Fadıl Öztürk
Yeni bir dil arayışı...
Dünyadaki en büyük zulüm yaşadıklarınız karşısında başkalarının sağır, dilsiz ve kör davranmasından dolayı kendinizi savunmaya mecbur kalmanızdır. Yeryüzünde bundan büyük yalnızlaşma yoktur. Çağın alnında Kürtler tam da böyle bir kaderi yaşıyorlar. Bu bir taraf için tam bir vicdansızlık, diğer taraf için de kendi vicdanıyla kendine yol alma çabasıdır.
Bu yol; Sorgulardan, işkencelerden, sürgünlerden, firarlardan, dağları tercih etmekten, ölümlere tanık olmaktan geçiyor. Bu elbet sür git böyle gitmez. Boşuna değil, sular bunun için hâlâ akıyor. Gök bunun için hâlâ inmiyor üstümüze. Toprak bunun için yarılıp, yutmuyor hepimizi. Yani, kalmışız suyun, toprağın ve göğün insafına. Dünya kadar eski olsa da zulmün tarihi, zalimler bilmezler mazlumların onlara asla benzemek istemediğini.
Korkarak bir adım geriye çekilip kendi içimize oturmak; Susarak sesimize konan ne varsa onları su gibi yere döküp toprağın emmesini beklemek; Duymayarak uğuldayarak büyüyecek bir hayatı atar damarından kesmek kabul edilecek bir şey değil. Kimse durduk yere getirip kapımıza koymayacak hayalin ülkesinde sabırsızca bekleyen günlük güneşlik günleri. Elimizi uzattığımızda tutacağımız kadar yakınlıkta da olmayacak kaderimizi belirlemek.
Yaydıkları korku ve baskının her türü, sorgular, mahkemeler, cezaevleriyle bizleri toplumun içinde bir bir işaretlemeleri, geleceği elinden alınmış, bugünün korku ve kaygısına teslim olmuş, umudunu yitirmiş bireyler olarak kendilerine itaat etmemizi istiyorlar.
Bir ablukaya dönüşen bu atmosferi yıkmak için, tankla, topla, tüfekle değil, özlediğimiz hayata yakışır bir dille karşı durmalıyız. O dil, zalimin bugüne kadar kullandığı dil gibi ötekileştirmeden, bütün bir canlı ve cansız hayatı kapsayan bir dil olmalıdır. Ağaç kendini bulmalıdır o dilde, gök kendini, toprak kendini, yurtsuz edilmiş sürgünler kendini, Afrika kendini, Latin Amerika kendini, suya değen ışık kendini bulmalıdır o dilde.
Nasıl mı?
Gölgesinden ayrılmayı düşünse de asla ayrılmayan bir ağaç, tuzunu kıyıya bırakan deniz gibi alışkanlıkla, bir müzik aletinden yükselerek havaya karışan notalar gibi, havaya dağılacak sesler ve sözler gibi karışmalıyız hayata...
Nasıl mı?
Karşılaştığımızda birbirimize ‘merhaba’ deriz ya, onun gibi yere düşmeyen ve evrende bir yer kaplamayan cinsten. Kayıkçı kürek çekerken suyu geriye iter ya, kayığın suyla suyun kayıkla kendilerince konuşması gibi bir dil. Yaşadığımız dünyadan alınmış bir dil değil benim dediğim, daha yaratılmamış bir dünyanın hayal kapısına kadar gidip alınmış, dalda kuşları, suda balıklar bile ürkütmeyen bir dil demek istiyorum. Siz buna kendinizi sevgiliyle eşitleme olarak anlayın. Belki bir yaz gününün sabah serinliği...
Nasıl mı?
İnsanların çektiği acılar gibi elle tutulmayan ama kalbini ağız bağız dolduran, sevgiliye 'seni seviyorum' derken dudaklarımızdan havalanan kuşlar gibi özgür. Belki insan yanağına bir daha düşmeyecek olan gözyaşının ağlamayı bir daha beslememesi...
Nasıl mı?
Elle tutulmayan ama var olan uyku nasılsa aynen öyle. Gözlerimizi bile kendine mülk etmeden bir nesilden diğerine devredilmeyecek olan türden, bir hayat hasretine bizi kendiliğinden taşıyacak olan yeni bir dil. Belki yeni doğmuş bir bebeğin gülümsemesi...
Nasıl mı?
Kâğıt gibi yırtılan, arkası imzalanmış bir çek, dönmüş bir senet değil benim dediğim. İcra dairelerini işsiz bırakacak, tarifini her gün yeniden yapacağımız, insanın üzerinden tüm ağırlıkları alacak bir dünya deyin siz bu dile. Belki hiçbir cümlemizi giydirmek zorunda kalmayacağımız yalınlık ve sadelik...
Nasıl mı?
Belki dört mevsimi bir günün içine sığdırırken kabından asla taşmayan, düz bir çizginin aslında eğri olduğunu bilmemizin gönül rahatlığı. Belki tembellik hakkının da kendine bir gövde bulması...
Nasıl mı?
Cepte cüzdanda taşınmayan, aynaların bile gösteremediği, tayların bir düzlükte koşması gibi kalpte taşınanın uçsuz bucaksız güzelliği. Ne gezginlerin yürüyerek eskittikleri demir asaların, ne de masalların kapısına dayanan devlerin varlık nedenleri. Herkesin gezgin olduğu ve herkesin bir masalda yaşadığının dili. Belki başakların rüzgârın keyfini çıkarmak için yan yatmaları...
Nasıl mı?
Kapınızın ziline bastığınızda sevdiğiniz biri tarafından açılacağını bilmenizin üstünüze başınıza bulaştıracağı duygular gibi asla önü alınmayacak olan bir gönül dili. Belki kapınızın sabaha karşı devlet tarafından hiç çalınmaması...
Nasıl mı?
Kendinizi sevgilinizin kalbine emanet etmenin gönül rahatlığı. Gülde asla yorulmayan kırmızı kadar korkusuz, mavi kadar özgür, yaprağına çiğ düşmüş bir çiçeğin sizden yüz çevirmemesi kadar samimi. Belki atınızdan indikten sonra yelelerinden rüzgârı ayıklamak gibi...
Nasıl mı?
Bir savaşta alınmış yaraların toplamından çıkarılmış gözyaşlarından geriye ne kalmışsa tam o kadar imkânlı bir dil. Öldürülenlerden arta kalan hatıraları başımıza sarıp gezmemizin divane hali. Belki iğneden geçen ipliklerin duyduğu ince sızıları dışarıda bırakmayıp eve götürmemiz gibi...
Nasıl mı?
Pamuk tarlasını hatırlatan, ırgatın alın terine karışan yakıcı güneş ve susuzluk gibi tümünü insana dair kıldığımız bir dil. Belki Jazz ve Blues’un varlık nedenleri olan iç çekmeler...
Nasıl mı?
İnsanı asla borçlu kılmayan ve kendi varlığının gerekçesi sayan, birinin yokluğunu kendi yokluğu saymanın hakkıyla, yorgun bir yolcunun gölgesinde dinlendiği ağacın, o işi bir alışkanlıkla hep yapması. Belki insan yüzünden gülümsemenin bir daha çekip gitmemesi...
Bu bir umutsuzluğun getirip kapımıza bıraktığı yeni bir dil arayışı, çok yabancısı olduğumuz bir şey değildir. İnsan yeni bir dünya kurmak için kendinden çıkar yola, çöktüğü dizlerinin üstünde yarattığı yeni bir dille kalkar ayağa. Tıpkı canlı ve cansız varlıklar olarak nasıl evrenin bir parçasıysak, o kocaman evrenin de kurduğumuz düşlerin bir parçası olması gibi bir dil. Belki kimin kimi kapsadığının yeniden tanımlanması...