romanı Pinhan’da. Bir daha o ayarda bir kitap daha yazamadığını düşündüğüm Şafak’ın Pinhan’ında anlatılan bir yollar hikayesidir. İsmini, cismini bulma, bulurken yaralanma, yorulduğunda dinlenme, dinlendiğinde güçlenme hikayesi.

Pinhan, tekliğiyle, tekilliğiyle şanslı bir karakterdir aynı zamanda. Öyle ya, tek tek insanların yolunu, yordamını bulması nispeten kolaydır halkların engebeli yollarından. Dünyanın dört bir tarafına dağılmak zorunda kalmış, kültürünün ve varlığının cansuyunu aldığı Anadolu topraklarında, İstanbul’da bir avuç kalmış, Kafkasya’nın çetin ikliminde bir devletin altında kendi hikayesini yazmaya koyulmuş bir halktan bahsediyoruz Ermeniler dediğimizde. Ve o halkın ismini, cismini bulma, bulurken yaralanma hikayesi, bir roman kahramanının çelişkilerinden daha acı, daha zorlu, daha kirli seyrediyor. İsimlerin büyüsü de işte tam burda bizleri bir kez daha karşılıyor.

Dağlık Karabağ mı Artsakh mı dediğiniz, büyülü madalyonun hangi yüzünde olduğunuzu belirler mesela. Veya 1915’e soykırım mı, tehcir mi, olaylar mı, etnik temizlik mi, savaşın olağan seyri mi dediğinizde bir büyünün ya da belki de lanetin neresinde durduğunuzu gösterir. Ve tam da Şafak’ın dediği gibi, isimler aynı zamanda büyücüdür. Büyüsünün ak mı, kara mı olduğunu başta görmeseniz de; zaman her şeyi ortaya serer. Tercih ettiğiniz isim, yüz yıl sonra olan bitene nasıl bakacağınızı da belirler.

Geçtiğimiz yüzyılın en büyük felaketlerinden, Ermenilerin Medz Yeghern diye anlattığı soykırımdan yüz artı sekiz yıl sonra, başka bir tehcirle karşı karşıyayız. Azerbaycan’ın aldığı, bu yazı kaleme alınırken kendi kendini fesheden, pek bir kimsenin de tanımadığı Artsakh Cumhuriyeti’nin topraklarından Ermenistan’a muazzam bir göç başladı. On binlere varmıştı göç edenlerin sayısı en son. Daha da artacak belli ki. 120 bin Ermeni’nin yaşadığı topraklardan, on binlercesinin Ermenistan Cumhuriyeti topraklarına uzun ve tehlikeli yolculuğu, hafızasında soykırımı taşıyanlar açısından tüyler ürpertmeye devam ediyor.

Ama 1915’te yaşananları soykırım olarak görmeyenler, bir devletin devletsiz bir halkı yok etmesinde meşru zemin arayanlar açısından başka bir şey oluyor orada. İnsanlar gidiyor. Bundan ibaret mesele. Türkiye’deki medyada da ekseriyetle böyle yazılıp çizildi olan biten. İnsanların bir yerden bir yere gitmesi şeklinde. Sanki yaz aylarında güneye inmişler de, havalar soğuyunca memleketlerine dönüyorlarmış gibi. Neden gitmek zorunda kaldıklarını çok az yerde okuyabildik. Dış haberler servislerinin soğuk, analitik diline hapsolmuş bir şekilde okuduk onları da. Etnik temizlikten korktukları için diye öğrendik. Sanki birileri eline yeşil sabunları almış da temizlik yapıyorlarmış gibi.

Diğer yandan da Azerbaycan askerlerinin, giden insanlara merhamet gösterilerini izledik bol bol. Su ve bisküvi veriyorlardı Ermenilere. Galibin merhameti kadar incitici çok az şey vardır bu hayatta oysaki. Ve o merhamet görüntülerinin televizyon çağındaki her savaşta gördüğümüz bazı fotoğraflardan ibaret olduğunu da biraz gerilere gidip Saraybosna’daki katliama baksak görebiliriz. Kendi kendine giden insanların ardında kalanların nasıl katledildiklerini.

İsimlere ve kelimelere öyle çok anlam yükleyen birisi de değilimdir aslında. Mesleğim, isimlerle, dille ilgili olsa da aslolanın eylem, olgular, olaylar olduğuna inanırım. Nefret söylemi mevzusunda da “politik doğruculuk” tartışmalarında da çoğu zaman fuzuli bir yan görürüm. Çünkü eylemin dönüştürücülüğünden umutluyumdur hâlâ. Ancak çaresizlik hakim olduğunda, gerçeği değiştirme kudretine sahip olmadığımızı hissettiğimde dönerim kelimelere, isimlere.

CERAHATLI, İRİNLİ BİR YARA GİBİ KANIYOR ARTSAKH

Karabağ krizi denilen meselede de böyle bir çaresizliğin tam ortasında olduğumuzdan olsa gerek daha fazla batıyor yazılıp çizilenler. Gerçek adı altında uluslararası siyasetin güç dengelerini dinlemekten başka çaremizin olmaması, ister istemez kelimelere saplanmayı getiriyor yanı sıra. Oysaki savaşların, tehcirlerin gerçeği siyasetin güç dengelerinde aranamaz. Kimsenin tanımadığı bir devletin egemenlik alanında yaşayan insanlar vardır mesela. Onların evleri vardır. Evlerinde belki bahçeleri. O bahçede yetiştirdikleri ağaçları. Sonra birdenbire bir tercihin eşiğinde bırakılırlar: Kal ve öl, git ve unut.

Kırk katır mı, kırk satır mı tercihiyle baş başa bırakılanların gerçeğini kim anlatacak peki? Bahçesindeki ağacından ayrı düşen birine uzatılan bir bisküvi, yeşerir mi?

Tarihimizin sorusu bu. Hangi isimle andığınıza göre belirlenen bir yazı tura yarışında kazanan kim? O madalyon havaya atıldığında dik gelmez mi hiç? Peki ya yerküre için kısa, Türkiye’de yaşayanlar için upuzun bir mesafede bu yaşananlara hiçbir siyasi parti gerçek insanların gerçek hayatları penceresinden bakmıyorsa; bundan yıllar sonra bir anma ve bir basın açıklaması düzenlemenin kime ne yararı olur?

Kafkaslarda cerahatli, irinli bir yara gibi kanıyor Artsakh. Yara her kabuk bağladığında ya bir devlet, ya öbürü kavlıyor. Ve bir türlü hakikate, insan hayatının büyüsüne ve lanetine erişemiyoruz. Bu arada yol kazası oluyor her ölüm, her katliam, her sürgün. Türkiye’deki ve dünyadaki sessizlik yarışına bakarsak anlıyoruz ki, her yara gibi Artsakh yarası da insanlar kan kaybından ölsün, yara sürekli mikrop kapsın diye kanamaya devam edecek.

Bizse belki de bundan beş on yıl sonra, yaranın kaptığı mikropları, Türkiye desteğiyle açılan koridorlardan geçirilen silahları, uyuşturucuları yani coğrafyamızdaki devletlerin kirli hesaplaşmalarını şaşkınlıkla izleyeceğiz. Ama sırf bir toprak parçasında bazı devletler koridorlar kursun, kara geçişleriyle uyuşturucu ve silah ticareti yolları bağlansın, halihazırda devam eden, çağımızın İpek ve Baharat yolları olan uyuşturucu ve silah ticareti yollarına alternatif yollar açılabilsin diye bir bisküvi, bir su verilip ölüm yollarına itilenlerin hikayelerini belki hiçbir zaman işitemeyeceğiz. Çaresizliğimizden gerçekten kaçacak ve yine isim oyunlarıyla kanlı müsabakalarda taraftar olacağız…


Yıldız Tar: 2013 yılında gazeteciliğe başladı. Etkin Haber Ajansı'nda editör, Özgür Radyo'da program yapımcısı ve sunucusu olarak çalıştıktan sonra 2014'ten beri LGBTİ+ internet gazetesi KaosGL.org'ta sırasıyla muhabir, editör ve yayın yönetmeni olarak çalıştı. Halen bu görevi sürdürüyor. Sol, sosyalist siyasi partilerle LGBTİ+ hakları üzerine röportajları "Yoldaş Ben İbneyim" başlığıyla, trans kadınlarla röportajları "Dönmelere Doyamadık" ve Türkiye'deki LGBTİ+ hareketinin tarihine ilişkin sözlü tarih çalışması "Patikalar: Resmî Tarihe Çentik" ismiyle kitaplaştı. Yazı ve söyleşileriyle T24 ve Gazete Duvar’a katkı sundu. Artı TV’de Odak Ankara programını hazırlayıp sunmaya devam ediyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yıldız Tar Arşivi