Yeni anayasa: Teşkilât Kanunu mu, “Kurucu Yasa” mı?

Gerçekten yeni ve demokratik bir anayasa arzu ediliyorsa, bu anayasanın temeline, Türkiye toplumunun çoğulcu ve farklılıkların birlikteliği niteliğinde bir kuruculuğun, daha doğrusu bununla uyumlu bir kurucu yasanın yerleştirilmesi şarttır.

Lâf dönüyor, dolaşıyor yine anayasaya geliyor. Adlî Yılın açılışında konuşan Cumhurbaşkanı, konuşmasının sonunda “yeni anayasa” konusuna değinmiş. “Bizim siyâsî hayâtımızın her döneminde dile getirdiğimiz, hükûmet teklifi olarak da 2011’den beri her seçimde milletimizin önüne koyduğumuz bir hayalimiz var. Bu hayal, Türkiye’yi darbe anayasası ayıbından kurtararak yeni, sivil, dili ve içeriğiyle bugünü ve yarını kucaklayan Türkiye yüzyılına yakışır bir anayasaya kavuşturmaktır” dedikten sonra, “[m]illetimize vaadimiz olan birinci sınıf demokrasi, birinci sınıf ekonomi ve birinci sınıf özgürlüklerin tamamlayıcısı birinci sınıf anayasa olacaktır” diye de eklemiş.*

Anlaşılan o ki, 1 Ekim’de TBMM yasama çalışmalarına başladığında, bu konu yeniden gündeme gelecek. Bir hazırlık var mı, varsa nasıl, henüz bilmiyoruz. Bununla birlikte, AKP iktidarı altında geride bıraktığımız 21 yılın öğrettiklerini de yabana atamayız. Tabiî, “darbe ürünü” 1982 Anayasası’nın yerine yeni ve demokratik bir anayasa yapma arayışlarının, AKP iktidârından önceye uzanan geçmişini de unutamayız.

GEÇMİŞE BİR BAKIŞ

Fazla ayrıntıya girmeden söyleyecek olursam, 1982 Anayasası’nın kabûlünden 2007’ye kadar ortaya konulan anayasa değişikliği veyâ yeni anayasa yapımı ile ilgili perspektiflerde ortak yaklaşım, darbe anayasasının otoriter niteliğini daha demokratik bir anayasa düzeni ile değiştirmekti. AB üyeliği perspektifinin de katkıda bulunduğu bu yaklaşım, sonuçta 2001 ve 2004’te çok önemli demokratik değişikliklere damgasını vurmuştur diyebiliriz.

Bununla birlikte, 2007’deki Cumhurbaşkanlığı krizi ve sonrası, demokratik anayasa perspektifini geride bıraktığımız gelişmeleri ortaya çıkardı. 2007 sonbaharına doğru Ergun Özbudun başkanlığındaki bir grup anayasa ve kamu hukukçusunun hazırladığı “sivil anayasa” taslağı, ne AKP, ne de Erdoğan hükûmeti tarafından, partinin veyâ hükûmetin tasarısı olarak gündeme getirildi.

Erdoğan’ın “sivil anayasa”yı “2011’den beri her seçimde milletimizin önüne koyduğumuz bir hayalimiz” terimleriyle ifâde etmesi bu bakımdan çok doğru olmuştur. Buna karşılık, şu noktayı gözden kaçırmamamız gerekiyor. AKP’nin “milletin önüne” koyduğu tek anayasa önerisi, 2011 seçimlerinden sonra TBMM’de kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmalarına devam ederken Meclis Başkanlığı’na sunulan “Türk tipi başkanlık sistemi” önerisidir. Bu da “yeni anayasa” değil, bir “anayasa değişikliği” önerisiydi ve büyük ölçüde de 2017’de gerçekleştirilmiş durumdadır.

BUGÜN

Türkiye’nin bir anayasa sorunu var ve bu sorun çözülemiyor. Bu çözümsüzlüğün toplumsal ve siyâsî sebebleri var. Bu sebebleri doğru bir yaklaşımla ve açık yüreklilikle görmek, bunlarla yüzleşmek, hesaplaşmak zorundayız. Bu yapılamadığı zaman, “yeni, sivil, demokratik anayasa” diye diye dönüp dolaşıp aynı otoriter, devletçi anayasa düzenine varıyoruz. Kuruluştan bugüne hep “devlet merkezli” bir anayasa yaklaşımı hâkim oldu, tüm iddiâsına rağmen 2017’de de farklı bir yaklaşım yoktu. Anayasa sorununa doğru bir yaklaşım geliştirilmediği, daha doğrusu 2011’in biraz öncesiyle biraz sonrası arasında yoğun bir toplumsal katılımla yeni anayasadan ne anlaşıldığına dâir toplumun farklı kesimlerinin kendilerini ifâde edebilmelerine imkân verilmediği takdirde, sonuç gene değişmeyecektir.

Nitekim, geride bıraktığımız en az kırk yılın yeni anayasa arayışlarından sonra, bugün gelinen noktada, Yeşil Sol Parti ve Emek ve Özgürlük İttifâkı hâriç, diğer tüm siyâsî grupların anayasa konusuna yaklaşımı, bir hükûmet sistemi sorunu odağında oluşmuş durumdadır. Mayıs seçimlerinin öncesinde, “resmî muhalefet”in anayasa sorunu ile hükûmet sorununu özdeşleştiren yaklaşımı ile otoriterleşmenin şampiyonu AKP-MHP iktidârının “başkancı rejim”i ıslah edip güçlendirme yaklaşımı arasında özde bir fark yoktur. İki yaklaşım da, “anayasa sorunu”nu basitçe bir kurumsal örgütlenme, yâni bir devlet teşkilâtlanması sorunu saymaktadır.

ANAYASA'NIN ANLAMI

Anayasa’nın çok anlaşılır, çok net iki anlamı var. Biri, anayasanın bir “teşkilât kanunu” olması, devletin temel örgütlenmesiyle ilgili düzenleyici kurallar koyması. İkincisi de, Merhum Mümtaz Soysal Hocam’ın çok veciz ifâdesiyle, “yasaların anası” niteliğinde olmasından kaynaklanan, “yasaların anayasaya aykırı olamayacağı” kuralını içeren, “temel norm” niteliği taşıması. Yâni, normlar hiyerarşisi. Bu iki anlamdan birini fedâ ettiğimizde, aslında anayasayı da fedâ etmiş oluyoruz. Bu nedenle, teşkilâtlanma ile ilgili kuralları bulunan her devlette bir anayasanın varlığından söz edemeyiz. Bir anayasadan söz edebilmek için aynı zamanda normlar hiyerarşisinin de olması gerekir.

Yeterli mi? Hayır. Bir temel norm olarak anayasa, “insan irâdesinin ürünü”dür. Yâni bu temel yasayı insanlar yapar, insanlar yaptığı için de yine insanlar değiştirir. Bu bakımdan, 1876’da olduğu gibi, makamı mukaddes ve sorumsuz olan bir padişahın fermânı niteliğinde de olsa, bir cuntanın ürünü de olsa, anayasa, insan irâdesinin ürünüdür. Bununla birlikte, modern anayasa fikrinin kaynağında, Amerikan ve Fransız örnekleriyle başlayan bir “devrim” gerçekliği ve bu gerçekliğin ürünü olan “kurucu iktidar" olgusu yatar. Bir diğer deyişle, gerçekten tam anlamıyla bir anayasanın varlığından söz edebilmek için, yukarıdaki iki anlam boyutuna ek olarak, bir “kurucu iktidar” tarafından üretilmiş olma niteliğini de eklemek gerekir.

“Kurucu iktidar”, basitçe herhangi bir yasama iktidarı değil, bütün yasaların kaynağını oluşturduğu gibi aynı zamanda yasaların kim tarafından nasıl yapılabileceğini de belirleyen, yâni “teşkilât kurallarını” koyan iktidardır. Peki, kurucu iktidar bir kişide veyâ bir zümrede olabilir mi? Fransız devrimi, kurucu iktidarın, herkesin hukuk önünde eşitliği ilkesine göre belirlenmiş olan “üçüncü zümre”nin, yâni halkın elinde olduğunun örneğidir.

O halde, bir anayasadan söz edebilmek için, hem bir teşkilâtlanma yasası, hem bir normlar hiyerarşisinin varlığı gerekir ama bütün bunlardan önce, “anayasa”yı ortaya çıkaracak irâdenin sâhibi bir “kurucu özne” gerekir.

TÜRKİYE'NİN ANAYASA SORUNU, BİR KURULUŞ -VEYA "YENİDEN KURULUŞ"- SORUNUDUR

Özetlemeye çalıştığım anayasa kavramı açısından baktığımızda, Türkiye’nin bugüne kadar tam anlamıyla gerçek bir anayasaya sâhip olmadığını açıkça görebiliriz. Kuşkusuz bu durum yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değildir ve önemli olsa da, ayrı bir konudur. Türkiye’nin bugüne kadarki bütün anayasaları, Fransız veyâ Amerikan devrimlerinin -hattâ bunlara 17. yüzyıldaki İngiliz Devrimi’ni de ekleyebiliriz- ürünü olan kurucu iktidar kavramına uygun bir kurucu öznenin ürünü olmamışlardır.

Bir diğer deyişle, Türkiye toplumu bugüne kadar kendi anayasasını kendisi yapmış değildir. Toplumun içinde vâr olan, târihî olarak devlet iktidârını elinde bulundurmaktan veyâ sosyo-ekonomik iktidara sâhip olmak nedeniyle devletle yakın hattâ içiçe olan imtiyazlı zümrelerin yazıp, en iyi ihtimâlle topluma onaylatma yoluna gittikleri bir dizi “teşkilât yasası”na sâhip olmuştur. Kuşkusuz burada, hem temel hak ve özgürlükler ile ilgili yaklaşımı ve hem de normlar hiyerarşisini kurumsal bir güvenceye kavuşturmayı amaçlaması bakımından 1961 Anayasası’nın ayrı bir yeri vardır ama o da çok yaşayamamış, askerî müdahale sonrası bu özellikleri hayli törpülenmiştir.

Bu teşkilât yasalarının doğru anlamda bir anayasa niteliği taşımadıklarını, ihlâl edilmeleri veyâ düpedüz bir darbe ile yok edilmeleri hâlinde bile toplumsal tepkinin neredeyse hiç gösterilmemiş olmasında da teşhis etmemiz mümkündür. Toplum, kendi irâdesinin ürünü olmayan bir “teşkilât yasası”na sâhip çıkamamaktadır.

GERÇEKTEN YENİ VE DEMOKRATİK BİR ANAYASA İÇİN

Gerçekten yeni ve demokratik bir anayasa için, öncelikle bu anayasayı ortaya çıkarabilecek kurucu öznenin yeniden tanımlanması ya da oluşturulması gerekmektedir. Burada, örneğin Fransız Devrimi bir örnek olarak işlev görebilir. Fransız Devrimi’nde kurucu iktidar, Devrim öncesi zümre düzeninin hukuken ayrıştırmış olduğu soylu, ruhban ve halk zümrelerinden üçüncüsü (yâni Tiers État–Üçüncü Zümre veyâ Tabaka) esas alınarak tanımlanmıştır.

Türkiye’nin “kurucu iktidar” bakımından modern anayasa kavramına en yakın anayasası olarak tanımlayabileceğimiz 1921 Teşkilât-ı Esâsîyye Kanunu, Fransız örneğindeki gibi bir “devrim”i gerçekleştirmiştir. 1921’in yaptığı devrim, anayasanın bir temel norm olarak anlamını yerli yerine oturtmaya çalışmasıdır. Buna göre, 1921 ile birlikte yeni bir devlet -Türkiye devleti- kurulmuş ve bu devletin temeli “halkın kendi mukadderâtını bizzat ve bilfiil idâresi”ne dayandırılmıştır. Burada, “mukaddes ve gayrimesûl padişah”tan demokratik halk idaresine geçiş yapıldığı açıktır ve bu basit bir “teşkilât kanunu” ile değil, adı öyle olsa da, bir kurucu yasa ile olmuştur.

1921 örneği, sorunsuz değildir. Tıpkı 1789 Fransız Devrimi örneği gibi. Burada temel sorunlar, kurucu özne olarak halk veyâ millet/ulus topluluğunun homojen bir özne olarak tanımlanmış oluşu ile ilgilidir ve buradan devamla, ortaya “temsil” ile ilgili bir dizi siyâsî sorun da çıkmaktadır.

Dolayısıyla, gerçekten yeni ve demokratik bir Türkiye anayasası arzu ediliyorsa, bu anayasanın temeline, Türkiye toplumunun çoğulcu ve farklılıkların birlikteliği niteliğinde bir kuruculuğun, daha doğrusu bununla uyumlu bir kurucu yasanın (nomos) yerleştirilmesi şarttır. 1921, “padişah fermanına dayanan devlet” yerine “halkın devleti”ni geçirmeye çalışan bir sıçramayı gerçekleştirmişti. 1924 ve sonrası, “halkın devleti”ni “Türk millî/ulusal devleti”ne dönüştürmek sûretiyle, oradaki demokratik potansiyeli köreltmiş oldu. Şimdi, 1921’in de ötesine geçen bir çoğulcu kurucu özne anlayışıyla yeni anayasa yoluna çıkmamız gerekiyor. 1924’ten bugüne hep, farklı eğilimlere göre iyi ya da kötü diye nitelenebilen “teşkilât kanunları” yaptık. Hattâ bunların sonuncusu olan 2017 Anayasası, artık anayasa adını da haketmeyecek bir teşkilat yasasına dönüştü.

Bu kısır teşkilât kanunları tartışmalarından çıkıp, gerçekten yeni ve demokratik bir anayasayı düşünebilmek için, perspektifimiz “demokratik cumhuriyet” kavramında vâr olan çoğulcu kurucu öznenin niteliğinin ve nasıl oluşturulabileceği üzerinde odaklanmalıdır.


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi