Yayın dünyasından bir yoldaşa veda…

Nurer’le dostluğum ben daha 50’li yılların sonunda İzmir’de gazetecilik yaparken başlamıştı. 60’lı yılların başında ben İstanbul’da TİP'in Bilim ve Araştırma Kurulu’nda görevliyken, Nurer de TİP Gençlik Kolları İstanbul Şubesi başkanıydı.

Artı Gerçek’in yeni formatında bu ikinci yazım… 2017’deki ilk gününden beri her hafta hiç aksatmadan yazdığım yazıları, bundan böyle de her hafta başı yayınlanacak şekilde aynı ritimde ve aynı çizgide sürdürmeye devam edeceğim.

Ancak, Belçika’da yarım yüzyıl önce başlatmış olduğumuz İnfo-Türk’ün yayın ve arşiv çalışmalarını ve çok uluslu Güneş Atölyeleri’nin sosyo-kültürel faaliyetlerine desteğimizi aynı ritimde sürdürürken, ileri yaşın gittikçe artan sağlık sorunları nedeniyle yazılarımda aksamalar olursa, anlayışla karşılayacağınıza inanıyorum.

Kapanan hafta Güneş Atölyeleri’nde, Arnavut, Asuri, Belçikalı, Cezayirli, Ermeni, Fransız, Grek, İtalyan, Kamerunlu, Kongolu, Kürt, Ruandalı, Suriyeli ve Türk tüm çalışma arkadaşlarımızla birlikte İnci’nin 82. doğum gününü kutladık.

Sosyal medyada da paylaştığım mesajımda İnci’nin doğum gününü şöyle kutlamıştım:

“Canım İnci, fırtınalı yaşamında dün 82. yılına girdin… 9 yılı doğup büyüdüğümüz topraklarda, 51 yılı da sürgünde, her daim inançlarımız uğrundaki mücadeleler içinde olmak üzere tam 60 yılını birlikte paylaştığımız bir ömür…

“Tüm sürgünümüz boyunca bizi hiç terk etmeyen o soru: Bir gün gerçekten o güzelim ülkemizde olabilecek miyiz?

“Hiç olamadık da değil…

“En azından geçen yıl Esra Yıldız’ın Vatansız belgeselinin 58. Altın Portakal Film Festivali'nde gösterimi sırasında suretlerimiz Antalya'daydı.

“Bu sene de Vatansız’ın Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali’nde gösterilmesi nedeniyle suretlerimiz, bundan tam 60 yıl önce iki genç gazeteci olarak ilk kez karşılaştığımız İzmir’de oldu.

“Dahası, sosyal medya sayesinde yıllardır düşüncelerimizle ve mesajlarımızla gece gündüz zaten hep Türkiye’de değil miyiz?

“Cismen de orada olmak mı?

“Kim bilir, belki tüm muhalefet güçlerinin ilkeli birliği sağlanabilir de gelecek yıl ülkemiz üzerindeki karabasan bir daha geri gelmeyecek şekilde tarihin çöplüğüne atılabilirse…

“Benim gelecek Şubat’taki 87. yıldönümümde mümkün değil ama, gelecek Ekim’deki senin 83. yıldönümünü mücadeleli yaşamının başladığı Ankara’da dostlarımızla birlikte kutlayabilmek… Niçin olmasın?”

Mesajımda bir yakınma paragrafı daha vardı: “İkimiz de ileri yaşlarımızda artık takvim yapraklarının birbiri ardına giderek daha hızla düştüğünün bilincindeyiz. Hayatta kalan yakınlarımızın, dostlarımızın, mücadele arkadaşlarımızın sayısı hızla azalıyor.”

Üzerinden sadece üç gün geçmişti ki, Türkiye’den gelen bir haber bu acımızı yeniden deşti.

İnci ile aynı yıl, 1940’da Adana’da doğmuş olan sevgili dostumuz, yayıncı, şair ve araştırmacı Nurer Uğurlu 82 yaşında hayata veda etmişti.

Nurer’le dostluğum ben daha 50’li yılların sonunda İzmir’de gazetecilik yaparken başlamıştı. 60’lı yılların başında ben İstanbul’da Türkiye İşçi Partisi‘nin Bilim ve Araştırma Kurulu’nda görevliyken, Nurer de Türkiye İşçi Partisi Gençlik Kolları İstanbul Şubesi başkanıydı.

1968 yılında Yaşar Kemal ve Tilda Kemal ile birlikte Ant Yayınları’nı kurduğumuzda, kitapların İstanbul dağıtımını hiç tereddüt etmeden GE-DA dağıtım servisini kurmuş olan Nurer’e vermiştik. Ankara dağıtımı ise, tıpkı Nurer gibi son derece ciddi ve güvenilir bir arkadaşımız olan Aydın Sami Güneyçal’daydı.

12 Mart 1971 darbesinin ardından Ant Dergisi kapatılıp bizler hakkımızda yüzlerce yıl hapis talep edilen davalardan ötürü sıkıyönetimce aranmaya başlandığımızda her türlü riski göze alıp bize dayanışma gösteren dostlarımızdan biriydi Nurer…

12 yıl önce yayınlanan “Vatansız” Gazeteci adlı anılarımın sürgün öncesini anlatan birinci cildinde Nurer üzerine şunları yazmıştım:

“30 Nisan… Çiğdem'in evine uğradık, tam bir şeyler yiyecektik ki, radyoda ilk haber olarak ‘Türk Ceza Kanunu'nun 142, 311, 312, 156 ve 159. maddelerini ısrarla ihlal eden Ant Dergisi'nin süresiz olarak kapatıldığını, sorumluları hakkında gerekli kanuni takibata geçildiğini’ duyuran sıkıyönetim bildirisi veriliyordu.

“Ya sıkıyönetim komutanlığına teslim olacaktık ya da bir yerlerde kıstırılırsak yakalanıp işkenceden geçirilmeyi, belki de vurulup öldürülmeyi göze alacaktık.

“O andan itibaren resmen illegaldeydik. Gerçek bir kaç-göç başlıyordu.

“Çiğdem'in evinde artık bir saniye bile kalamazdık. Daha önce İnci'ye bizi saklayabileceğini söylemiş olan Nurer Uğurlu'nun evine gittik. Ant'ın kapatıldığını radyodan duymuş, bizi bekliyormuş. ‘İyi ettiniz de geldiniz, henüz bana ulaşamazlar, burada birkaç gün kalabilirsiniz’ diye güvence verdi.

“Çok duyguluydu. Darbenin sınıfsal amacını açıklayan Ant'ın son sayısı büyük olay olmuş, sürekli talep geliyormuş, ama artık elde kalmamış.

“Eşi bir aydır Ankara'da olduğu için mutfak tam takır kuru bakırdı, üstelik sular akmıyordu, ama bir şeyler denkleştirip rakı sofrası kurdu, geç vakte kadar sohbet ettik, ihtimalleri tartıştık.

“Nurer'e göre, biz ayrıldıktan sonra Ant'ın yaşaması mümkün olmayabilirdi. Bu bakımdan en iyisi tüm Ant kitaplarının kendisine ya da bir başka güvenilir dağıtımcıya devredilmesiydi. Bunun karşılığı olan parayı, eğer yurt dışına çıkmayı başarabilirsek, orada yürütülecek mücadeleler için bir fon olarak kullanabilirdik.

“Ancak biz Ant'ta çalışan arkadaşların yeni koşullarda gereken şeyleri yapacağına inandığımız için bu önerileri reddettik, Ant kitapları deposunun ve tüm Ant gelirlerinin onların bundan sonraki gereksinimlerinin karşılanmasında kullanılacağını söyledik, kendisinin de onlara destek olmasını rica ettik.

“Sıkıyönetim bildirisinden sonra 1 Mayıs günü bizi tutuklamak için mutlaka büroya ve de evimize uğrayacaklar, yakınlarımızı da rahatsız edeceklerdi. En azından pazartesiye kadar zaman kazanıp gerçekçi bir değerlendirme yapmak zorundaydık. Büroyla temas kurduk. Tahminimiz doğruydu. Gece Ant Yayınları'nı basmışlar, bizi aramışlardı. Artık ya hapishanenin ya da yeraltının yolu kesinlikle görünmüştü…”

Nurer sözünde durdu, biz sürgüne çıktıktan sonra Ant Yayınları çalışanlarına sürekli destek oldu…

Dahası, bizim Brüksel’de 1974 yılında kurmuş olduğumuz İnfo-Türk Ajansı’nın yayınladığı sol kitapların, Zülfü Livaneli’nin ilk uzun çaları olan Türkiye’den Devrimci Türküler’in ve Nazım Hikmet’in kendi sesinden şiirler içeren kasetlerin Türkiye dağıtımını da yine Nurer Uğurlu üstlendi.

Onun katkısıyladır ki, Moskova’daki Lenin Kütüphanesi’nden getirtip Latin harfleriyle Brüksel’de yayınladığımız TKP kurucusu Mustafa Suphi üzerine kitaplar da Türkiye’ye girebildi.

70’li yılların ikinci yarısında Nurer ailesiyle birlikte ilk kez Avrupa seyahatine çıktığında Brüksel’e de gelmiş, bizim bir an önce Türkiye’ye dönerek birlikte 60’larda yönettiğimiz Akşam gibi bir günlük gazete çıkarmamız için ısrar etmişti.

O mümkün olmasa da, Türkiye’ye bir an önce dönerek Ant dergisi ve kitaplarını yeniden yayına sokmakta kararlıydık… Annemin 1978’de vefatı üzerine yaptığımız kısa süreli bir dönüşten sonra bir yandan Türkiye İşçi Partisi’nin Avrupa örgütlenmesini yaparken, öte yandan da Türkiye’de başlatacağımız yayın çalışmalarının hazırlıklarını sürdürüyorduk.

Dönüş hazırlıklarımız son safhasındayken, benim Brüksel’de yayına hazırladığım, Türkiye’de kız kardeşim Çiğdem’in Güncel Yayınları tarafından basılan ve dağıtımı Nurer tarafından yapılan anti-militarist bir kitap üzerine Donanma Askeri Savcılığı hakkımda dava açtığı için avukatlarım kesin dönüşümüzü ertelememizi tavsiye ettiler.

Buna rağmen 1980 yazında Sofya’ya gelen TİP genel başkanı Behice Boran, Sofya’daki Bulgaristan Komünist Partisi misafirhanesinde kendisiyle yaptığım görüşmede, yakında toplanacak olan TİP Kongresi’ne benim de partinin Avrupa örgütü sözcüsü olarak katılmamda ısrar ettiğinden, riski göze alarak Türkiye’ye dönecektim… Döndükten bir süre sonra da, büyük bir aksilik olmazsa, İnci’yle birlikte yayın çalışmalarını başlatacaktık…

Bittabi, sevgili Nurer Uğurlu’nun da birlikteliğiyle…

Ne var ki, 12 Eylül 1980 darbesi Türkiye’de sola karşı yakın tarihin en büyük kıyım ve kırım operasyonunu başlattığından, ne Türkiye İşçi Partisi büyük kongresinin toplanması, ne de bizim Türkiye’ye kesin dönüşümüz mümkün oldu.

Aksine, darbe sonrası, Türkiye’den Avrupa’ya yeni siyasal göç başladı.

Bu yeni göçün en önemli simalarından biri bundan tam 35 yıl önce bugün Brüksel’den sonsuzluğa yolcu ettiğimiz TİP genel başkanı Behice Boran’dı…

Cunta yönetimi tarafından bir süre ev hapsinde tutulduktan sonra Türkiye’den ayrılmasına izin verilen Behice Boran, Sofya’da komünist partiler liderlerinin tedavi gördüğü bir hastanede ağırlanırken kendisini ziyaret ederek, Avrupa’da kurduğumuz Demokrasi İçin Birlik örgütünün 14 Şubat 1981’de Brüksel’de cunta yönetimini protesto etmek üzere düzenlediği uluslararası protesto gecesine davet etmiştim.

Brüksel’e 10 Ocak 1981’de gelen Boran, sürgündeki tek Türkiyeli muhalif parlamenter ve parti lideri olarak, 14 Şubat 1981’deki protesto gecemizde olduğu gibi hem uluslararası medyada, hem de Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Komisyonu gibi kurumlarda anti-faşist mücadelemizin sesinin daha etkin şekilde duyulmasına büyük katkı sağladı.

Tam da bu ortamdadır ki, Cunta’nın büyük bir gaf yaparak Behice Boran ile TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu’na Türk vatandaşlığını kaybettirdiğini açıklaması Ankara’nın Avrupa’yla pamuk ipliğine bağlı ilişkilerine en büyük darbe oldu.

Haberi Hürriyet şöyle veriyordu: “Acı Akıbet: Boran ve Gazioğlu artık ‘Türk’ değil!”

Tüm ömrünce Türkiye halkının daha özgür ve daha insanca bir yaşama kavuşması için mücadele vermiş olan Boran’ın gözlerindeki buruk ifadeyi çok iyi anımsıyorum. 71 yaşındaki kalp hastası bir siyasal şahsiyet hakkında alınan bu karar, insanlık adına utanç vericiydi.

Bu uygulama Boran ve Gazioğlu ile sınırlı kalmayacak, Yılmaz Güney, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ, Ali Baran, Mehmet Emin Bozarslan, Nihat Behram, Mahmut Baksı, Şah Turna, Fuat Saka, Demir Özlü, Yücel Top, İnci Tuğsavul ve ben de dahil yüzlercemiz Cunta şefi Evren tarafından "kansızlar" diye suçlanarak vatandaşlıktan atılacaktık.

Bu dostlarımızdan önce Yılmaz Güney’i 9 Eylül 1984’te Paris’te komüncülerin ve anti-faşist direnişçilerin yattığı Père Lachaise mezarlığında, Behice Boran’ı da üç yıl sonra, 10 Ekim 1987’de Brüksel’de sonsuzluğa uğurlayacaktık.

Evet, yazımın başında da dediğim gibi, artık takvim yapraklarının birbiri ardına giderek daha hızla düştüğünün bilincindeyiz. Hayatta kalan yakınlarımızın, dostlarımızın, mücadele arkadaşlarımızın sayısı hızla azalıyor…

Ama şunun da bilincindeyiz ki, AKP-MHP faşist diktası döneminde doğup büyüyen kuşaklardan yeni Yılmaz Güney’ler, Behice Boran’lar, Nurer Uğurlu’lar yetişmekte…

Biz görmesek de, yine sürgünde kaybettiğimiz Nazım Hikmet’in dediği gibi,

Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz
Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz


Sevgili meslektaşım Sertaç Çelik’in ilettiği ve görselde yer alan fotoğrafların büyüğünde Nurer Uğurlu, "Orhan Kemal Roman Armağanı" jürisinde Hilmi Yavuz, Fethi Naci, Vedat Günyol, Cevdet Kudret, Rauf Mutluay ve Konur Ertop'la birlikte görülüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi